Hüseyin Rahmi Gürpınar
Dirilen İskelet
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
1
Birinci Dünya Savaşı yıllarında mehtaplı bir sonbahar gecesi… Saat on bir. Dükkânları kapanmış Direklerarası Caddesi’nde yalnız birkaç çayhanenin iktisaden kısılmış lambaları fersiz gözler gibi yorgun, neşesiz yanıyor. Gölge içine kümelenmiş beş on müşteri cigaralarını pırıldatarak sıkıntılı ve ağır konuşuyorlar.
Ufak sarsıntılarla titreyerek sokaktan bir bisiklet geçiyor. Üzerindeki genç bütün gücünü pedallara vermiş, son hızla gitmeye uğraşıyor.
Çayhanelerin birinde iki delikanlı arasında:
“Bisikletle geçeni gördün mü?”
“Evet.”
“Kim olduğunu tanıdın mı?”
“Hayır.”
“Doktor Ferhat Bey…”
“Bu kadar acele nereye gidiyor? Bir hastası mı var?”
“Onun nereye gittiği pek önemli bir sır. Kaç haftadır uğraşıyorum. Ne olduğunu anlayamıyorum.”
“Anlayamadığın bir sırrın önemli olduğunu nasıl keşfediyorsun?”
“Keşfe lüzum yok. İş meydanda…”
“Meydanda olan bir şey nasıl sır sayılabilir?”
“Öyleyse dinle.”
“Dinleyeceğim. Fakat martaval istemem.”
“Şimdi bu Doktor Ferhat doğru şurada Kırk Seymenler yakınındaki Tayfur Bey’in konağına gider.”
“Bu pek sade bir şey.”
“Sade mi peynirli mi, sonra anlarsın.”
“Kıymalı ise yüz dirhem kes.”
“Alay etme.”
“Alay etmiyorum, tabur geçiyorum.”
“Dinleyecek misin? Yoksa susayım mı?”
“Ben uzun bir lafı dinlemekten sıkılırım. İzin ver de arada bir benim de çenem oynasın. Evet, devam buyurun. Doktor Ferhat, Tayfur’un konağında ne yapıyor? Anlayalım.”
“Şimdi Tayfur Bey sokak kapısının önünde elinde bisiklet, alesta1 Ferhat’ı bekler.”
“Ey sonra?”
“O da makinesine atlar. İki bisikletli sıkı sıkıya yolu tuttururlar.”
“Nereye?”
“Topkapı, Silivri Kapısı, Mevlâna Kapısı… İşte böyle kale kapılarından birine…”
“Tuhaf şey… Gece yarısı.”
“Evet, gece yarısı.”
“Kale kapılarında ne yapıyorlar?”
“Sur dışına çıkıyorlar.”
“Sur dışında ne var?”
“Ne var bilmiyor musun?”
“Ne bileyim… Türlü türlü şeyler var.”
“Sur dışında bir türlü şey var.”
“Nedir?”
“Mezarlık…”
“Beyefendilerin gece yarısı mezarlıklarla alışverişleri?”
“İşte benim de merak ettiğim bu ya…”
“Aldanmış olmayasın? Onların böyle vakitsiz mezarlığa gittiklerinden kesinlikle emin misin?”
“Gözümle gördüm.”
“Gördün de bir şey anlayamadın mı?”
“Hayır.”
“Ne gördün?”
“Tayfur’un komşusu Nihat Bey…”
“Biliyorum.”
“Beni bu meraklı gece macerasına karıştıran işte o oldu.”
“Nasıl?”
“Haftada birkaç gece Tayfur’la Ferhat, bisikletlerle uzun bir gezinti yaparlarmış. Daima da el ayak çekildikten sonra… Daima arkalarında koltuktan geçme iri çantalarla. Sırlı bir sessizlik ve çekingenlikle… Fenerlerini yakmadan yola çıkarlarmış.”
