Книга Gönül Ticareti - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Gönül Ticareti
Gönül Ticareti
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Gönül Ticareti

***

Bu tuhaf şikâyetlerinin heyecanlarından yorulan bayan başını koltuğun arkalığına verdi. Göğsü kapanıp iniyor, göz kapakları kısılıyordu.

Doktor yarım bardak suya birkaç damla eter akıtarak “Alır mısınız?” dedi.

“Teşekkür ederim, daha sonra…” cevabıyla gözlerini bütün bütün yumdu.

Doktor, bu “asthenique” yüzü incelemeye koyuldu. Bir zaman dinlendikten sonra sinirli kadın korkulu bir uykudan uyanır gibi birdenbire doğruldu. Yine doktorla göz göze geldi.

Doktor çok yumuşak bir davranışla:

“Dinlenmek ihtiyacındasınız. Fakat bir iki soruma daha izin verir misiniz?”

Baygın ses:

“Buyurunuz.”

“Siz kocanızı sevmiyorsunuz ama anlaşılan o sizi çok seviyor.”

“İşte felaket buradan kopuyor ya… Duygularımız tersine olarak birbirine çok uygun.”

“Ondan nefretinize yol açan hâllerin çeşitlerini de lütfen anlatır mısınız?”

“Peki, işte kordiyal alınacak sıra geliyor. Ne kadar büyük bir mütehassıs, bilgin, duygulu doktor olsanız yine içinde yandığım cehennemin azabını anlayamazsınız. Bunu hakkıyla duyabilmek için aynı hâle düşmüş bir kadın olmalısınız. Sizi zorla kolları arasına çekmek hakkı olan koca bir yılanın nefesiyle zehirlerini ruhunuza akıta akıta kolları arasında kemikleriniz çatırdarken birkaç kere bayılıp ayılmalısınız.”

“Hâli, şekli nasıldır bu adamın?”

“Şamandıra gibi, iskele babası gibi kısa, kalın… Tüylü, varisli, şişko! Bacakları, tırnakları kör, düztaban! Ayakları katmer katmer hasırlı, topukları görülecek şey değil. Nefret uyandıracak bu çirkinlikleri kadından saklamak gerekirken o, hiç ilgisiz sere serpe oturuşlarıyla bu gudubetliklerini insanın gözüne, burnuna sokar. Kalın ense, yusyuvarlak yüz, ortası çökük küçük burnuyla tam bir buldok kafası… Gamsız, duygusuz adam, dünya yıkılsa umurunda değil… Ağlanacak şeylere güler, obur gibi yer, horul horul uyur. Sabahleyin uyanıp da iki kol, iki bacağıyla hayvan gibi çatır çatır gerine gerine, kaba bir mahmurluk almış şişkin yüzüyle beni döşeğe bir çağırışı vardır. Veriniz bana bir yudum kordiyal…”

Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir hâlsizlikle geri verdi. Yine yumuk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra “Ah!” dedi. “Ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençlikten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini içeriye çeke çeke ‘Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir bana kevserini yudum yudum…’ Her söz başında tekrarlanan bu ‘karıcığım’ bayağılığı beni kusturacak bir hâl getirir: ‘Benim çilek dudaklı, şekerli, gevrek karıcığım…’ Muhallebici, pastacı, manav dükkânlarında tatlı, mayhoş ne varsa artık ben oyum. Oburun şairliği midesinden gelir! Karıcığım… Karıcığım… Zuhuri’den, Karagöz’den halk diline miras kalmış kaba ağızların sakızı bu bayağı, soğuk iltifat beni bitirir. Sonunda istek dolu gözlerini üzerime dikerek saldıracak bir taşkınlık aldığı zamanlarda beş kat binadan kendimi aşağıya atacak bir çılgınlığa tutulurum!”

Bayan ellerini arkaya atarak titreye titreye can verir gibi ağır fakat dolgun bir nefes boşalttı. Gene yumulup açılan gözleriyle süzüldü. Doktor onu bir zaman dinlenmeye bıraktıktan sonra ricalı, çok yumuşak bir sesle “Hanımefendimiz…” dedi. “Burayı bir ‘confessionnal’, beni itiraf dinleyen bir papaz farz etmiştiniz.”

