Книга Kadınlar Vaizi - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kadınlar Vaizi
Kadınlar Vaizi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kadınlar Vaizi

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Kadınlar Vaizi

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

KADINLAR VAİZİ

Şeyh Küçük Efendi… Enseden topuklara kadar iri, tek parçadan bir silindir dolgunluğunda canlı bir sütuna benzer kallavi bir adamdı. Bu büyük çapta adama neden Küçük Efendi deniyordu? Bu dünyada kendinin tersiyle adlandırılma garipliği yalnız Şeyh Efendi adındaki bu kalın vaazcıda görülmüş bir talih şakası olsaydı buna bir sebep araştırmayı düşünürdük. Ama dünyadır bu! Kendinde olmayan değerlerle şöhret kazanmış ne insanlar var. Sıfatla o sıfatın verildiği ismin daima uygunluğu yalnız dil bilgisi kitaplarına mahsustur.

Yaşamak denilen bu dövüş yeri dil bilgisi ve sentaks sayfaları değildir. Hayatın pratik alanlarında öyle pek kurallara aldırış etmeye gelmez. Akıl ve düşünme gücünü taşan pürüzleri örtmek için özel bir mantık icat etmekten başka çare yoktur. İşte insanın bu dünyadaki başarısı, bu mantığı icat etmekteki becerikliliğiyle orantılıdır.

Ama Şeyh Efendi’den bahsederken işi büyütmeyelim. Boy kürkünü örten bol yenli cübbesinin içinde Şeyh Efendi, o direk kırması endamı ve salıntılı yürüyüşüyle cami kapısından gözüktü mü kürsünün önüne yayılmış, hep kadından ibaret cemaati bir tutkunlukla kendinden geçiş kaplar, ihtiyarında gencinde “Ah, işte geliyor! İki gözüm… Ne mübarek adamdır… İnsan değil, sanki bir nur!..” gibi fısıltılar hemen başlar. Şeyh Efendi’de yaş kırkla elli arası. Beniz koyu buğday. Yanaklar, dudaklar Amasya elması gibi cilalı kırmızı. Gözler siyah, iri, yuvarlak… Kaş, bıyık, sakal gür ve kurum siyahlığında.

Bu iri Şeyh Efendi, tabiatın kendisine lütfen verdiği renkleri zıtlarıyla açmak tekniğini de bilir. Tunusvari geniş, tablalı, nar çiçeği fes üzerine sarılmış taylasanlı papağan yeşili sarık, eflatun ipekli mintan, turuncu gezi kürk kabı, açık barut rengi biniş, kanarya sarısı çedik pabuç… İşte bu vaazcı için ölen, dirilen, ayılan, bayılan kadının sayısı yok. Ama efendinin bu çığırtkan renklerine mi, boyuna mı, bosuna mı, çapına mı nesine? Bilinemez… Çünkü tabiat bilmeceleri içinde kadın ruhundan daha karışık bir şey yoktur. Bu kadın cemaatin vaazcıya tutkunluğu cami avlularında rakip kadınlar arasında saç saça baş başa birkaç defa düellomsu kavgalar çıkmasına sebep olmuştu. Kendilerince şöhret kazanmış olan bu vaazcılara, mevlüt okuyanlara, hafızlara hanımlar ne isimler vermemişlerdi! Cennet Tubası, Gümüş Servi, Altın Direk… (Ah, nasıl söyleyeyim?) Ayva Göbek…

