banner banner banner
Vampir Öyküleri
Vampir Öyküleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Vampir Öyküleri


“O kadından! O’ndan!” diye huysuzca yanıtladı beni. “Ah, O’nu tanımıyorsun. Şeytanın ta kendisi o. Güzel. Çok güzel!

Ama bir şeytan!”

“Ateşin var ve kendinde değilsin. Biraz uyumayı dene. Uyandığında daha iyi hissedeceksin.”

“Uyumak?” diye homurdandı. “Karanlıkta yatağımın ucunda oturduğunu ve o muhteşem gözlerle sürekli beni izlediğini gördüğüm hâlde nasıl uyuyabilirim? Sana söylüyorum, içimdeki tüm erkekliği ve gücü benden çekip alıyor. Bu yüzden içiyorum. Tanrı yardımcım olsun. Şimdi de yarı sarhoşum!”

“Sadece çok hastasın,” dedim şakaklarını biraz sirkeyle ovarak. “Bu yüzden sanrılar görüyorsun. Söylediklerinin farkında değilsin.”

“Evet, farkındayım,” diye sertçe yanıtladı bana bakarak. “Ne söylediğimin farkındayım. Bunu başıma ben sardım. Bu benim tercihimdi. Ama aksini kabul edemedim. Ah, Tanrı’m, bunu yapamadım. Ona olan sadakatimi devam ettiremedim. Bir adamın yapabileceğinden çok fazla bu!”

Yatağının bir yanında, alevler içindeki elini avuçlarımın arasında tutarak oturdum ve söylediklerini düşündüm. Bir süre sessizce yattı, sonra gözlerini bana doğru çevirerek ağlamaklı bir sesle, “Neden beni daha önce uyarmadı?” diye fısıldadı. “Neden ben onu sevmeyi öğrenene kadar bekledi?”

Bu cümleyi birkaç kez tekrarladı, bir yandan da ateşler içindeki başını sağa sola sallıyordu. Sonunda yorgun düşerek rahatsız bir uykuya daldı. Odadan çıktım ve ona iyi bakılacağından emin olduktan sonra oradan ayrıldım. Ancak izleyen günler boyunca sözleri kulaklarımda yankılanıp durdu ve bundan sonra yaşanacaklar düşünüldüğünde, bu sözler daha da derin bir anlam kazandı.

Arkadaşım Barrington Cowles yaz tatili için uzaktaydı ve birkaç ay boyunca ondan haber alamadım. Ancak kış ayları yaklaştığında, ondan Northumberland Sokağı’ndaki eski odamızı tekrar kiralamamı ve hangi trenle geleceğini bildiren bir telgraf aldım. Onu karşılamaya gittiğimde arkadaşımı son derece sağlıklı ve keyifli görmek beni memnun etti.

“Bu arada,” dedi aniden, şömine başında oturmuş yaz tatilinde neler yaptığımızdan bahsederken. “Beni hâlâ tebrik etmedin!”

“Hangi konuda, dostum?” diye sordum.

“Ne! Yani nişanlandığımı duymadığını mı söylüyorsun?”

“Nişan mı? Hayır!” dedim şaşkınlıkla. “Ama bunu duyduğuma çok sevindim, seni tüm kalbimle tebrik ediyorum.”

“Bunu nasıl duymadığını merak ediyorum,” dedi. “Çok ilginç bir tesadüf aslında! Akademinin açılışında çok beğendiğimiz o kızı hatırlıyor musun?”

“Ne!” diye haykırdım. Kalbimde aniden büyük bir endişe belirmeye başladı. “Bana O’nunla nişanlandığını mı söylüyorsun?”

“Şaşıracağını düşünmüştüm,” dedi. “Peterhead, Aberdeenshire’da yaşlı teyzemin yanında kaldığım sırada Northcottlar da ziyaret için oradaydılar. Ortak tanıdıklarımız olduğu için de kısa süre sonra tanıştık. İlk önce nişanlı oluşu hakkındaki endişelerimin boşuna olduğunu öğrendim. Sonrasında ise, eh, Peterhead gibi bir yerde onun gibi bir kızla birlikte olduğunda sonrasında neler olabileceğini benim anlatmama gerek yok sanırım. En önemlisi,” diye ekledi, “Aptalca ve sabırsızca bir şey yaptığımı düşünüyordum. Ama bir an bile yaptıklarımdan pişman olmadım. Kate’i tanıdıkça ona daha çok hayran oluyorum ve onu daha çok seviyorum. Yine önce onunla tanışman gerek, böylece onun hakkında kendin karar verebilirsin.”