“Evet.”

“Bu papazın görev olarak sizden bir sır sormasına izin verir misiniz?”

“Buyurunuz.”

“Kocanızdan şiddetle nefret ediyorsunuz?”

“Bütün kuvvetimle…”

Doktor alçalttığı sesine bir gizlilik yumuşaklığı vererek onun kulağına âdeta üfler gibi fısıldadı:

“Sevmediğiniz kocanızdan boş kalan gönlünüze girmiş başka bir erkeğin sempatisi var mı?”

Bu soru karşısında tıkanma hıçkırıkları geçiren kadının vücudunu ansızın bir ıspazmoz sardı. Yaralı bir kuş kanadı çırpınışıyla elini doktorun ağzına uzattı, kısık kısık:

“Hayyyyy susunuz, Allah aşkına susunuz! Uçurumun kenarındayım. Burada duralım… Beni daha öteye itmeyiniz. Hayatın en büyük hakları cinayet biçimine sokan öyle zalim durumları var ki…”

Bir “défaillance”3 hâlinde yalnız biraz kordiyal aldı. Vücudunun el ve elektrik masajlarına izin vermedi.

“Çok söyledim… Kesildim… Kesildim… Bindiriniz beni arabama…”

Birdenbire onun gözlerinin önüne açılan uçurumun korkunçluğundan kaçmak istediğini doktor anladı. Fakat bu zavallı kadın için bu kaçış mümkün müdür? Çünkü o kendini kenarında saydığı uçurumun ta dibindeydi.

Hasta ruhunun bütün acıları dışarı vuran yalvarma dolu gözlerini şimdi biraz pişman, biraz şaşkın anlatışlarla doktora dikerek:

“İtiraflarım bu kuyuda sonuna kadar gömülü kalır değil mi?”

“Hiç merak etmeyiniz. Mesleğine saygılı bir doktor bir papazdan daha çok sır tutar.”

Titrek eliyle ücreti masanın üzerine bıraktı.

Doktor: “Ne bir ilaç aldınız ne de tek bir öğüt.”

Bayan: “Kanımda fazla biriken zehirleri biraz döktüm. Bu yeter…”

Koltuğuna giren iki kişinin yardımıyla bayan yarı baygın bir hâlde otomobiline bindirildi.

Doktor son ayrılış selamıyla bu devasız hastanın arkasından acı acı düşündü.

“Gelecek yüzyılda kadınlığın alacağı tam “emancipation”u4 bu yüzyılda yaratmaya uğraşan işte zavallı bir ruh hastası… Kıskançlık kurşunlarıyla delik deşik edilmeye hazırlanmış güzel bir vücut!” dedi.

HANGİSİ DAHA ZEVKLİ?

Bu öldürme işi ortalıkta günlerce heyecan çalkandırdı. Aldatılan koca aldatan kadını öldürdü. Olan iş adi, hemen her gün olan biten işlerden biri. Hıyanet ve intikam… Öldüren koca; yargıçların önünde beraat edinceye kadar sinirli krizler, ruhi coşkunluklar içinde çok titredi. Terledi. Terletti. Suçluları tam suç işledikleri zamanda yakalamak için tamam bir buçuk yıl gizlice bu hıyanetin peşinden dolaştığını tıkayıcı hıçkırıklarla sarsıla sarsıla anlatıyor, kendini kaybedip tekrar bulmaya uğraşırken uzun aralıklarla sözü kesiyor, yargıçları bekletiyordu.

O sadakatsiz kalbe kurşunu sıkınca sevgili karısı “Kıyma bana Haşim! Ah bilmezsin, ruhum senin, vücudum bu adamındır!” diye âşığını işaret ederek can vermişti.

Peyman’ın bu son sözü katil kocanın beynine ateşten bir muamma damgası yakıcılığıyla işlemişti. Bu ne demek olacaktı? Haşim Ulvi ruha inanmıyordu. Bu, son aldatıştı. Ona verilen bu blöf ruh şimdi neredeydi? Fakat niçin aldatıyordu? Ölürken bile aldatıyordu. Apaydın iş karşısında…

Haşim Ulvi bu hıyanetin belirgin izleri üzerinde karısının aldığı yalancı muhabbet, sahte sadakat tavırlarındaki her zamankinden başka aldatıcılık ustalığına şaşıyor. İçten öyle hileli hıyanet yüreği taşırken dıştan o kadar sıcak bir içtenlik gösterebilmesindeki şeytanca yatkınlığı karşısında aklı çileden çıkıyordu. Bu bir buçuk yıllık dayanışının azabı içinde yanarken intikam hırsıyla yüzü ateş kesiliyor, gözlerini kan bürüyor, dişleri gıcırdıyordu.

