Книга Hayattan Sayfalar - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Hayattan Sayfalar
Hayattan Sayfalar
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Hayattan Sayfalar

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Hayattan Sayfalar

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

[Vaka, Büyük Harp (1914-18) öncesinde geçmiştir.]


I

İstanbul’un Edirnekapısı, kale duvarlarının içine oyulmuş üstü tonoz, zemini dikdörtgen bir geçittir. Bu geçidin iki yanı boydan boya sedir gibi uzatılmış eni başından az fazla, taştan bir peykeye benzer. Çıkılırken sağ taraftaki setine bakarsanız eski hasır parçalarını sermiş, sac mangalını köşeye yerleştirmiş, fincanlarını dizmiş, birkaç eski iskemle koymuş bir kahvecinin burayı âdeta bir kahve içmek ve sohbet dükkâncığı hâline getirmiş olduğunu görürsünüz.

Bu yerin adı kapı; fakat iri iri çivilerle sac kaplı, aşı boyalı, paslanmış bu iki ağır kanadın açılıp kapandığını hemen gören yoktur. Onun için buraya tünelcik demek daha uygun düşer. Bu geçidin gelip geçenlerinden bir kısmını cenazeler meydana getirir. Şehrin gündelik ölenlerinden ehemmiyetli sayıda tabut buradan geçer.

Bu kapıaltı kahvesinde keyif yetiştiren müşteriler sıkça sıkça kahvelerini ellerinden bırakarak geçen tabutun altına girmek yahut sadece arkasından birkaç adım yürümek suretiyle ölüye dindarca saygı vazifesini yerine getirirler.

Kahve iskemleleri atılmış tarafın karşısındaki sette; taştan, yeşil boyalı, tahta kapaklı iki küçük çeşme haznesi vardır. Bunlar tıpkı yan yana iki çift sandığa benzerler. Bu hazneciklerin suyu semaver gibi kapakları açılarak kova ile konur. Biri, musluğu kopuk, İstanbul sokaklarında yüzlercesine rastladığımız kuru çeşmeler gibi bırakılmıştır. Ötekinde zincire bağlı bir bakır tas vardır, isteyen su içer.

Söve taşlarına ve kornişine bakarsanız şehrimizde kiliseden camiye çevrilmiş eski mabet kapılarının bir benzerini görürsünüz.

Üst sövenin üstünde iri çivilerle duvara asılı, sapı demir, başı taş ve hemen yirmi beş otuz santimetre çapında bir topuz vardır. Şimdiki kuvvet egzersizlerinde kullanılan gülleler bunun yanında lastik top gibi kalır. Depremden önce bunlar üç dört tane imiş. Ötekiler kaldırılarak örneklik şimdi bir tane bırakılmış. Topuzun üçte biri depremlerde göçmüş, yarası onarılmadan bırakılmış, çökme izi düzensiz yarılma şekliyle olduğu gibi duruyor.

Bu topuzlar hakkındaki tarih masallarını dinlemek isteyenler bu geçitte birkaç gün bir sıraya kahve içmelidirler. Bir rivayete göre bunları Hazreti Süleyman Aleyhisselam, Kanuni Sultan Süleyman’a(!) göndermiş, başka rivayete göre devlerle olan kanlı bir savaş sonunda Cenevizler tarafından ele geçirilmiştir. Topuzlar için söylenen hikâyeler o kadar bol ve zamanca, tarihçe birbirlerine o kadar taban tabana zıttır ki hepsini söylemek gerekse ayrıca bir masal kitabı ortaya çıkar.

Bu hikâyeler arasında Hazreti Ali’den başlayarak birçok hazretlerin adları geçer. Vedut, Baba Cafer, Emir Buhari ve Yuşa Hazretleri, en çok tekrarlanan adlardır. Mezarlıkların gölgeleri içinde yaşayan bu taraf halkı, manevi kişilerden hiçbirini gücendirmemek için Muhammed dininden başka bir dinden olsun, putperest yahut mitoloji zamanından olsun, kendilerince büyük vakalara karıştırdıkları isimlerin çoğuna birer hazretleri katmaya üşenmezler.1

Büyük bir tarih kahramanının adını vererek anlattıkları bir vakanın saygı sözleriyle gerçekliğini daha çok kuvvetlendirebilmiş olduklarına inanırlar.