“Hırsızlığa çıkıyorlar desek ikisinin de sosyal durumu, davranışları kendilerine karşı böyle bir şey düşündürmeye engeldir. Mezarları keşfe gidiyorlar desek o Doktor Ferhat, insanın kanla işler, etten kemikten meydana gelmiş bir makine olduğundan başka bir şeye inanmaz. Yani dirinin de ölünün de mana tarafına inanmayan bir zamane gencidir.”
“Dinle.”
“Dinliyorum. Hem de büyük bir merakla…”
“Nihat Bey bunların nereye gittiklerini merak etmiş. Bir gece o da kendi bisikletine atlamış, hiç sezdirmeden arkalarından gitmiş. Mevlâna Kapısı’ndan dışarı çıkmışlar. O da gizlenmesini sürdürmüş. Ulu mezarlığın yıkık duvarı önüne gelmişler. İki gece yolcusu bisikletlerini sallasırt edince bu ahiret karanlığının yoğunluğuna karışıp kaybolmuşlar.”
“Acayip şey… Tuhaf şey.”
“Yüzyıllık serviler rüzgârdan hüzünlü sesler çıkarıyor. Surun yıkık burçlarından baykuşlar gülüyor. Nereden geldikleri belirsiz daha başka ıslık, inleme, hişt pişt gibi sırlarla dolu sesler duyuluyormuş. Nihat Bey kara mürekkep koyuluğu ile taşları örten zifirî karanlığa bakmış, mezarlığın değişik perdelerdeki sözcülüğünü dinlemiş, garip bir korku ve ürperme ile titremiş. Fakat büyük bir metanet göstermeye uğraşarak gecenin bu korkunç sırlarını delmek için bisikletinin karpitli fenerlerini yakmış. Projektör gibi önüne tutmuş. Servilerin kımıldayan gölgelerine karışarak bazı hayaletlerin cilvelendiğini ve insanla canavar arasında zebaniye benzer şekillerin dans ettiklerini görmüş. Pek fena korkmuş.”
“Haydi sen de… İşin içinde bir büyültme, bir şişirme var. Nihat Bey zebaniyi nereden tanıyormuş da orada görünce bilmiş?”
“Zebanilerin bazı eski kitaplarda resimleri yok mu?”
“Çocuk olma. Hangi ressam yahut fotoğrafçı cehenneme girip çıkarak zebanilerin resimlerini yapmış?”
“İnsanlar görmedikleri şeylere hayal güçleriyle birer şekil veremezler mi? Ahiret ile ilgili olarak dünyada ne kadar resimler yapıldığını bilmiyor musun? Cennetteki Tuba ağacının resmini Mızraklı İlmihâl’de görmedin mi? Cehennemin, büyük meleklerin, Hristiyan inancına göre cennetin kapıcısı olan St. Piyer’in, şeytanların, ifritlerin müzelere giren ünlü tablolarını hiç seyretmedin mi?”
“Şeytanın yalnız resmini değil canlısını da gördüm.”
“Nerede?”
“Pandomimalarda… Şehzadebaşı tiyatrolarında… Kuyruklu, hayvanlar gibi tepeden iki uzun kulaklı, dışarı sarkık kırmızı dilli, simsiyah zenci bir şeytan… Zebani de ona benzer. Onun boynuzları da vardır. Ağzı bir kulaktan bir kulağa geniş, dişleri kazma gibi, yüzü gayet korkunçtur. Bu kaba resimleri eskiden çarşıda, kapalı dükkânların önünde kurulan resim sergilerinde, sahaflarda satılan kitaplarda görürdük. Bunların tabiattan örnek alınarak yapıldıklarına inanacak kadar budala değiliz. Fakat bizde de görmedikleri şeyleri yaratmada, Avrupalılardan aşağı kalmayan halk sanatçıları vardır. Bizde halk, Herkül’ün, Aşil’in, Perse’nin kim olduğunu bilmez fakat Köroğlu’nun, Şah İsmail’in, Arap Üzengi’nin resimlerini görünce tanıyanlar çoktur. Eski Arap ve Acem şairlerinin, sanatçılarının muhayyileleri bu acayip hikâyeler ve masallar alanında çok eserler doğurmuştur. Neyse, öldükten sonra elinde ateşten topuzlarla karşımıza çıkınca zebani hazretlerinin dünyada iken gördüğümüz resimlerine benzeyip benzemediğini anlarım. Sen şimdi zebaniyi, şeytanı geç. Sözüne gel. Nihat Bey mezarlıkta böyle gayet acayip yaratıkların gezindiğini görünce ne yapmış?”