Haini öldürmekle yüreğinden hıyanet acısını söndürememişti. Acısını gideremeyen bu ölümün ne yararı olmuştu sanki? Düşüne düşüne duyguları, düşünceleri yavaş yavaş başkalaşıyor, eski şiddetlerini kaybederek ölüden yana dönüyor, yüreğinde Peyman’a karşı acımaya, özlemeye benzer bir şeyler uyanıyordu. Karısının sıcak bakışlarıyla onu okşayan kumru göğsü menevişli gözlerinde büsbütün baştan çıkarıcı bir büyücülük kuvveti olamazdı… Bu baştan çıkartmaların sevgiyle karışıklığını şimdi seziyor, bu gerçeği kalpten kalbe akan hileye sığmaz derin bir anlatımın içtenliğiyle anlar gibi oluyordu. Fakat o hâlde, aman ya Rabbi o hâlde bu koca sevgisini kendisini başka birine vermekle niçin kirletiyordu? İki karşıt sevgi tek bir gönüle sığar mıydı? Haşim Ulvi bu çetin muammanın önünde, karısının can verirken etmiş olduğu şu itirafını düşünüyordu: “Ruhum senin, vücudum onun.” Bu sözden doğru bir gerçek çıkarmak ne zordu. Düşüncelerinin labirentleri içinde aklı dolaşarak pusulayı şaşırıyordu.

Peyman’ı birkaç kere rüyalarında gördü. Bağışladı. Barıştı. Göğsü üzerinde onu ruhuyla bir edecek şiddetle bir helecanla sıktı. Bu, Haşim Ulvi’yi hayat kâbusundan uyandıran garip bir rüya idi. Ölü kadınla diri kocanın sevinç, mutluluk yaşları birbirine karışmıştı. Yürek çarpıntılarıyla kan ter içinde gözlerini açtı. Niçin uyandı? Keşke bütün ömür bu kısa rüyadan ibaret kalaydı? Peyman’ı öldürmemiş olaydı rüyadaki bu bağışlama, bu barış, bu kaynaşma mutluluğu hayatta da böylece bir gerçek olabilecek miydi? Ağladı… Ağladı… Onu rüyalarında görmekle mutluluk duyduğu Peyman şimdi nasıldı? Gömüldüğü yeri bile bilmiyordu.

***

Haşim Ulvi benliğini törpüleyen bu ruh hâlinin işkencesiyle ezilirken tuhaf bir mektup aldı. Bilinmeyen bir kalemin ürünü… Kendini tanıtmayan bu kimse, ona yüreğinin en derin, en işkenceli sırlarını acı bir içtenlikle açıyordu:

Haşim Ulvi,

Zavallı koca… Cinayetinizin üzüntüsünü, acılarınızın derinliklerini aynı hızla kendi ruhumda duydum. Duruşmanızı dinlerken içimde çöreklenmiş aynı yılan, en duygulu damarlarımdan döne döne beni sokuyordu. Sanıyordum ki manevi bir radyo benim gönlümdekileri size söyletiyor. Çünkü ben de bugün aldatılan bir kocayım. Ölmüş karınız yaşayan karımın aynı yaratılıştaki kız kardeşidir. Ben de öldüreyim, iş olup bitsin öyle mi? Hayat sınavlarıyla kafaları olgunlaşmamış, gerçeğe yabancı, acemi şairlerin ona göklerde mekân verdikleri aşk, insan yüreğinin en aşağılık bir hastalığıdır. Yakalananları yükseltmez, alçaltır. İşte ben alçaldım. Esfel-i safiline iniyorum. Bu alçalışımın hikâyesi köpekten insana kadar olan aşk kanunlarında işitilmemiş bir devrimdir. Karımın aşkı beni ince damarlarıma kadar cin tutmuş bir şiddetle pençesine almıştır. Cesedimi lime lime etmeden ruhumu ondan kurtaramam. Karıma sıkacağım kurşun onu bitirmeden beni öldürür. İkimiz birden ölelim… Bu bir marifet değil. Cehennemin derinliklerinde neler var? Hüner, bu derinliğe inmektedir.