Topuzun üstündeki duvar yüzüne yirmi otuz aileye yuva olacak tahta güvercinlikler yaptırılmış. Bu yuvacıklar tamamıyla dolmuş. Her yıl artan bu ailelerin fazla nüfusu taş kemerin bütün deliklerini, kovuklarını kaplamışlar. Fakat açıkta kalanlar da var. Her zaman birkaçını, topuzun sapı yahut güllesi üzerinde bir tarih sembolü gibi kabarmış, düşünür veya uyuyor görürsünüz.

Aşağıda söylenilen masalları sanki yalana çıkarmak isteyerek bu hayvancağızlar dem çekerek hazmettiklerinin neticelerini söyleyenlerle dinleyenlerin üzerlerine salıverirler. Aşağıdakiler bu hoş olmayan serpintilere kızmak şöyle dursun bu pislemeyi uğur sayarak gülüşürler.

Kirlice başörtülü, kara yeldirmeli, esmer tenli kırk beşlik bir kadın bu kapı içinin hiç ayrılmaz bir perisi gibidir. Çatık kaşları, çekik gözleri, Karagöz oyunu kadınlarının deve derisi şekillerine benzer bir tip gösterir.

Adı Sabire’dir. Gezindiği vakit ölçüce uygunluğu hiç düşünülmeden kim bilir hangi hayır sahibinin mürüvvet olsun diye vermiş olduğu bir çift eski fakat dar potinin içinde şişmiş, çarpılmış sanılan ayaklarıyla rahat yürüyemediği, topalladığı görülür.

Sanki bu, yol üstü bir tekke; köşede oturan ak sakallı muhacir kahveci, şeyh; Sabire de bu tekkenin tek kadın mürididir.

Sabire buraya her gün sabah karanlığında gelir, akşam karanlığında gider. Bu kapı içi onun evi barkı ve ticaret yeridir. Burayı temizler, gözetir, kapının yanında bir meydan süpürgesi vardır, gelip geçen binek, yük ve araba hayvanları yeri kirlettikçe hemen süpürür. Taş, çamur atan haylaz çocuklara bağırır çağırır. Gelen geçen mürüvvet sahiplerinden, cenaze sahiplerinden beş on para alarak geçinir.

II

Sabire yaşta bal rengi yeldirmeli bir kadın daha vardır, buna “Sürtük Hacer” derler. Hacer, bu geçit kahvesinin gedikli müşterisidir.

“Okkalı olsun!” tembihiyle ısmarladığı kahvenin fincanını sallaya sallaya son tortularını içerken elindeki otuzluk (otuz paralık) tütünden cıgaranın parmak yakacak kadar küçülmüş ucunu nasıl bir doymazlık ve iştah baygınlığıyla gözlerini süze süze çektiğini görseniz tiryakiliğinin derecesini anlarsınız. Hacer’in fettanlığı, cerbezesi ötekini her zaman sönük bir mevkide bırakır. Edebi de kıttır. Biraz çıkar umunca her arsızlığı, yüzsüzlüğü göze aldırır. Sabire, Hacer’in bu hâllerinden pek güceniktir çünkü onunla yarışamaz. Hacer, pek yamandır, pek…

Feleğin kahrına uğramış bir eski kibar mazlumluğu tavrıyla gayet ağzı sıkı, sıkılgan, aldatıcı hâller alır. Rolünü hemen her vakit başarılı oynar, parayı kapar.