“Fena hâlde korkmuş. Bisikletine atlayınca haydi babam, fertik…”2
“Ne tabansız insanmış. Neye kaçıyor? Mezarlığın içinde Tayfur’la Ferhat var. Bağırsa işitirler. Zebaniler, ifritler onlara dokunmayıp da Nihat’ı mı boğacaklar? Ey sonra?”
“Sonrası Nihat olayı bana hikâye etti. Beni bütün bütün meraka düşürmek için daha da zihin karıştıracak şeyler söyledi.”
“Seni meraka düşürüp de ne yapacak?”
“Tayfur’la Ferhat’ı bir gece ikimiz birlikte izleyelim diye bir teklifte bulundu. ‘İki kişi olursak birbirimize cesaret veririz.’ dedi. Ben de teklifini kabul ettim. Onların yolculuğa çıkacaklarını sezdiğimiz bir gecede Nihat’ın evinde iki bisiklet hazırlayarak bekledik. Ferhat yine böyle acele ile geldi. Tayfur onu kapının önünde karşıladı, o da bisikletine atladı, hemen yola saldırdılar. Kendimizi göstermemek için arada yeteri kadar bir açıklık bıraktıktan sonra biz de makinelerimize sıçradık. İzlemeye koyulduk. Mezarlık yolcuları bu defa Mevlevihane değil Silivri kapısı yolunu tutturdular. Mezarlık sınırına gelince yine bisikletlerini omuzlayarak içeri daldılar, biz de arkalarından hırsızlama adımlarla yürüdük.
Gökte ikinci dördüne girmiş küçük bir ay vardı. Onları izlediğimizi sezdirmemek için yine aramızdaki açıklığı korumaya dikkat ettik. Bu ahiret bahçesine daldık. Lakin ayaklarımıza dolaşan otlar, çalılar, birkaç parçaya bölünmüş mezar taşları, çukurlar, tümsekler, iki üç adımda bir birer siyah engel gibi önümüzü kesen serviler ilerlememizi çok zorlaştırıyordu. Gece vakti ölüleri çiğneyerek yürümesi insana türlü kuruntu ve huzursuzluk veriyor. Sanıyorduk ki, onları izlediğimiz gibi bizim de arkamızdan gelenler var. Bazen fena adım atarak uğradığımız sarsıntılarla yere kapanacak gibi oluyor, bazen bir mezar taşı ile kucaklaşıyorduk.
Bisikletlerin demirleri omuzlarımızı eziyordu. Aramızdaki açıklığın uzunluğuna rağmen önümüzde gidenleri seçebiliyorduk. Ferhat’la Tayfur sırtlarında taşıdıkları bisikletlerin furşları, gidonları arada bir ay ışığının yansıması ile parıldayarak servi gölgelerine bata çıka gidiyorlar ve ikide birde bir şeyi konuşur, tartışır gibi duruyorlardı. Birkaç defa mezar kovuklarına doğru eğilerek dikkatli dikkatli baktıklarını fark ettik. Gecenin bütün görüntüleri, bütün açıklığı yutarak siyah sırlara çevirdiği, korkular doğuran heybetli garipliği içinde yine hişt pişte benzer fısıltılar başladı. Bazen de kalplerimizin atışlarını duyacak kadar her şey susuyordu. Fakat bu derin sessizliğin de o kadar anlaşılır, o kadar belli bir dili vardı ki, bu sessizlikten de ürküyor, organlarımızda bir kesiklik duyuyorduk.
Nihayet Nihat çevremizi saran manevi kişilere işittirmekten çekinerek titrer gibi yarı anlaşılır bir sesle, ‘Feyzi, her adımımda bir ölünün kafasına basıyormuşum da hemen ayağımın altından bir şikâyet ve bir lanetleme sesi çıkacak sanıyorum.’ dedi.