Azizim Haşim Ulvi,

Ben bu sevda tekkesinin çilekeşliğiyle büyük gerçeklere erdim. Ölümü, aşka deva yapmak ahmaklığından kurtuldum. Söyleyeceklerimden tiksinerek yüz buruşturma. Eski “stoicien”ler gibi karı kocalıkta nefis ezasını safa yapan bir tür felsefenin mucidi ve tek müridiyim. Belki bu hıyanet mabedinde gizli din kullanan başka kocalar da vardır. Biliyorum Haşim Ulvi, dert ortağım Haşim Ulvi, ruhunda deşilen aşk ufunetinin kanlı cerahatleriyle şu anda yüreğinin sızladığını biliyorum. Acıların en korkuncu!.. Bu ejderin öldürücü dişlerine karşı koyabilmek için ne yapmalıyız? Yavaş yavaş vücutlarını öldürücü zehirlere alıştıranlar yok mu? Koleradan kurtulmak için koleraya, tifodan kurtulmak için tifoya, kuduzdan kurtulmak için kuduza aşılananlar yok mu? İşte ben aşk hastalığının bu serumunu buldum. Aşılandım. Onun kurbanları sürü sürü ahmaklar gibi ben bu dertten ölmeyeceğim. Ve kimseyi öldürmeyeceğim. Büyükbabalarımız sadakatsiz aşüfteyi öldürürlermiş. Bu atadan kalma şeyin vahşetinden yüreklerimizi temizlemeliyiz. Aldatıcı düşüncelerin sakatlıkları üzerinde inatla durmak, geçmiş yüzyıllara dönmek demektir. İnsanlıksa yenilenmek çılgınlığıyla çırpınıyor.

Ben karımı seviyorum, o da başkasına gönüllü… Ama günahını sezdirmemek için bütün şeytanca ustalığıyla beni idare ediyor. Bırakayım da büsbütün sevgilisine gitsin. Hayır! Öldüreyim de aşkım toprağa gömülsün. Hayır! Sevmek hayatın en büyük tadıdır. Sevgiyi şiddetlendiren kıskançlık bu tadı da aynı ölçüde büyülüyor. Cinsî duyguları doygunluk hâline gelmişlerin karı kocalıklarında ne tat kalır? Karım bana hıyanet cehenneminin alevleri arasında cennetin gülistanlarını gösteriyor. En bayıltıcı güllerini koklatıyor. Cennetin tatlarını cehennemin alevleriyle karıştırarak beni öldürüp öldürüp diriltiyor. Ben bu anlatılmaz zevkin ateşleri içinde Âşık Kerem gibi tüterek yanıyorum.

Dikkat ederim. Sevgilisiyle buluşmaları uzun aralıklara uğradığı zamanlarda sinirlenir. Bu özlemle âdeta hastalanır. Duygularında bana karşı olan nefrete yakın doygunluğunu bildirmemeye çalışarak kendini kollarımın arasına cansız bir bırakışı vardır. Bu fedakârlığın tepkisini gösteren bir iki hıçkırıkla sarsılır. Beni de titretir. Sorarım:

“Ne oluyorsun karıcığım?”

İnler:

“Sinir hâli.”

O anda benim sinirlerim de en son derecede gerilir. Kollarımın arasında bütün gücümle sıkar, hırpalar, didikler, dişlerim. Onun yüreğinden bu hıçkırıkları koparan kuşkusuz o hain sevdadır. Yatıştırılması bir zamancık uzamış o günahkâr sevda… Bu gerçeği benim bildiğim kadar karım da kendisini aç bir canavar hırsıyla ısırışımın nedenini anlar. İşte böyle geçiniriz.

Azizim Haşim Ulvi, öyle zehir tiryakileri vardır ki alıştıkları zehirlerin hiçbir çeşidi artık onları tutmaz olur. Sonunda avuçla arsenik yalarlar. İşte ben hayata dayanabilmeyi aşkın bu zehir dolu kadehini çekerek sızmakta buluyorum.