O, bir eski kibar değil ama bir yosma eskisidir. Güzelliğini bir mal gibi sattığı yılların daha tadı damağındadır. Bu geçmiş ömrünün para ettiği zamanları yirmi yılın külüyle örtülmüşse de şimdi bir bir her şey dünkü gibi hatırındadır. Ara sıra kendini rüyada gençleşmiş ve eski ateşli sevgililerinin kolları arasında haz ve sefa içinde görür. Uyanınca kırık aynasına koşar. Güzelliğinin harabesini enine boyuna inceler. Tamir edilebilecek birçok noktalar bulur. Geçmiş tazeliğinin tekrar yerine gelmesi ihtimalinin sevinciyle çıldırır. Düzgünlere, allıklara, rastıklara bulanır. Sağ dudak ucunun etrafında yer değiştiren yapma beni vardır. Bu dolaşıcı benin yaraşık noktasını tam bulabildiği sabahlar güzelliğinin çekiciliğine en önce kendi vurulur. Bazı Acem panolarında çatık kaşlı, sürmeli gözlü, kıvrım zülüflü melikeler vardır, işte onların en kartına döner.

Ağda, badana ve ıstampa ile güzelliğini yenileyerek sokağa çıktığı zamanlar, gelip geçenlerden kendine tapabilecekleri seçer. Mesela yetmişlik fakat kelle kulak yerinde, katmerli ensesinin derin cilt çizgileri, yazısız harita çizikleri gibi ta karşıdan fark olunan bir kuru üzümcü yahut büyük bir kuyu bileziği iriliğindeki küfesiyle sakalının kabalığından bilmem nasıl bir ahenk heybeti bulunan bir kuru kuzu kestaneci veyahut ki yaşının ilerlemesinden dolayı mahalle tulumbacılığı reisliğinden çekilmiş, sandık kavgasında vaktiyle hayli kırbaç sallamış bir çapkın, bir hovarda eskisi… İşte böylelerine rastlayınca Sürtük Hacer’in baştan çıkarıcı bir oynaklıkla boynunu çarpıtıp hafif hafif göğüs geçirerek göz süze süze hâl diliyle: “Haydi yiğidim, mezarlık arasında biraz hasbihâl edelim.” deyişi de vardır.

Bu kadının hisleri uyuşmuş erkekleri büyülü bakışlarıyla çarpıp kızıştırarak gündeliğini yirmiye, otuza getirdiği vakitler olur.

Hacer’in en büyük sanatkârlıklarından biri de cenaze peşinde gösterdiği aldatıcılık ve ikiyüzlülükteki ustalığıdır. Bu ehemmiyetli, bu ağır, bu dindarca rolü oynamak için gerçek bir tiyatro artisti sanatkârlığı ile yüzünü ve kıyafetini değiştirir. Koynunda taşıdığı yeşil bir başörtüsü vardır. Onu sıkı sıkıya örtünür. Kahvecinin yanında emanet olarak su dolu bir testi ile bir de asa bulundurur. Testiyi bir eline, değneğini ötekine alır. O eski badanalı kale kapısı yosması şimdi tamamıyla cennetlik muhterem bir banu hâlini alır, cenaze cemaatine karışır, ahların, ufların, yanık yanık göğüs geçirişlerin binini bir paraya… salıverir.

Sakat, eğri büğrü, sarsak sursak bir yürüyüşle cenaze sahibine sokulur. Tabutun şeklinden ölünün kim olduğu hakkında edineceği fikre göre söylenecek Hacer’in ezberinde birkaç çeşit nutuk vardır. Yerine göre uygun olanı hangisiyse işe ondan başlar:

“Ah ah ölümlü dünya… Bu kara toprak neler yutuyor… Ah, ne denir? Rabb’imin iradesi… Fakat dayanılıyor mu? Pırıl pırıl gelinlik duvağıyla geçen sene bir civan kız da ben gömdüm. Ah Afife’m yavrum ah!.. (ağlayarak) Yüreciğimin başı hâlâ çıra gibi yanıyor… Bana derin hocalar, kürsü şeyhleri söylediler… Kadın, kızın şehidedir… O, ölmedi, cennet bahçesine uçtu… Ağlama, dövünme… Bu sabrın ecri büyüktür. Yarın ahrette ulu makamlara nail olursun… Dişini sık, dediler. Sıktım… Sıktım… Bittim… Tanrı Taala Hazretleri’nin emir ve iradesine boyun büktük… Ah… Geçinme dünyası… Gaflet dünyası bu… Ölenle ölünmüyor. Üst istiyor, baş istiyor. Bu kör boğaz yiyecek istiyor… Helalühoş olsun, yüksündüğüm için söylemiyorum, yavrucağım payapay iki sene döşeklerde yattı. Dostlar başından ırak, inim inim inledi. Elimizdekini avcumuzdakini hekime, hocaya, ilaca verdik. ‘Çıkmadık canda ümit vardır.’ derler. Kurtarmak için elimizden ne gelirse yaptık, ne altımızda kaldı ne üstümüzde. Fülus-u ahmere muhtaç olduk. Bu yaşımda işte böyle mezarlık sakası oldum. Hem ölen için yan hem diri kalanları beslemeye uğraş. Vakitler değişti, kibar azaldı, dilenci çoğaldı, imanlar zayıfladı. Yürekler katılaştı. İki gözüm Rabb’im sen encamımızı hayreyle. Biz de vaktiyle gün gördük. Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli. Fukarayı sabirîndenim, ağzım var dilim yok… Kimselere ağzımı açamam… Haşa şikâyet değil… Yüz bin kere şükürler olsun Rabb’ime, sen beterinden sakla… Ya şefaatçiler şefaatçisi! Ekremülekremîn! Ulu Tanrı’m! (ağlayarak) Hasret ödüyle cayır cayır yüreği yanan şu cenaze sahibi efendi kulunun kalbine hazine-i kereminden sen sabır ve metanet ihsan eyle. Ah! Ah! Hâlden bilirim, ne ateştir o!.. Can dayanamaz… Bin yan, bin tutuş… Faydası var mı? Ecele çare olur mu? Hep o yolun yolcusuyuz… Nöbetimiz gelip de çağrıldığımız zaman, hep gideceğiz. Bugün ona ise yarın sana, bana… Akıbetimizi bilip de birbirimizle hoş geçinsek… Bir lokma ekmek için nedir bu dırdır?.. Nedir bu kavga? Varlığı olanlar, olmayanlara bakıverseler, görüp gözetseler ne olur? Fukarayı arayıp soran yok. Haftalar geçiyor da bir göğsü imanlısına, kalbi merhametlisine rastlayamıyoruz. Ara sıra öyle efendilere rast gelirim ki sımsıkı kürkünü giymiş, boyun atkısını sarmış, eldivenlerini geçirmiş, tatlısıylan ekşisiylen fıstık gibi tımtıkız karnını doyurmuş. Çehresinden kan damlıyor şöyle… Ah… Ah… Yediği helal mi, haram mı? Kim bilir… Günahı boynuna orası yalnız Rabb’ime malum… Kaloşlarının burnuna basarak bir eda ile önümden seke seke geçerken yanılıp da on para istesem para yerine bin nasihat vermeye başlar. ‘Karı karı! Böyle sokak ortalarına oturup da züllü suali1 irtikâp edeceğine hizmetçiliğe git. Bak izbandut gibisin, elin ayağın tutuyor…’ Bin türlü hakaretle akıl öğretmeye girişir… Vaktiyle hizmetçiliğe de gittim. Ne iştir onu da bilirim. Genç bulunmalı, kapı aralarında beylere, efendilere kendini okşatmalı, aşk ve sevdaya fıkır fıkır dayanıklı olmalı. Artık benim hâlim kaldı mı? Bu yaşta sen şaşırtma Rabb’im… Helal süt emmek yine başkadır… Ah ben yaşta ne zengin karıları var… Hiç kimseyi bulamasalar saka ile bekçi ile türlü rezalet… Beni büyük söyletme Tanrı’m… Estağfurullah yüz bin kere tövbe ya Rabbi… Bakınız şeytan yine aklıma neler getiriyor… Bana neler söyletiyor… Kırk yıl günahkâr, bir gün tövbekâr… Rabb’im gafururrahimdir, şu tabutta giden genç kadının Allah taksiratını affetsin. Kabirde sual ve cevabını âsân eylesin.2 Akraba ve taallukatına uzun sabırlar versin. Ah ne mutlu!.. Ne mutlu!.. Şimdiki zamanda ölenlere acımamalı, biz yaşayıp da sanki ne görüyoruz? O borcunu eda edip kurtulmuş… Haset etmeli, haset… A zavallı biz ne yapacağız? Azrail Aleyhisselam başımıza çökerek gözlerimiz tavana dikildikte… Sen imanımızı yoldaş eyle… Yarın kıyamet gününde nefsike nefsi oldukta bütün ümmeti Muhammed’le birlikte sen bu günahkâr, bu asi kadın Hacer kulunu da şefaatinden mahrum bırakma!..”