Şeyh Efendi, dudaklarında gezinen gülümsemeyi örtmek için almaya uğraştığı boş bir ciddilik ve ağırbaşlılık tavrıyla kürsüye çıkar. Koynundan göbeğine doğru sarkan bir kitabı çıkarır, önüne kor. İpekli mendille hafif hafif yüzünün terini siler. Cübbesinin kollarını biraz geriye iter, esmer, tüylü, iri bileklerini örten hilali gömleğin geniş yenleri görünür. Hep bu el hareketlerinde, parmağındaki tek taşlı roza yüzük defalarca pırıldar. Anlatacağı hikâyeleri, vaiz konuları sayılıdır. Çoğu zaman ahlaka, olaylara, hafifçe siyasete dair bir ön sözle işe başlar. Bazen coşar, cehennem acılarıyla cemaati korkutur. İnsanlarda gördüğü günahkârlıklara cehennem bazen dayanamaz, ateşten zincirlerle bağlı bu ejder, bağlarını koparır, günah işleyenleri yutmaya atılır. O zaman cemaatte ağlamalar, hıçkırıklar, tövbe ve yalvarmalar işitilir. Sonra Eyüp Aleyhisselam’ın vücudunu kurtlar yediğini, üzerinden dökülen bu et yiyici böcekleri sabırlı peygamberin sevap arttırmak için yerden alıp gene mübarek vücuduna nasıl koyduğunu enine boyuna anlatır. Yunus Aleyhisselam’ın balığın karnında oturuşunu etrafıyla hikâye eder. Ama bu hikâyeleri bir vaazda tamamlamaz. Hep sonunu geri bırakır. Mesela Hazreti Yusuf’u kardeşleri kuyuya atarlar. Hazreti kuyudan çıkarmadan vaazı keser. Vaaz Kızıltaş Camisi’nde veriliyorsa sonunu Taştekneler’de tamamlayacağını söyler. O kadar kalabalık kadın cemaati haydi hürya şeyhin arkasından Taştekneler’e yollanırlar. Şeyh önde, bunlar arkada, sokaklar kadın almaz.

Bazen filan günü filan camide gayet meraklı olan filanca peygamber hikâyesini anlatacağım, onun için bu önemli olayı duyanların duymayanlara bütün konuya komşuya işi haber vermeleri gibi kendine âdeta reklamlar yapar.

Vaazcının sinirli bir günüydü. Kürsüye çıktı. Kadınların arasında okula, düğün evine benzer bir uğultu kesilmiyordu. Eliyle kürsünün tahtasına vurdu:

“Susalım… Siz mi söyleyeceksiniz, ben mi? Kim kimi dinleyecek?”

Uğultu birden kesildi. Ama bir iki taraftan kursaklı kamış düdük gevrekliğinde çocuk sesleri, ağlamaları işitildi. Şeyh Efendi kızarak:

“Buraya kundakta çocuk getirmeyiniz diye size kaç defa tembih ettim! Burası Allah’ın evidir. Çocuktur, bilmez. Anasının kucağına aptes eder. Kir bırakır. Bu kadar inanmış insanların ibadeti bozulur. Kucaklarında ufak çocukları olanlar dışarı çıksınlar.”

Beş on kadın birden: “A, öyle ya! Şeyh Efendi’nin hakkı var. Burası doğumevi değil, Rabb’imin evi. Çocuklular dışarı çıksınlar.”

Söylene söylene çocuklu kadınlardan birkaçı kalkar. Bir tanesi çocuğunu göğsünde, çarşafının altında saklayarak şeyhin emrine aldırmaz. Ama vaazcıya yaranmak isteyen bir iki kadın:

“Hanım, sen neye kalkmıyorsun?”

Kadın, göğsünden çarşafının ucunu biraz kaldırır. Ağzında meme mışıl mışıl uyuyan yavrusunu göstererek: “İşte bakınız, benimki uyuyor. Size ne zararı var?”

Birkaç kadın birden: “Şimdi uyanacak değil mi? Vaaz sırasında gürültü olmadansa şimdiden çıkınız. Buraya Hak Taala’nın evi deniyor.

“Hak Taala’nın evi deniyorsa benim kucağımdaki de Rabb’imin bir meleği.”

Kocakarının biri: “Sus, sus! Günaha girme! Neden oluyormuş melek? Melekler yemezler, içmezler. Onlarda erkeklik, dişilik olmaz. Donlarını hiç kirletmezler. Sen hiç mübarek ‘İlmihâl’ okumadın mı hanım? İnanmazsan Şeyh Efendi’ye sor.”

Kadının biri yanındaki oğlan çocuğunu göstererek: “Hanım, benimki altısını sürüyor. Tanrı’m yetiştirirse bu Küçük Tövbe’de yedisine basacak. İşte uslu uslu oturuyor. Bir zararı var mı?”