Servilerin artmış, çoğalmış kokuları ile dolu ve bilmem içine ölü kemiklerinden, çürüyüp dökülmelerinden ciğerlerimizi sıkan, kalplerimizi ezen nasıl bir ağırlık karışmış nemli bir hava ara sıra görünmez bir el gibi yüzümüze, vücudumuza dokunuyor, burnumuza doluyor, tüylerimizi ürpertiyordu.
Birdenbire hafif bir kapı gıcırtısına benzer şikâyetli bir hüzünle bir servi inledi. Uzaktan bir gece kuşu buna çınlayan bir sesle karşılık verdi. Bu uğursuz iniltiyi andıran ses yankılar yaparak çevremizde dalgalana dalgalana söndü, içimizi üşüttü, damarlarımızı dondurdu.
Nihat yine ürkek ve titrek sesiyle:
‘Feyzi, şu uğursuz kuşun feryadı bana ne gibi geldi biliyor musun?’
‘Ne gibi geldi?’
‘Ey şu mezarlıkta yatanlar, uyanınız. Sırlarınızı çalmak için sizi çiğneyerek üzerinizde dolaşan bu küstahları çarpınız. Kendi yaşadığınız yerden, yurdunuzdan kovunuz.’
Nihat daha sözünü bitirmeden iri bir tekenin sakallı gölgesini görmemizle hemen arkasından gırtlaktan gelen, boğum boğum, kalın, hırıltılı melemesini işitmemiz bir oldu. Bu gizliliklerle dolu mezarlık hayvanı o kadar yakınımızdan geçti ki, hafif ay ışığının aydınlattığı yer üstünde beliren sivri çatal sakallı, şeytanı andıran başın ayaklarımızın arasından dolaşarak kaybolduğunu gördük.
Bu makinesiz film ürkütücü bir hızla işledi. Geçen şeyin bir hayal olmadığını, görüşlerimizin birbirinin aynı oluşundan anladık. İkimiz de aynı şekli görmüş, aynı korkunç sesi işitmiştik. Nihat benden daha fazla korkmuş olmalı ki, gölgenin bacakları arasından hızla geçişi sırasında sendeledi, hemen yüzüstü yere kapandı.”
“Canım ne var bir gölgeden bu kadar ürkecek? Besbelli çevredeki kasaplardan birinin tekesi otlamak için mezarlığa girmiş olacak. Hem seni şuna inandırmak isterim, ilk gidişinde Nihat’ın gördüğü zebani de yine bu hayvandan başka bir şey değildi.”
“Sen gel gecenin bir vakti o sakallıyı mezarlıkta gör de bak ne olursun. Hadi diyelim ki, bu bir keçidir. Fakat o ölüm dekoru içinde en masum hayvan ecinnileşiyor, rast geldiğini çarparak masallarda dinlediğimiz korkunç bir canavar kesiliyor.”
“Henüz sizi çarpmadı ya?”
“Nihat’ın düşmeden dirseği zedelendi.”
“Bunu çarpılma mı sanıyorsunuz?”
“ ‘Of, galiba kolum kırıldı.’ dedi. Sonra karşıdan, epey uzaklardan karaltılar peyda oldu. Dikkat ettik. Öyle bir sürü sakallının bize doğru geldiklerini gördük.”
“Koyun, keçi sürüleri olmalı.”