Dert Ortağınız.

Haşim Ulvi kendini bir boşluğa çeken bulantılı baş dönmeleri arasında düşündü, düşündü. Muammayı çözemedi. Yılanı öldürmeli mi? Zehrine mi alışmalı?

Hangisi daha zevkli?

BENİM BABAM KİMDİR?

Mesut (41) anlatıyor:

“Görüyoruz ki tabiat bütün yaratıklarını döl yetiştirmeye, kuşak üretmeye şiddetle zorluyor, insan, hayvan dünyayı bu canlı kalabalıklarla doldurmaktan amaç nedir? Karşılık bir ses alamadığımız bu sorunun cevabını yine kendimiz düşüneceğiz.

Tabiatın bu zorlamasında kullandığı yaman kırbaç da aşktır. Hepimiz bu silahın şakırtısıyla doğduk. Bazılarımızı şairleştiren, bazılarımızı da canileştiren bu aşk kapanına içimizde tutulmayanımız da yok gibidir.

Ahlak ve kanunun vurduğu dizginlerle bu duygunun pratiğinde hayvanların serbestliğinden ayrılıyoruz. Birtakım sınırlanmalarla bağlanıyoruz. Fakat en büyük şiddetini bu uğraşta gösteren tabiatla tepişebilmekteki kudretsizliğini anlayan kanun bu sınırlamalarını gittikçe gevşetiyor. Bunun sonu neye varacak? Şimdi uygarlıkla vahşiliğin arasındayız. Her iki uç birleştiği zaman uygarlıkta mı çok ilerlemiş, hayvanlığa mı daha çok yaklaşmış olduğumuzu anlayacağız.

Ben zamanın kanuna kontrband giden5 iki günah işleyenin suçlarının sonunda meydana gelme bir ürünüm. Anamı, babamı tanımıyorum. Üç günlükken beni bez parçalarına sarıp sarmalayarak cami kapısına bırakmışlar.

Ben hangi soysuzların kanlarından akarak dünyaya gelmişim? Gecelediğim cami kapısında nasıl olmuş da kedilerin, köpeklerin dişlerinden kurtulmuşum? Bu âleme yeni açılan gözlerimi nasıl olup da fareler, kargalar oymamışlar?

Sırf hayvani zevklerine kapılıyorlar, bu aşıdan hiç beklemedikleri doğal meyve meydana çıkınca şaşıyorlar. Tabiatın insanlara bu zevki, o önemli döl işini gördürmek için verdiğini anlayınca bu zavallı ürünü hemencecik yok etmeye uğraşıyorlar.

Hayattaki ilk feryatları hela kuburlarında, bırakılmış kuyularda susturulan zifirî gecelerin kara dalga beşiklerinde uyutturulan bu küçüklerin yasını kim tutacak? İstatistiklerini kim yapacak? Anayı, babayı bu cinayetlerinde durdurmak için sosyetenin alacağı bir önlem yok mudur? Bir gün gelip de her ne biçimde olursa olsun doğurmanın ayıp sayılmayacağını kabul edecek kadar cemiyetin ahlak düşünüşünde bir değişiklik olmayacak mı? Bu sorunların bazı memleketlerde olumlulaştığını görmüyor değiliz.

İnsanlık, nüfusu bu kayıptan nasıl kurtaracak? Eski ahlakın utanç kanunlarına uyarak mı, yeni başlayan cinsel serbest rejimle mi? İnsan mı kalacağız, köpekleşecek miyiz? Dünyaya gelir gelmez ters yüzüne geri çevrilen bu ölüm hükümlülerinin haklarını savunma işinde hangi büyük avukatın sesi yükselecek?

***

Beni kundakladıkları paçavraların içinde şöyle bir kâğıt bulunmuş:

Türk çocuğudur. Bir hayır sahibinin eline geçip de yaşamak bahtına ererse adını Mesut koysunlar. 41 sayısını da soyadı versinler. Mesut 41. Onun masum yüzünü sıcak gözyaşlarımla yıkayarak cami kapısına, Allah evinin eşiğine bırakıyorum. Önce Tanrı’ya emanet ediyorum, sonra kullardan şefkat diliyorum.