Kadının biri: “A, Şeyh Efendi’nin yerden göğe kadar hakkı var. Bugün camide mevlüt var sanmışlar da fazla şeker almak için çocuklarını da beraber getirmişler. Bin tembih et, bu açgözlüler lakırtı dinlerler mi?”

On beş yirmi dakika böyle geçer. Nihayet vaaz başlar. Şeyh Efendi dedikodu ve çekiştirme aleyhinde öğütlere girişerek:

“Üç dört kadın bir araya geldiniz mi hemen komşunuzu çekiştirmeye başlarsınız. Bugün Ayşe Hanım’ın evine gider, Fatma Hanım aleyhinde dedikodu yaparsınız, yarın Fatma Hanım’ın evine gider, Ayşe Hanım’ın aleyhinde bulunursunuz. Dedikodu etmek insan eti çiğnemektir. Günahı büyüktür. Yarın ceza gününde dedikoducuların, çekiştiricilerin, taklit yapanların, meddahların, şarkıcıların, tiyatrocuların dilleri, Allah saklasın, zebanilerin kızgın maşalarıyla enselerine çekilecek.”

Her taraftan tövbeler, yakarışlar, af dilemeler, ahlar, oflar, inlemeler… Vaazcı efendi sözündeki tesirin gücünü karşısındaki yüzlerde sevinçle seyrettikten sonra devamla:

“Nene lazım senin âlemin dedisi kodusu? Sen kendini düşün. Yarın can alıcı canını almaya geldiği zaman imanını kurtarabilecek misin? Allah yolunu unuttuk. Hiçbir tarafta bet bereket kalmadı diye şikâyet ediyoruz. Kendi günahımız, kendi kusurumuz. Farzı, sünneti bıraktık. Tanrı’ya ibadet, büyüklerin sözünü dinlemek diye bir şey kalmadı. Küçük, büyük bilinmez oldu. Sen arada bir mübarek camiye, şeyhi dinlemeye geliyorsun ama o kocan olacak herifin Tanrı’ya karşı secdeye baş koyduğu var mı? Oğlun tiyatroya gider, gelinin o dar, peştamal gibi çarşafın içinde uzun ökçeli potinlerle Kalpakçılarbaşı’nda fink atar, kızın komşunun oğluyla nameleşir, beslemen manavın çırağıyla cilveleşir. Daha ne deyip de Tanrı’mdan bet bereket arıyorsun?”

Vaazcıya hiç ehemmiyet vermeksizin üç kadın bir tarafta baş başa şöyle görüşüyorlardı.

L. Hanım: “Karı elli yaşına geldi, yüzünden pudrası, kaşından boyası, gözünden sürmesi eksilmedi.”

M. Hanım: “A, elbette; kendinden yirmi yaş küçük bir delikanlıya vardı. Her gün telli bebek gibi geziyor.”

N. Hanım: “A, duymadınız mı? Şimdi daha bir gencini, güzelini bulmuş. Bundan boşanıp ona varacakmış.”

L. Hanım: “Gençler bu kadının nesine bayılıyorlar?”

M. Hanım: “Beyoğlu’ndaki apartımanına!.. Benim de öyle kırk odalı bir gelirim olsa bana da bayılırlar…”

N. Hanım: “Aman, onlar utanması, namusu kıt bir aile. Duymadınız mı? Geçen sene dul kız kardeşi çocuk düşürdü.”

Bir kaynana, yanındaki kadına, kaynana zırıltısı şeklinde hiç susmayarak:

“Aman hanım, bu gelinim… Uğursuz karı, evimize geldiği günden beri altüst olduk. Ah, ne söyleyeyim? Ne desem benim adım kaynana, onunki gelin. Büyüyle yalnız oğlumun değil, kaynatasının da ağzını, dilini bağladı. Evin içinde hep onun dediği olur. Meğersem ne soysuz karıymış hanım? Kör olasıca şeytan beni yanılttı, bilemedim aldım. Evlerde kalmış koca ağızlı, kart, kokmuş karıyı gelin diye getirdim, köşeye oturttum. Allah, oğlumun gönlü ne kadar da arsızmış? Hanımcığım, bir görüşte hemen canıgönülden vuruldu. Şimdi gittikçe daha ziyade çıldırıyor. Vaktiyle biz de karı koca olduk. Ben böyle şey görmedim. Bir soğukluk büyüsü bilsem yapacağım. Beceremiyorum ki… Fena hayvanın yağını sür, kocasına domuz gibi görünür dediler. Ta Galata’daki kasaplara kadar gittim, aradım… Rabb’imin bildiğini kuldan ne saklayayım? Ceketine, terliğine sürdüm. Hiç tesir etmedi. Eder mi ya? Çünkü karının kendi domuz. Her akşam oğlum, bütün cepleri yemişlerle tıklım tıklım dolu gelir. Odalarının kapısını sürmeledikten sonra bademleri, üzümleri, fındıkları ince bir ahenkle türkü söyleyerek tıkınırlar… Bir iki tanecik de beni çağırıp veriniz, ne olursunuz? Sanki ben o hayırsız oğlanın anası değilmişim… Doğur, doku, büyüt… İşte sonu böyle!.. Eşime dostuma benden nasihatler olsun. Kimse oğluna çokbilmiş karı almasın… Allah’ın günü gusülhanenin semaveri ısınır. Oğlumun avurdu avurduna çöktü. Yüzü verem rengi bağladı. Geberecek… Hangi birini anlatayım hanımcığım?”

Öbür kadın: “Şeriatımız öyle buyurmuş. Yıkanmasınlar mı?”

Başka bir kadın: “Burası camii şerif, hiç burada fena hayvan sözü olur mu?”

Üç kadın arasında çekiştirme böyle sürüp giderken öte taraftan dördüncü bir kadın pek çatkın bir azarlama, bir lanetleme tavrıyla söze atılarak: “Hanımlar, kürsüde Şeyh Efendi insan çekiştirmenin günahından bahsediyor, siz burada bilmem hangi kadının ayağına ip takmış, sürüyüp duruyorsunuz!”

L. Hanım: “Şeyh Efendi çekiştirme aleyhinde vaaz veriyorsa en önce kendi dilini tutsun. Çünkü o hepimizden ziyade çekiştiriyor. Benim kocam namaz kılmazmış. Gelinim Kalpakçılarbaşı’nda fink atarmış. Kızım komşunun oğluna name yazarmış… Bilmem hizmetçim manavın çırağını severmiş… Ne vazifesi onun? Kürsüde söylenecek sözler mi bunlar?”

Şimdi dört kadın birbirine söz yetiştirmeye kalkarlar. Lakırtı büyür. Kürsüden vaazcı efendi:

“Kadınlar, nedir o gürültü orada?”

Azarlayan hanım:

“Ne olacak Şeyh Efendiciğim? Üç kadın burada baş başa vermişler, insan çekiştiriyorlar Siz orada istediğiniz kadar sarığınızı sallayarak çene yorunuz. Hep boşuna…”

L. Hanım: “Hay kemiklerin çekişsin inşallah! Sana ne? Seni bu camiye, cemaatin üzerine kalfa mı koydular kadın?”

Vaazcı Efendi: “Ya Rabbi sen sabırlar ver! Allah cümlemizi düzeltsin…”

Kadınlar hep bir ağızdan:

Âmin… Âmin… Âmin…”

Heybeli, 11 Nisan 1334 (1918)

LAKIRTI ARAMIZDA

Tekrar ediyorum… Lakırtı aramızda… Andelip Hanım, yaşını kırk beşten otuz beşe resmen indirmeye bir çare bulması için gizlice imama başvurmuştu. Kadın, gizli olduğu kadar önemli saydığı bu maksadını ezile büzüle imam efendinin kulağına söyledikten sonra cevap bekledi.

İmam bu işte ustaydı. O, ilk defa olarak böyle bir teklifle karşılaşmıyordu. Bir eliyle başından sarığını arkaya devirdi. Öbür elinin ayasıyla çenesinin altından kır sakalını tersine tersine sıvayarak derin bir düşünceye dalmış gibi göründü.