“Olmalı deyiminde kesin bir mana yok. Bunun için ürkmüş yüreklerimiz, korkmuş gözlerimizle durarak böyle aslı belli olmayan sürülerin yanımıza kadar gelmesini bekleyemezdik. Hemen kararı kaçmaya verdik. Nihat’ın incinmiş koluna girdim. Kendiminkinden başka onun bisikletini de bir parça yüklendim. Mezarlıktan çıktık. Ve işte böyle bu izlememizle hiçbir gerçeğe ermedik. Merakımız birkaç derece daha arttı. Yılmaz kutup gezginleri gibi ikinci, üçüncü, dördüncü seferlere hazırlandık. Fakat beyler her nedense böyle gariplikler ve gizliliklerle dolu gece yolculuklarının arasını bir süre kestiler. Son defa sıra ile üç dört gece bekledik. Konaktan bisikletler çıkmadı. Önce bu gecikmenin sebebini anlayamadık. Sonra Tayfur’un rahatsızlığını işittik. Acaba delikanlı mezarlığın uğursuzluğuna mı uğradı? Ölüler sırlarını anlamaya gelen dirilerden hoşlanmazlar. ‘Belki Tayfur, bir hayaletin kötülüğüne uğramıştır.’ dedik. O zamandan beri gece yolculuğuna çıktıkları yoktu. Bu acele gidişten yine ölüleri ziyarete başladıkları anlaşılıyor.”
“Bu tuhaf hikâyende hiçbir alay, şişirme falan yok ya?”
“Emin ol, sözlerimin eksiği var fazlası yok. Macera pek tuhaf. Her türlü hayalin çok üstünde bir tuhaflık görüyorum ben.”
“Kardeşim Feyzi, sen beni de meraka düşürdün.”
“Bu bilmeceyi çözmek için sen de bize katılır mısın?”
“Katıldım gitti.”
“Üçleşirsek gerçeğe ermek ümidi artar.”
“Şüphesiz. Hem de sizin gibi keçileri zebani sanarak kaçan tabansızlardan değilim. İşin sonuna kadar direnmekten vazgeçmem. Haydi bu geceden tezi yok.”
Feyzi saatine bakarak:
“Bu gece vakit geçti.”
“Böyle gizlilikleri çözmek için vaktin geçliği erkenliği hesaba katılır mı? Anlaşılan onlar gece yarısından sonra mezarlıkta bulunmak hesabıyla hareket ediyorlar.”
“Çok çalçenelik ettik. Ferhat’ı görür görmez hemen arkasından koşaydık belki yetişebilirdik. Şimdi onlar çoktan kale kapısından dışarı çıktılar.”
“Hangi kale kapısından?”
“Söyledimdi ya… Hangisi olduğu belli değildir. Her defa başka bir kapıdan çıkıyorlar.”
“Her hâlde biz yine de gidelim. Konağın önünü bir kolaçan edelim. Belki bir engel çıkmıştır da bu akşam henüz yola koyulamamışlardır.”
“Sana bizden ziyade merak sardı galiba?”
“Ne diyorsun kardeşim? Tayfur Beyefendi kıratında bir kibar oğlu ile Doktor Ferhat gibi bir fen adamının arkalarında iri çantalarla gece yarıları mezarlıklarda ne işleri var? Kaçakçılık mı ediyorlar? Hırsızlık mı, büyücülük mü?”
“Hazırda bir bisikletin var mı?”
“Kardeşimin rüzgâr gibi bir Pejo’su3 var. Silinmiş, yağlanmış, hazır duruyor. Yalnız lastiklere hava vermekten başka bir işi yok.”
“Zaten Nihat da beni bekler. Ferhat’ın arkasından hemen yola çıkamadığıma belki de kızmıştır.”
“Haydi öyleyse önce Nihat’a uğrayalım. Orada duruma göre bir karara varırız. Haydi, haydi durmayalım.”
İki delikanlı çayhaneden dışarı fırladılar.
2
Hızlı adımlarla caddeyi boyuna yürüyorlar, vakit kaybetmemek için hiç konuşmuyorlardı. Tepelerinden ışıklar saçan ay, sokağı hafifçe gümüşle bezemişti. Önlerinden koşan gölgelerine yetişmeye uğraşırmış gibi bir acele ile koşuyorlar, lakin öncülük eden o iki akıcı insan şekli her adımda daha ileri atılarak aralarındaki açıklık hiç değişmiyor, daima aynı ölçüde kalıyordu.