Ağlamaya başlar. Bazı kısımlarını cahil mahalle mektebi hocalarından çoğunu düzgünlüğüne imrendirecek bir ustalıkla söylediği bu dua çok kere istenen tesiri gösterir, Hacer öteki dilencilerin pek üstünde sadakalar elde eder.

III

Bugün Hacer yeşil örtüsü boynunda, su dolu testisi bir tarafında, asası öteki yanında, aleste cenaze bekliyordu fakat kendi söylediğine göre bir “zuhurat” olmadı. Öteki müşterilerin onluğa1 içtiği kahveyi o, beşliğe2 içerdi. Bir okkalı fincan daha ısmarladı. Kahveci ile pek teklifsizdiler. Hacer, duvarda kendinin birikmiş kahve borçlarını gösteren tebeşir çizgilerine bakarak “Ali…” dedi. “Borcum çoğalmış. Fakat havalar böyle iyi gidip de buradan tabut geçmezse galiba açlıktan birer birer hep öleceğiz… Taş kızgınlığı bir, yaprak dökümü iki, kanunlarla3 mart üç… İşte mortocuların yüzlerini güldüren üç mevsim…”

“Kederlenme, Allah’tan ümit kesilmez. İşte şimdi bir kısmet gönderir.”

“Şimdi mayıstayız; bu seneyi atlatan ‘hırtlamba’ların kabir duaları gelecek seneye kalır… Beş sene önce bir paçavra hastalığı yayıldı, gelin arabaları gibi tabutlar buradan bir bir arkasına geçerdi. Hangisine gideceğimizi şaşırırdık.”

“Bak… Bak işte bir tane geliyor.”

Dikkatle bakarak:

“Fukara cenazesi… Baksana üstüne kirli bir yatak çarşafı örtmüşler… Kalıpsız yağlı bir fes… Cemaat dört hamal… Besbelli merhumun arkadaşları… Ayakkabına acımazsan arkasından git… Tabutun altına bir girdin mi soluğu ta çukurun başında alırsın. Kimse kol değiştirmez.”

“Bir defa başıma geldi, Çemberlitaş’tan ta Topkapı’ya kadar… Ama ecri çoktur derler.”

“Ahret için ecir lazımsa dünya için de para. Ecirle karın doymuyor. Dikkat ediyor musun Ali, kaç gündür buradan sade hammal çammal ölüsü geçiyor. Benim oğlan Hidayet gazetede okumuş. Frenkler kuduza, vereme, suskaya, selamün kavlene hep çare bulmuşlar… Bir kere aşılanıyormuşsun. Artık ölüm yokmuş… Ama kâfirler kim bilir kaç liraya aşılıyorlar?.. Pek pahalı olmalı… Bugünlerde kibar ölülerinin azalmasına sebep işte ben bunu buluyorum… Rahmetli babacığımın zamanında o kelli felli, valde şallı, buhurdanlı, tekbirli, tehlilli kibar cenazeleri şimdi nerede? Kabir başında aşırıcılara, duagulara1 mecidiye, en aşağı çeyrek dağıtırlardı. Şimdi birer onluk veriyorlar. Bir onlukla olacak hayır ne ölüye yarar ne diriye. İnsanın avcunun ortasına öyle nal gibi mecidiyeyi yapıştırdıkları zaman insan yalancı kederle değil sevincinden ağlar alimallah!”