Andelip Hanım, ümitsizlikten doğan hafif bir çarpıntıyla: “İmam efendi, neye durdunuz?”

“Eeeeyyy, hanım! Bana, Allah’a ve kullarına karşı bir yalan suçu işlemeyi teklif ediyorsunuz ki bu, dünya ve ahretçe gayet günah ve hem de duyulursak Allah esirgesin, cezalı bir iştir.”

“Sana hiçbir vakitte yalan suçu teklif etmiyorum. Ben kırk beşinde var mıyım?”

“Varsınız, yoksunuz, orasını bilmem. Ben Osmanlı nüfus tezkerenizdeki kayda bakarım.”

“O kaydı melekler yapmadı ya? İnsanlar yazdı. İnsan elinden çıkan şeyler yanlış olamaz mı? Bütün resmî kayıtların dosdoğru olduğuna dair kitaba el basıp da yemin edebilir misin bakayım? Haydi, uzun düşünme… Nazlanma! İki şahit bul. Ellerine ikişer çeyrek sıkıştıralım. Benim otuz beşimde olduğuma hâkim huzurunda Allah için şahitlik etsinler. Olsun bitsin…”

“Bu iş şeyhülislam kapısında olsa o dediğin kolay. Ama bu nüfus dairesinde görülecek bir iş. Zor dava, hanım… Pek zor.”

“İmam, beni öfkelendirme! Antikacıların Vesile Hanım ellisinden otuzuna nasıl indi? Kadın ninem yerindeki kınalı saçlı karıyı böyle bebecik yaptırtan sen değil misin? Şimdi bana gelince dünyayı, ahreti, günahı, cezayı, Allah’ı ve kullarını ne karıştırıyorsun? Siz, imamla muhtarlar ağız birliği ettikten sonra ihtiyarı genç değil, vallahi kadını erkek, erkeği kadın, ölüyü diri, diriyi ölü yaparsınız! Ah imam efendi, senin ne dubaralarını bilirim! Söyletme beni! Kapı karşı komşum zavallı inmeli Ayşe Hanım öldüğü vakit ölümünü saklayıp cenazeyi iki gün kaldırmadın. Ayşe’nin mallarını kolcu Ali Ağa’nın üzerine etmek için bu hileye sapmadın mı?”

İmam Efendi biraz suratı asarak: “Şimdi merhum Ayşe Hanım’ı, kolcu Ali Ağa’yı söze katmakta mana var mı? Sen işine bak…”

“Sen de sözüme doğru cevap ver… Karşımda ne sakız çiğneyip duruyorsun? Vesile Hanım ellisinden otuza inmedi mi? Bu gerçeği inkâr edebilir misin?”

“Evet, indi doğru…”

“Kim indirdi?”

İmam efendi eliyle para işareti yaparak: “Kim indirecek? Sarı sarı liracıklar. Bu, sözde gençleşme o kadına kaça mal oldu biliyor musun?”

“Hah, şöyle söyle!.. Bu işi yaparım ama parayı çokça alırım de… Ona göre konuşalım…”

“Paranın hepsini ben alacak değilim.”

“Çabucak söyle, bu işi kaça yapacaksın?”

İmam Efendi, liraların kıvamını getirmek için samimi bir davranışla: “Andelip Hanım, yabancı değilsin. Doğruyu saklamam. Bu yaş düzeltmesi işinin gerektirdiği masrafları ben bir bir hesapladım. Her yaşın indirilmesi ancak bir altına mümkün olabiliyor. Yani kaç altın verirsen o kadar yaş küçülürsün.”

“A, tuhaf şey! Şimdi ben kırk lira versem beş yaşına iner miyim?”

“Sen kırk lirayla beraber Osmanlı nüfus tezkereni bana getir, görürsün. Tanrı beni utandırmaz inşallah… Ama beş yaşına inip de ne yapacaksın? Bu kadar küçülmenin güzellik neresinde?”

İmamın bu önemli açıklaması üzerine Andelip Hanım’a bir dalgınlık gelir, imam:

“Ne düşünüyorsun hanım?”

“Şey…”

“Ney?”