Şehzadebaşı’nın tuhafiyeci ve çeşitli eşya satan dükkânları kapalı idi. Enli saçağın gölgesine gömülmüş bir sıraya oluklu çinko kepenklerden bazıları kulak tırmalayan bir hırıltı ile iniyordu. Cami mezarlığının pencerelerinden iri kavuklu, yıkık, metruk mezar taşları, tarihimizin vakarlı bir dönemini sabitleştiren taş kesilmiş bir müze gibi ay ışığının yarı güne benzeyen sırlı beyazlığı altında heybetli heybetli bakıyorlardı.
Nihayet Feyzi sessizliği bozarak:
“Sadi, şu demir parmaklıkların arkasındaki ölülere bak. Ay ışığı ile mezar taşı gölgelerinin birbirine girift şekillerinde yüreğimi titreten bir şeyler okuyorum. Ve sanıyorum ki, o şeytanı andıran keçilerin çatal sakallarını hemen hemen göreceğim.”
“Yüreğini sıkı tut. O kadar kuruntulu olma. Şehir içindeki mezarlardan böyle korkarsan sonra sur dışındakilerle ne yapacaksın?”
Bukağılı Dede’nin önünden saptılar. Nihat, Tayfur’la kapı karşı komşu idi. Evin ziline dokununca hemen birkaç saniye içinde kapı açıldı. Nihat Bey gece yolculuğu için giyinmiş, hazırlanmış, sinirli, öfkeli bir hâlde karşılarına çıktı. Eliyle avlunun bir köşesinde dayalı duran bisikleti göstererek:
“Bravo Feyzi… Bir saatten beridir boğucu yürek çarpıntıları içinde seni bekliyorum. Neredesin Allah aşkına? Tayfur’la Ferhat o korkunç gizli gece yolculuğuna çıktılar. Bu gece gökte tam bir ay ışığı var. Ayın on dördü… Işık o kadar kuvvetli ki, izlemeye çıksaydım mutlak bu gizliliğin en önemli bir kısmını öğrenir, durumu az çok anlardık. Karanlıklarda gittik gittik bir şey anlayamadık. Böyle uygun bir geceyi kaçırdığımız için üzülüyor ve ümitsizliğe kapılıyorum.”
Feyzi özür dileyerek arkadaşının sırtını sıvazladı, yanaklarını okşadı:
“Ümitsizlenme dostum. Bak sana bir arkadaş daha getirdim. Ona bu sırlı geceleri, yaptığımız mezarlık yolculuklarını anlattım. Sadi bizden fazla meraka düştü. Hemen şimdi arkalarından gidelim diyerek iki ayağımı bir pabuca koydu.”
Nihat sinirli sinirli çırpınarak:
“Artık geçti. Onlar gideli bir saat oluyor. Yine arkalarında koca çantalarla bisikletlerine atladılar. Rüzgâr gibi uçtular. Bu gece hangi kale kapısından çıktılar? Ne tarafın mezarlığında bir sır arıyorlar? Bunu bilmiyoruz ki o semte saldırarak onları izleyelim.”
“Aldırma. Onlar ay ışığı demiyorlar, karanlık demiyorlar, bu pek acayip gece yolculuklarına devam ediyorlar. Bu gecekinin son ahiret yolculuğu olmadığına yemin edebilirim. Onlar yine çıkacaklar. Yarın gece, olmazsa öbür gece… Üç gece sonra… Beş gece sonra. Mutlaka çıkacaklar.”
“Çıkacaklar ama ben çok sabırsız bir adamım. İçimde bu merakla yaşamak bana âdeta işkence geliyor.”
“Bir insan gizli bir şeyi ne kadar merak ederse onun çözümü zamanında da o kadar büyük bir zevk duyar.”
“Fakat bundan sonra gelecek fırsatı kaçırmamalıyız.”
“Kaçırmayız. Şimdi Sadi ile üçümüz bu kovuşturma işini önemle konuşur, tartışırız. Rastlayacağımız güçlükleri ve onlara karşı alınması gerekli tedbirleri düşünürüz.”
Nihat Bey, “Buyurunuz, buyurunuz. Birer kahve, çay içelim. Uzun boylu konuşalım. Çünkü meselenin çekilecek her türlü derde, sıkıntıya değeri var.” diyerek misafirlerini orta katta bir odaya aldı.