Hey anacığım karanlık gecenin ıssızlığında sessizce mabedin sokak eşiğine bıraktığın bir haram ürününe mutluluğu nasıl yaraştırıyorsun? Bana çok acı bir alay duygusu veren bu garip dileğinin arasından gene bir analık şefkati sezer gibi oluyorum.

Anacığım, anacığım… İkimizi birbirimize bağlayan bu söz bana ne kadar hoş geliyor. Kim bilir, nasıl yenilmez sosyal nedenlerin zoruyla beni karanlık sokağın tehlikelerine bırakmamış olsaydın sıcak kucağında tatlı sütünü emerek büyüyeydim, o zaman ikimiz de mutlu olurduk.

Gece rüyalarımda, gündüz hülyalarımda kendimi cami kapısına bırakılmış bir kundakta haykırır, seni üzerime eğilmiş ağlar görüyorum. Bu benim gözlerimin önünden kovamadığım düşüncedir. Uykularımı kaçıran bir musallat…

Hiç görmediğim yüzüne türlü türlü biçimler veriyorum. Sen bana karanlık gecelerde görünen, ağlayan, ağlatan hayalet bir anasın. Belki yüzümde, vücudumda senden ve gene hiç tanımadığım babamdan geçme benzerlikler taşıyorumdur. Bu kalıtımın torunlarıma da geçeceğinden titriyorum. Atadan kalma bir etkiyle ruhça size çekmiş olmaktan ödüm kopuyor. Hayata aktığım oluğun bayağılığına karşın ne olursa olsun namuslu yaşamak istiyorum. Siz kimsiniz? Nesiniz? Bir hırsız, bir orospu… Namus kanunlarından sıyrılarak cemiyet içinde kaçakçı yaşayan iki sefil… Aman ya Rabbi, beynimi yakan bu korkunç düşünceler arasında yüzümün kızartısını avuçlarımın içinde saklıyorum. Doğuş faciamı bilenlerin kuşkulu bakışları altında eziliyor ve kendi kendimden şüpheleniyorum. Ben hangi yaman asıldan gelme bir soysuzum?

Anam olacak kadının Mesut adı altında bana kırk bir numara markasını vurdurmak istemesinden amacı nedir? Bu işaretin kılavuzluğuyla acaba hayatımı adım adım izliyor mu? Hayatımda yaşayan bu hayaletlerin bir gün et ve kemik maddiliğini almış birer gerçek olarak karşıma çıkıp da ‘Ben ananım… İşte bu da baban…’ demelerinden korkuyorum.

Nerede hırsızlıktan tutulmuş ihtiyar bir serseri, nerede merkeze sürüklendirilen yaşlı, yüzü makyajlı, ahlaksız bir kadın görürsem acaba onlar mı diye helecanlar geçiriyorum.

***

Gecenin kara sessizliği içine bırakılan kundağı köpeklerin dişlerinden Nasuhi Efendi adında bir hayır sahibi kurtarmış.

Beni öz evladından hiç farksız bir şefkatle büyüterek yetiştirdikten sonra da kendine damat etmek lütfunda bulundu. Dünyada kötülerin fenalıklarına karşı kefaret yerine geçen iyilerin bulunduğu da inkâr olunamaz. Yoksa bu âlem dayanılmaz bir hıyanet, bir anarşi dünyası olurdu.

Otuz bir yaşında, resmî, önemli bir kuruluşun ikinci şefiyim. Refah içindeyim. Kız ve oğlan iki de nur topu gibi çocuğum var. Çevremden her zaman itibar, saygı görüyorum. Bu nimetlere, bu saygılara hakkımı ispatlamak için bataklıktan kurtulan ruhumun olgunlaşmasına uğraşıyorum.

Kurtarıcı babalığım Nasuhi Efendi kim bilir nasıl bir düşünce ile kundağımdan çıkan kâğıdın ricasını yerine getirmekten kendini alamamış, bana ‘Mesut 41’ adını vermiş?