Mümkün olduğu kadar sevinmiş görünerek buna çok memnun olacağımı söyledim, ancak içten içe büyük bir endişe hissediyordum. Reeves’in sözleri ve genç Prescott’ın talihsiz kaderini hatırladıkça, bunun için elimde belli bir kanıt olmasa bile, o kadına karşı derin bir güvensizlik ve korku beni ele geçirdi. Belki de bu aptalca bir ön yargıydı ya da boş bir batıl inanç. Hatta belki benim çılgın teorilerime uyması için, istemeyerek de olsa, onun söylediklerini ve yaptıklarını biraz çarpıtmış olabilirim. En azından anlattıklarımı açıklamak için bazılarının iddiaları buydu. Eğer birazdan anlatacağım gerçeklere rağmen bu düşüncelerini devam ettirebiliyorlarsa, o hâlde böyle düşünmeye devam edebilirler.

Birkaç gün sonra arkadaşımla beraber Miss Northcott’ı görmeye gittik. Abercrombie’den aşağı doğru yürürken acı içinde bir köpek havlaması duyduğumuzu hatırlıyorum; sonunda sesin gitmekte olduğumuz evden geldiği ortaya çıktı. Bizi üst kata aldılar ve burada Bayan Northcott’un teyzesi Bayan Merton ve genç hanımefendinin kendisiyle tanıştırıldım. Her zamanki gibi güzel görünüyordu ve ona bakınca arkadaşımın bu kadına neden âşık olduğunu anlayabiliyordum. Yüzü her zamankinden biraz daha pembeleşmişti ve elinde biraz önce acı inlemelerini işittiğimiz küçük bir İskoç Teriyeri’ni cezalandırmak için kullandığı kalın bir köpek kamçısı tutuyordu. Zavallı hayvan duvarın kenarına sinmiş acıyla inliyordu, belli ki iyice korkmuştu.

“Ee, Kate,” dedi arkadaşım yerlerimize oturduktan sonra, “Yine Carlo ile mi uğraşıyorsun?”

“Bu sefer sadece küçük bir uyarı,” diyerek etkileyici bir şekilde gülümsedi. “Yaşlı ve iyi bir dost o, ama ara sıra yaptıklarının düzeltilmesi gerekiyor.”

Sonra bana dönerek, “Bu hepimiz için geçerli, Bay Armitage, öyle değil mi? Hayatlarımızın sonunda alacağımız bir ceza yerine, kötü bir şey yaptığımızda, tıpkı köpeklerde olduğu gibi, biz de hemen anında cezalandırılsak, bu daha iyi olmaz mıydı? Bu, bizi daha dikkatli yapmaz mıydı?”

Ona katıldığımı söyledim.

“Bir adamın yanlış bir şey yaptığında dev bir el tarafından yakalanıp kendinden geçinceye dek kırbaçlandığını düşünürsek…” Konuşurken bir yandan da beyaz parmaklarını doladığı kırbacı vahşi bir şekilde sıkıyordu. “Bu, onu iyi tarafta tutmak için üstün ahlak teorilerinden çok daha etkili bir yöntem olmaz mıydı?”

“Kate,” diye araya girdi arkadaşım, “Neden bugün bu kadar zalimsin?”

Güldü. “Hayır, Jack. Ben sadece Bay Armitage’e düşünebileceği bir teori sunuyorum.”

Daha sonra ikisi Aberdeenshire’daki anılarından bahsetmeye başladılar, ben de kısa sohbetimiz boyunca sessiz kalmış olan Bayan Merton’u inceleme fırsatı buldum. Oldukça garip görünüşlü, yaşlı bir kadındı. Görünüşüyle ilgili ilk dikkat ettiğiniz şey, mutlak bir renk ihtiyacıydı. Saçları kar gibi beyaz, yüzü de son derece solgundu. Dudakları kansız ve hatta gözleri bile o kadar açık bir maviydi ki, hemen hemen hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Gri ipek elbisesi de bu genel görünüşü ile uyum içindeydi. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı, ancak ne anlama geldiğini o anda yorumlamak mümkün değildi.

Elindeki nakışla uğraşırken kollarını kımıldattıkça elbisesi kuru, melankolik bir sesle hışırdıyordu, tıpkı sonbahar yaprakları gibi. Görünüşünde hüzünlü ve kederli bir şeyler vardı. Sandalyemi biraz daha yaklaştırarak Edinburgh’u beğenip beğenmediğini ve burada ne kadar zamandır bulunduğunu sordum. Onunla konuştuğumda şaşırarak korkmuş bir ifadeyle bana baktı. Ve sonra yüzündeki o ifadenin anlamını fark ettim. Korkuydu. Kahredici ve derin bir korku. Bu o kadar belirgindi ki, zavallı kadının hayatında çok kötü deneyimler ya da korkunç talihsizlikler yaşadığına emindim.