Bu aralık Hacer’in başörtüsüne yukarıdan güvercin tersler. Kadın başını kaldırarak:

“Beklediğim kısmet işte başıma kondu.”

“Uğurdur Hacer abla, uğur.”

“Kuş tersinden insana uğur gelseydi Beyazıt’taki Darıcı Baba ihya olurdu. Kaç senedir bu hayvanlar başıma ederler, hâlâ bir uğurunu deneyemedim. Böyle boktan uğur eksik olsun! Her tarafım leke içinde… Kirli kuş kafesine döndüm.”

“O aşı işini oğlun ceridede mi okudu?”

“Öyle ya…”

“Ben küçükken çiçek aşısına aşılandıydım. Ölmeye miyim şimdi?”

“Ooooha! Hahahay!”

“Kimi haylarsın öyle karşında hayvan mı var?”

“Hayvan var zahir… O çiçek aşısı başka. Küçüklüğümden beri beni de kaç defa aşıladılar.”

Hemen yeldirmesini sıyırarak cildi esmer porsuk davul derisine dönmüş kolunu ta pazılarına kadar açıp:

“İşte bak aşı damgası hemen bileğimin üzerine kadar indi, önceleri ta yukarılardaydı. Benim aşım ne hikmet bilmem, bir yerde durmuyor, vücudumu dolaşıyor.”

“Kendin sürtüksün de onun için…”

“A!.. İçin dışına sürtülsün herif, niye olayım sürtük?”

“Ben demiyorum bu lafı âlem söylüyor.”

“Âlemin de senin de yakanıza kusayım!”

“Estağfurullah deme öyle kötü laf…”

“Korkma… Korkma… Midemde acı kahvenden başka çıkaracak bir şey yok… Bu yoksullukla bilmem ne olacak hâlimiz!..”

“Sahi söylersin be Hacer abla… Nice olacak böyle bizim hâlimiz? Müşteri azaldı. Eskiden burada bir sıcak kahve içenler şimdi şu karşıki taşın üzerinde dinleniyorlar, hayrat çeşmeden bir avuç su içip gidiyorlar. Varsa da bir onluğu herkes saklıyor onu kesesinde. İstemiyor versin kimseye… Fakat sen kederlenme… Kocan var, kızın var, oğlun var. Elbette bakar sana onlar…”

“Kimin kime baktığını Allah bilir. Benimkinin koca denecek nesi var artık? Başıma kupkuru bir koçan olup kaldı. El tutmaz, ayak tutmaz. Ver yesin, ört bastır yatsın… Ağzında bir tane diş kalmadı. Ekmek içi bulamadığım akşamlar hayvanlara köftün, kepek ıslatır gibi kabukları suda yumuşatıp da öyle yediriyorum. İnsan hâli, ev hâli bu, bazı geceler kömürümüz bulunmayıverir, ihtiyarcağız döşeğinde tiril tiril titrer. Geceleri kalkar mezarlıklardan servi kozalakları toplar mangal yakar kapak ısıtır da ayaklarına korum.”

“Ey Hacer abla… Sevaptır. Kocan vaktiyle baktı sana, şimdicik son de ona! Kimde varsa öbürüne bakacak… İşte Müslümanlıkta kaide böyledir.”

“O Müslümanlığın yolunu, kaidesini düşünen kaldı mı şimdi?”

“Müslümanlık Müslümanlıktır, bilmeyen yoksa bilen de yine bulunur. Sen özünü doğru tut Hakk’a… İhtiyar kocanı gör gözet. Allah’ın indinde zayi olmaz.”

“Ah amenna… Ben Müslümanlığın yolunu senden âlâ bilirim. Senden öğüt almaya muhtaç değilim ama kazın ayağı öyle değil. Yalnız başıma kalsam gül gibi geçinirim. Ağaca çıksam pabucum yerde kalmaz. Ben ancak onları beslemek için dileniyorum. Fakat bütün yükü benim üstüme yığmak da ne Müslümanlığa yaraşır ne Hristiyanlığa ne Yahudiliğe… Anlıyor musun kahveci baba?”