***

Bir gün içeriye giren odacım Mustafa, gizli bir şey söyleyecekmiş gibi bir davranışla kulağıma eğilerek ‘Kılıksız, ihtiyar bir kadın sizinle özel görüşmek istiyor. Savmaya uğraştım, bir türlü defolmuyor.’ dedi.

Birdenbire titredim, o zamana kadar bütün gecelerimde kâbuslar içinde beni titreten o korkunç hayalet işte sonunda maddileşerek gündüz aydınlığında apaçık karşıma çıkıyordu.

Ne tutum almalıyım şimdi? Rahatsızlık veren bir dilenci gibi anamı kovmalı mıyım? Yoksa insancıl bir oğul gibi karşılamalı mıyım? Hangisine layıktır bu kadın? Dokuz ay beni karnında taşıdı. Ayıbını örtmek için binlerce benzeri gibi beni boğmayarak cami kapısına diri bırakması da analık yüreğinin bir görünüşü sayılmaz mı?

Odacıya ‘Çağır gelsin… Fakat onun burada bulunacağı sürece içeriye kimseyi bırakma.’ dedim.

Açılan kapı içeriye giren ufak tefek bir kadının üzerine kapandı. Yırtık pırtık bir işçi kıyafetinde… Gıdasızlıktan yüzünün buruşuk derisi anemik bir toprak rengi almış. Aç hayvan bakışıyla üzerimde dolaşan gözleri kuru…

Ben hiçbir şey anlamazlıktan gelerek çatık bir suratla sordum:

‘Kadın, ne istiyorsun?’

Boynunu bir yana eğdi, bakışı baygın bir süzgünlükle tatlılaştı. Helecandan göğsü kabarıp iniyordu. Anlaşılmaz bir şeyler kekeledikten sonra ‘Söyleyemeyeceğim, tıkanıyorum.’ dedi.

Aramızda acıklı bir sır vardı. Ama bunu söylemeye nasıl cesaret edecekti? Yaşlı kadının sönük gözlerinde şimdi uzun bir hasretin ateşleri kıvılcımlanarak yüzüme baktı, baktı, sonunda baygınlık geçirir bir hâlde yüzüstü yere kapandı. O kuru gözlerinden şimdi sıcak yaşlar boşanıyordu. Aynı helecanla benim yüreğimi de çarpıntı aldı. Dayanıklılığımı korumaya çalışarak ‘Kalk kadın, ne oluyor?’ dedim.

Hâlsizce doğruldu. Sevgi pırıltıları seçilen gözlerini bana dikti. İniltiye benzer bir deyişle ‘Mesut 41. İzin ver, birkaç dakika yüzünü göreyim.’ dedi.

Şimdi daha üzücü bir dikkatle göz göze geldik. Aman ya Rabbi, toprağa dönmüş sefalet örneği bu iskelet yüz içinde bile bana ne kadar benziyordu. İçimden patlayan bir damarın sıcak kanı ığıl ığıl yine içime aktı.

Ana, oğul kanlarımız kaynaşıyordu. Ben otuz yaşından sonra ana sesi duyuyordum. O, cami kapısına ağlar bıraktığı kundağı koskocaman bir adam olmuş görüyordu. Aramızda gittikçe artan ısınmayı fark eden kadın beni yumuşatan hıçkırıklar içinde ‘Oğlum, ben ettim, sen etme!’ diye yalvarıp inledi.

Cinayetinden utanır bir davranışla iki avcuyla yüzünü kapadı. Boğula boğula ağlıyordu. Ben de tepeden tırnağa kadar bir ıspazmoz geçiriyordum. Fakat içimdeki yumuşamayı yenmeye uğraşarak:

‘Kadın, analık iddiana karşı çıkarak ben seni şimdi karşımdan kovabilirdim. Ama aldığım terbiye ile yükselen vicdanım bunu yapmama elverişli değildir. Çünkü yüzünde analığımın inkâr edilemez izlerini taşıdığını görüyorum. Evet, kuşku yok senin oğlunum. Bir şartla günahını affetmeye de hazırım, sorularıma doğru cevap verirsen.’

Anam şimdi bana biraz daha yaklaştı. Titreyen kansız dudaklarıyla:

‘Veririm evlat, veririm. Allah bir, doğru cevap veririm…’

‘Cami kapılarına, karanlık sokaklara bıraktığın çocukların ben kaçıncısıyım?’