Sadi Bey içeriye mehtap giren açık bir pencereden dışarı bakarak:
“Bu İstanbul ne kadar yansa, ne kadar yıkılsa, değişse hiçbir felaket onun yüzünden yüzyılların vermiş olduğu soyluluğu büsbütün silemiyor. İşte bakınız şu Tayfur Bey’in konağına… Konağın ay ışığı altında aldığı Orta Çağ’ı andıran manzarasına bakınız. Bunun zamane yapılarına benzer bir tarafı yok. Tamamıyla Frenklerin, ma-noir4 dedikleri eski yapılara benziyor. Mezarlık servilerinin, çitlembiklerinin, sarmaşıklarının ahirete ait sıkıntılı, siyah gölgeleri altında boğulmuş. Bu ölü bahçesine bakan pencereleri sık ve yukarıdan aşağıya bütün kafeslerle örtülü. Çevresini saran duvar değil âdeta kale hisarı. İçeride kalan serviler sanki bu kapalı kalıştan sıkılarak başlarını hapishaneden dışarı aşırmaya uğraşıyorlar. Sanki içeride dirilerin, ölülerin saklamaya çalıştıkları bir sır var. Zannedersiniz ki, burası insanlara mahsus bir ev değil, bıraktıkları kafes kemikleri şu mezarlıkta çürüyen ruhların armağanıdır.”
Feyzi de pencereye yaklaşarak:
“Sahi kardeş, baktıkça insanın kalbine ürküntü geliyor. Tayfur zengin çocuktur. Şişlileri, Nişantaşıları bırakıp da acaba neden konaktan ziyade cinli perili, uğursuz bir tekkeye benzeyen bu korkunç damın altında oturuyor?”
Nihat, Sadi’ye dönerek:
“Hiç konağın içine girdiniz mi?”
Sadi hâlâ gözlerini, zihinleri kuruntu ile dolduran manzaradan ayırmayarak karşılık verdi:
“Hayır…”
Nihat devam etti:
“Konağın içi, dışı gibi değildir. Öbür taraftan Marmara’ya karşı olan nezareti fevkaladedir. Ve her tarafı bir saray gibi mükemmel döşelidir. Bazı odaları birer küçük bedesten zannolunacak kadar antikalarla doludur. Hele büyük salon kıymetli kıymetsiz acayip eşya ile süslenmiş, görülmeye değer bir tuhaflık koleksiyonudur. Tayfur Avrupa’nın meşhur şehirlerini gezmiş, akla hayale gelmez tuhaf şeylerden ne gördü ise onların birer örneğini salonunda taklide uğraşmıştır.”
Sadi: “Ben Tayfur’la selamlaşırım ama böyle içten içe özel hayatını bilmem.”
Nihat: “Pek ziyade tuhaflıklar meraklısı bir çocuktur. Espirtizm,5 ölülerle ilişki kurmak, telsiz telgraf, telefon merakı, yıldızlarla haberleşme iddiası, fenne ait olsun olmasın her türlü delilik bu çocukta vardır. Komşumdur. Birçok hâllerini bilirim. Fakat öyle sıkı fıkı görüşülecek bir adam değildir.”
Sadi: “Bu delikanlı hakkındaki merakımı gittikçe artırıyorsunuz. Onun bu gece mezarlık ziyaretleri de bu bin türlü deliliklerinden biri olacak. Fakat nasıl etmiş de bu Doktor Ferhat’ı da kendisine uydurmuş? Ben onu pek ciddi bir genç olarak tanırım.”
Nihat: “Komşuma karşı dedikodu yapmayı sevmem. Lakin doktorun bu aile ile ilişkisi hakkında hiç de hoşa gitmeyen birtakım söylentiler duyuyorum. Ağızdan kulağa öyle kötü kötü sözler fısıldanıyor ki, aslı var mı yok mu? Bilmem. Günahı söyleyenlerin üstlerinde kalsın.”