“Ey ne yapsın o ihtiyar adamcağız? El tutmaz, ayak tutmaz… O, beş para kazanabilir mi artık?”

“Nasıl kazanamaz? Her sanatın bir mevsimi vardır. Dilencilikte ihtiyarlık para getirir. Altına yumuşak bir pösteki koydum, bizim bunağı Eyüp Caddesi’nde sebilin önüne köşe başına oturttum. Arakiyesinin üzerine yeşil bir imame sardım. Kör zannetsinler diye koyu bir gözlük taktım. Sakatmış gibi sağ kolunu bir bez parçasıyla boynuna astım. Öbür eline koca bir tespih verdim. Göbeğe kadar süt gibi beyaz sakal. Öyle tatlı bir dilenci oldu ki hiç zahmetsizce, şöyle dudağını bile kımıldatmadan onluklar yağmur gibi önüne yağıyor, bu ‘pir-i fâni’yi kim görse mutlak keseye el atıyordu. Günde on beş yirmi kuruşa para demiyorduk. Ah, başıma neler geldi? Bak, dinle. Sonra bu kazancımızın farkına vardılar. ‘Sebilin önü şerefli yerdir, oraya dilenci oturtmam. Ben mütevelliyim.’ diye meydana bir herif çıktı, kameti azıttı. Ah, şerlerine lanet! Günde beş kuruş da bu herife şerefiye hissesi verdiğimiz hâlde yine kazanır, yine betini bereketini görür, geçinirdik.”

“İyi ya işte…”

“Ah, iyi ama Aliciğim, herif oturmuyor, işine gücüne devamlı değil. Evde, o çarpık odanın köşesindeki yerini istiyor. Altında kırpıntı minder, önünde toprak mangal. Ceplerinde pestil, kuru üzüm, leblebi unu… Akşama kadar tıkınır mı tıkınır… Çan çan çan çene… Oğlana bağırır, kıza bulaşır, bana sataşır. Sanatında devamlı bir adam olsa kocamın dilencilikten istihracı, talihi pek pek açıktır. Öyle imamesiyle, gözlüğüyle, tespihiyle pöstekisinin üzerinde sade otursun, hiç ağızlarını açmadan ay başlarında aylık alan bazı meclis azaları gibi durduğu yerde bunun da cepleri para dolar… Bizim de yüzümüz güler. Fakat ne yapayım? Oturmuyor, oturmuyor, oturmuyor!.. Çocuk değil ki döveyim. Komşum Hasibe hâlimizi bilir. Ara sıra dövüşürüz ama karı iyi komşudur neme lazım… İşte o bana akıl öğretti. ‘Aç bırak.’ dedi. Günahı varsa Hasibe’nin boynuna olsun, ben senden ırzımı saklamam, doğru söylerim. Tamam üç gün aç bıraktım. Sonunda dilenmeye razı oldu. Fakat kazancından bize on para göstermedi. Paraları gömdü mü ne yaptı? Uçkurluğuna kadar her tarafını aradım. Beş para bulamadım. İşte bize böyle oyun etti. O, ne inatçı pinpondur! Bir türlü başa çıkamıyoruz. Bir dilenci iratçısı vardır…”

“Neden o? Dilenci iratçısı…”

“A, sen de koyduğum yerde otluyorsun! Bir şey bilmiyorsun. Bu iratçının sekiz on dilencisi vardır. Sakat çocukları, sakat kadınları, ihtiyarları oradan buradan toplar, uygun yerlere oturtup dilendirir. Akşamları paraları ellerinden alır, ölmeyecek kadar karınlarını doyurur. İşte bu herif, çalıştırmak için kocama tam on mecidiye aylık teklif etti. Ama bizimki gitmedi.”

“Deheyyy! Çok yaman oluyor bu İstanbul’un avratları… Çalıştırmak için kocalarını beygir gibi kiraya veriyorlar.”

“Ya ne zannettin düdüğüm! Ben çalışayım o yesin öyle mi?”

“Biraz da oğlun çalışsın, topaç gibi delikanlı… Belde kordon, elde baston, kılık kıyafet apiko gezer, dilenci evladına hiç benzemez… Nereden buluyor o parayı?”