O, gene, şimdi elleriyle yüzünü örterek iki hıçkırık arasında cevap verdi:

‘Üçüncüsü çocuğum, üçüncüsü!’

‘O kardeşlerim ne oldu?’

‘Sorma da söylemeyeyim! Sokağa bırakılan daha yeni canlanmış et parçası ne olursa… İşte yalnız sen kurtuldun, Tanrı yalnız sana acıdı. Hayattan yalnız senin nasibin varmış.’

Şimdi anamdan çok ben titriyordum. Soruda devam ettim:

‘Babam kimdir benim?’

Anam bir bilinmezi çözmeye uğraşır bir dalgınlığa vardıktan sonra:

‘Uzun zaman elinden yakamı kurtaramadığım Teke Hasan adında yarı deli bir sarhoş.’ ‘Şimdi nerede?’

‘Bir hırsızlık ve öldürme suçundan yedi yıl ceza yedi. Hapishanede öldü.’

Oh, o büyük üzüntüm arasında babamın ölümü sevinciyle yüreğim biraz ferahladı.

Babam bir hırsız, bir katil, anam işte böyle bir hayduda yaraşır bir dişi… Bu iki sefilden doğan ben bir gün gelip de par atavisme6 bu soysuzlara çekecek miyim? Bu kuşkunun yılanı içimde gene kıvranmaya başladı. Umutsuzluğum derindi. Yoksa gördüğüm öğretim, aldığım eğitim sonunda damarlarımdaki pis kan temizlenmiş miydi? Anamı bir zaman iğrenç getiren bir acımayla seyrettikten sonra sorguya giriştim:

‘Vücudundan kopan bu yavrucakların kundaklarını sokakların karanlığına bırakırken içinde hiçbir acı duymaz mıydın?’

‘Duyardım oğulcuğum… Yüreğim sızlardı ama elden ne gelir? Nikâhsız erkeklerden olan çocukların toplumda yeri var mı? Ve sonra beslemeye anada, babada güç? Onları ne diye, ne adla, kime tanıtabiliriz? Bizi çirkefte bırakan sosyetenin bizden çoluk çocuk beklemeye hakkı yoktu. Kazara büyüyerek alınlarına piç damgası vurulan çocuklarımız da hayatta bizim birer örneğimiz olmuyorlar mı? Ne yarar olacak onlardan dünyaya?’

Şu soruyu sormaktan gene kendimi alamadım:

‘Benim Teke Hasan’dan olduğuma kesinkes emin misin?’

‘Ne bileyim oğul, sana doğru söylemeye söz verdim. El karıları nikâhlı kocalarına bile hıyanet ediyorlar da biz bu nikâhsızlara mı sadık kalacağız?’

Artık başım dönüyordu. Ben bir babadan değil, sekiz on günahkârdan peydahlanmışa benziyordum. Söyletmek istediğim bu kadını şimdi susturmak helecanlarına düşüyordum. Fakat o, artık kızışmıştı:

‘Doğrusunu istedin, ben de yalansız söylüyorum. Biz dinsiz, imansız, dünyaya hayırsız oluruz. Yaradan’a kızgınız. Bizi böyle yapan Allah’a neye şükredelim? Hakkımızda cezadan başka bir şey düşünmeyen sosyeteye hayırlı olmaya niçin çalışalım? Nemiz para ederse onu satarız. Bulunca çalışırız. Açlıktan ölecek değiliz ya…’

‘Kaç kere mahkûm oldun?’

‘Beş… Gazetelerde okumadın mı ünlü Fındık Hatice’yi…’

Keşke anam bu kadar da doğru söylemeseydi! Ne düşüneceğimi, ne diyeceğimi şaşırmıştım. Derin bir üzüntünün karanlıklarında ruhum boğulurken kadın söyleniyordu:

‘Oğul, inan, için rahat etsin… Kendimi sana tanıttıktan sonra artık namuslu yaşayacağım. Hâlime bak, artık bu sefil hayatımın sonundayım. Açlıktan ölsem de gam yemem. Gençlik benden gitti. Artık nemi satacağım? Artık çalıp çırpmayı da beceremez bir duruma geldim. Namuslu olacağım, namuslu…’