“Oh, evet, beğendim,” diye cevap verdi yumuşak, ürkek bir sesle. “Ve uzun süredir buradayız. Yo, aslında çok uzun sayılmaz. Ama buraya taşınalı epey oldu.” Tereddüt ederek, sanki yanlış bir şey söylemekten çekinerek konuşuyordu.

“İskoçya’nın yerlilerindensiniz sanırım,” dedim.

“Hayır. Tam olarak değil. Hiçbir yerde yerli sayılmayız. Biliyorsunuz, biz kozmopolitiz.” Göz ucuyla Bayan Northcott’a baktı, ancak o ikisi hâlâ pencere kenarındaki sohbetlerini sürdürüyorlardı. Sonra aniden bana doğru eğilerek, yüzünde son derece yoğun bir içtenlikle şöyle dedi:

“Lütfen benimle daha fazla konuşmayın. Bundan hoşlanmıyoruz ve siz gittikten sonra muhtemelen bunun cezasını çekeceğim. Lütfen bunu yapmayın.”

Bu ricasının nedenini ona soracaktım ama buna hazırlandığımı görünce, yavaşça doğrularak odadan ayrıldı. Bu sırada âşıkların sohbetlerine ara verdiklerini ve Bayan Northcott’un keskin, gri gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.

“Teyzemi bağışlamalısınız, Bay Armitage,” dedi. “Kendisi yaşlı ve çabuk yoruluyor. Lütfen buraya gelip albümüme bakın.”

Bir süre portreleri inceleyerek zaman geçirdik. Bayan Northcott’un anne ve babası sıradan insanlar gibi görünüyorlardı ve ikisinin de yüzlerinde kızlarının yüzündeki karakterin işaretleri görünmüyordu. Ama resimlerin arasında eski bir fotoğraf özellikle dikkatimi çekti. Kırk yaşlarında ve çok yakışıklı bir adamın fotoğrafıydı. Düzgünce tıraş olmuş yüzü, sert hatlı çenesi ve keskin dudakları olağanüstü bir güç ifadesi taşıyordu. Ama gözleri, yüzüne gömülmüş derin çukurlar gibiydi ve alnının üst kısmında görünüşünün etkileyiciliğini azaltan yılan şeklinde bir yara izi vardı. Neredeyse istemeyerek, adamı işaret ettim, “İşte Bayan Northcott, ailede kime benzediğinizi bulduk.”

“Öyle mi düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Korkarım bana çok kötü bir iltifatta bulunuyorsunuz. Anthony amcam her zaman ailedeki kara koyun olarak bilinirdi.”

“O hâlde,” dedim, “Kuşkusuz talihsiz bir benzetme yaptım.”

“Oh, önemli değil,” dedi. “Ben her zaman ailedekilerin toplamından daha değerli olduğunu düşünmüşümdür. 41. Alay’da subaydı, Pers Savaşı sırasında hayatını kaybetti; bu yüzden, oldukça asil bir şekilde öldü.”

“Ben de böyle bir ölüm isterdim,” diye araya girdi Cowles. Heyecanlandığı zamanlarda olduğu gibi koyu renkli gözleri parıldıyordu. “Her zaman bu berbat ilaç işindense, babamın işini seçmeyi istemişimdir.”

“Hadi ama, Jack, daha ölmeyeceksin,” dedi, şefkatle arkadaşımın elini kendi elleri arasına alarak.

Onu anlayamıyordum. Onda beni şaşırtan, erkeksi bir kararlılıkla kadınsı bir şefkatin olağanüstü bileşimi vardı. Bu yüzden, eve dönerken Cowles o kaçınılmaz soruyu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim.

“Ee, O’nun hakkında ne düşünüyorsun?”

“Bence büyüleyici bir güzelliğe sahip,” dedim dikkatle.

“Bu doğru,” dedi sertçe. “Ama bunu onunla tanışmadan önce de biliyordun.”

“Üstelik oldukça da zeki,” diye ekledim.

Barrington Cowles bir süre sessizce yürüdü, sonra aniden bana dönerek o tuhaf soruyu sordu:

“Acımasız olduğunu düşünüyor musun? Yani başkalarına acı vermekten hoşlanan bir kız olduğunu düşünüyor musun?”

“Şey, aslında hakkında bir yargıya varmak için çok kısa bir süreydi.”

Ben bunu söyledikten sonra sessizce yürümeyi sürdürdük.

“O yaşlı bir aptal,” diye mırıldandı Cowles sonunda. “Çıldırmış.”

“Kim?”