“Yooook Ali!.. Ben adamın ağzını yırtarım, oğlumun ırzına lakırtı söyletmem!”

“Ben demedim onun ırzına fena bir laf… Günahı üstünde kalsın…”

“Biliyorum, biliyorum… Gözleri çıkasıcalar geçen sene bir dedikodu çıkardılar. Güya sakallı efendinin biri bizim oğlanın eline bir mecidiye vermiş. Defterdarda tenha bir kayıkhaneye götürmüş. Bu değil mi dilinin altında dolaşan? Bu iftira üzerine ben de merak ettim, oğlanı götürüp kıblenümaya1 gösterdim. Soydu, her tarafını muayene etti. ‘Kendi ırzımdan şüphem var, bu çocuktan yok… Maşallah sızdırılmış altın gibi buldum.’ dedi. Biz şöyleyiz, böyleyiz ama soycak ırzımıza kaviyiz. Benim babam, yani Hidayet’in dedesi Sebilci Mustafa Efendi şuracıkta Taşkendî Hazretleri’nin yanında yatar. Kaç defa mezarına nur indiğini görenler var. Bizim ırzımıza lakırtı söyleyenler çarpılırmış, bilmiş ol Ali!”

“Ben ne kayıkhane duydum ne sakallı efendiyi ne de kıblenümacıdan var haberim… Genç oldum, ihtiyarlandım fakat çok şükür gitmedim öyle yerlere… Hem de bilmem ki ne demektir kıblenümacı? Doktor mudur o? Ebe midir? Yoksa müneccim mi? Gidenlerin neresine bakar? İnan ki duymadım onu bile…”

“Ohh ehem ehem… Sanki ağam hiç genç olmamış. Kendisine kimse yeşillenmemiş gibi söylüyor. Bal kabağı sen de!..”

“Rumeli’de bilmeyiz öyle yeşillik hastalığı… Bir kızıl illeti vardır, hafazanallah sarınca kızanları götürür yarı yarıya… Bir de kara humma… Bir de sarı sıtma… Bilmeyiz başka renk illet…”

IV

O aralık kaşlı gözlü, akça fakat pakça değil, genç irisi kirli bir kız, tarazlanmış tozlu güvez yeldirmesini rüzgâr savurdukça düzgün, dolgun, beyaz baldırlarını göstererek, çıplak, kuvvetli topuklarının altında şıpıdıklarının ökçelerini ezerek alı al moru mor bir telaşla geliyordu.

Sürtük Hacer: “A, hayırdır inşallah Hürmüz’üm, telaşla rüzgâr gibi geliyor! Ne var acaba?”

Ali Ağa: “Gençtir o… Kanı hiddetli… Hep öyle koşar onlar.”

“Yok, Ali yok… Mutlaka bir şey var. Kızın suratına baksana… Ne terdir o? Hamamdan çıkmışa benziyor.”

Hürmüz yaklaşınca Hacer: “Kız nedir, yangın nöbetçisi gibi geliyorsun? Elinde kargın eksik… Ne oldu? Babana selamün kavlen mi indi?”

Hürmüz sık nefesle: “A… Acı patlıcanı kırağı çalar mı? Babama ne olacak? Turp gibi… Sabahleyin kalkmış senin kuyuya sakladığın kurban kavurmasını tek bir tane bırakmayıncaya kadar tekmil tıkınmış… Dişleri yok ama çiğnemeden yutuyor.”

Hacer: “Hey pis boğazına kor düşsün! Cami avlularında dilencilerle köpek gibi çekişerek ben kurban eti dileneyim o yesin! Ne kadar yiyecek bulursa o kadar yiyor, deve gibi, fil gibi yutuyor. Bir tanecik bile çoluğuma çocuğuma bırakayım demiyor. Âlemin gelinlik kızlarını, güveylik oğullarını alacağına, aman Allah’ım, aşağılı yukarılı durmaz işler iki delikten ibaret kalan bu ihtiyarı rahmeti rahmanına neye gark edivermiyorsun?”