Sadi: “Böyle Avrupalılaşmak sevdasındaki serbest fikirli adamlar bu mahallelerde öyle rahat rahat barınamazlar. En fena dedikodulara uğramaktan yakalarını kurtaramazlar.”
Feyzi: “Tayfur’un kişiliği üzerinde sonra konuşursunuz. Şimdi bu acayip çocuğun hareketlerindeki bilmeceyi çözmeye bakalım.”
Nihat: “Merakınız ciddi ise üçümüz el ele vererek bu çözülmesi zor işi pek çabuk halledebiliriz.”
Feyzi: “Nasıl?”
Nihat: “Önce her rahatsızlığı göze aldırmak ve hiçbir yorgunluktan yılmamak gerek.”
Sadi: “Zaten işin tadı orada. Bu rahatsızlıkların, yorgunlukların ne olduğunu söyleyiniz. Tekliflerinizin hiçbirine karşı bir şey söyleyecek değilim, işte size önceden söz veriyorum.”
Nihat: “Bu Tayfur’la Ferhat’ın gece hareketlerinde hiçbir düzen yok. Belki yarın gece yine giderler. Belki üç gece, dört gece sonra…”
Feyzi: “Hakkın var.”
Nihat: “Bunun için siz yarından başlayarak her akşam bana misafir olursunuz. Allah ne verdiyse yeriz. Avluda alesta üç bisiklet bulundururuz. Pencere arkasından onları gözetleriz. İkisi konağın kapısından çıkar çıkmaz biz de makinelerimize atlar, biraz ara vererek onları izlemeye koyuluruz. Olmaz mı?”
Feyzi sözü biraz şakaya bozarak:
“Niçin olmasın? Zaten ben karın doyurmak için akşamları düşecek yer arıyorum. Sen kabul ettikten sonra bu ne olduğu bilinmeyen işin aydınlığa kavuşacağı zamana kadar buraya kapılanmak benim canıma minnet.”
Bu sırada oda kapısından ihtiyar bir uşak görünerek:
“Beyefendi, misafir geldi. Müsaade ederseniz yanınıza çıkmak istiyor.”
Nihat çatık bir suratla:
“Kim?”
“Mahalle camisinin meyzini…”6
Ev sahibi iki misafirine dönerek:
“Ne dersiniz, gelsin mi?”
Feyzi: “Niçin gelmeyecek? Tabii gelsin… Biz konuşacağımızı konuştuk. Kararımızı verdik.”
Bir dakika sonra eski bir abaya sarınmış, kır sakallı, derbeder, sarıklı, ihtiyar bir softa içeriye girdi. Eli göğsünde, boyun keserek dervişçe bir selamla alçak bir sedirin ucuna ilişti.
Nihat Bey: “Merhaba meyzin baba.”
Meyzin: “Merhaba evlat.”
Nihat Bey: “Hayrola?”
Meyzin: “Yok, hiçbir şeyde hayır kalmadı. Üzerimizden bir Tanrı gazabı esiyor. Bu gidişin ilerisini iyi görmüyorum. Biliyorsunuz, cami-i şerifin meyzini de benim, imamı da, kayyumu da… Siliyorum, süpürüyorum. Beş vakit ezanı okuyorum. Bazı geceler kendi kesemden iki kandil yakıyorum. Cemaat gelmiyor. Biz böyle günlerde Tanrı’ya yalvarmazsak, onun evine uğramazsak ne zaman ibadet edeceğiz; Tanrı’dan günahlarımızı bağışlamasını dileyeceğiz? Topal Hafız’ı bilirsiniz. Mevlit okur, mukabele okur, aşır okur geçinirdi. Önceleri camiye o gelirdi. Yatsı namazlarında ikimiz cemaat olur, namazımızı kılar, ikişer sure okurduk. Hafız sizlere ömür, Hakk’a yürüdü. Artık cemaat gelmiyordu. Fakat halkın bu imansızlığına, bu ihmaline, tembelliğine alıştık. Kimse gelmese de cami-i şerif kutsallığını muhafaza ediyordu.”