“Mademki insan bir liraya bir yaş küçülebiliyormuş…”

İmam merakla: “Eeeey?”

“Otuz beşi kendim için kart buluyorum. Oldu olacak, şunu otuz yapsak nasıl olur?”

“O senin bileceğin iş. Muameleye beş lira daha masraf biner. İşte o kadar.”

“Binsin, zararı yok!”

Şakacı imam, alay ettiğini samimilik örtüsü altında gizlemek için bir yakınlık hâli alarak: “Hanım, ben sana doğru doğru dosdoğru bir şey söyleyeyim mi?”

“Buyur…”

“Lakırtı aramızda..”

“Şüphe yok.”

“Ben senin niyetini anladım.”

“Nedir?”

“İhtiyar kocandan çok çektin.”

“Eeey?”

“Allah rahmet eylesin, Abdüllatif Efendi öldü. Şimdi bir gence varmak istiyorsun…”

Andelip Hanım’ın buruşuk yüzü biraz kızararak: “Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım? Tastamam üstüne vurdun. İmam, kalbim misin Allah aşkına?”

“Samimilikten söylüyorum.”

“Söyle, çekinme.”

“Otuz yaşını da ben senin için biraz kartça buluyorum.”

“Eğlenme, hiyanet…”

“Allah korusun! Eğlenmiyorum. Otuz yaş bir kadın için dumanı üstünde bir gençlik değildir. Yaşça biraz daha in. Şu otuzun bayatlığı, ağırlığı üzerinden gitsin…”

“Yirmi dokuz?”

“Otuzdan biraz daha uzaklaş.”

“Yirmi sekiz?”

“Korkma, in!”

“Yirmi yedi?”

“Bir de benim hatırım için?”

“Yirmi altı?”

“Bir de merhum Efendi’nin ruhu için…”

“Yirmi beş?”

“Eh, eh… Vardın.”

“A, a, imam efendi, amma yaptın ha! Pek indin. Sonra herkes bana ne der? Gülerler vallahi!”

“Hanım, bir liraya resmen bir yaş küçülmek imkânı elde edildikten sonra niçin yirmi, yirmi beş yaş birden küçülmemeli… Böyle işte cimrilik olur mu? Biz eksilttikçe Tanrı’m artırsın. On sene sonra yeniden otuz beşine döndüğün zaman gene böyle bir masrafa daha girecek değil misin? İyisi mi şimdi küçülebildiğin kadar küçül. Yirmi sene sonra Osmanlı nüfus tezkereni bir kere daha düzelttirirsin. Böylece masrafın yarısı iktisat edilmiş olur. Ya, hanım kızcağızım…”

“Vallahi sen insanla açıkça eğleniyorsun!”

“Hele iftiraya bak! Niçin eğleneyim? Fındık kurdu gibi yumul yumul bir kadınsın. Ağzında bir diş eksiğin yok. Saçların kurum gibi simsiyah. Yürürken bıngıl bıngıl bir yanın inip öbür yanın biniyor! Abdüllatif Efendi o kadar uğraştı ama seni ihtiyarlatamadan gitti.”

“A!.. A!.. A!.. dişime, saçıma, yanıma, belime ne çabuk dikkat ettin? Cingöz herif! Harama öyle keskin bakılır mı? Başındaki sarıktan utanmıyor musun?”

“Merak etme, kötü gözle bakmıyorum. Seni kendim için değil, başkaları için gençleştiriyorum. Yakında nikâhını kıyıp pilav zerdeni yiyeceğiz, inşallah…”

“Kısmet… Tanrı’nın dediği olur.”

“Hazırda bir şey var mı? Yoksa koca işini de bana mı ısmarlayacaksın? Elimin altında iyi şeyler var.”

“Ay, sen öyle şey yapıyor musun?”

“Ne demek? İmam olur da…”

“İmamlık başka, evlenme tellallığı başka.”

“İmamlıkta hepsi vardır. Sen imamlığı küçük şey mi sanıyorsun? Bir çocuk doğar doğmaz bu yaşama dünyasına girişinin ilk kaydını imam düştüğü gibi, ölümünde talkın vererek onu ahrete geçirecek kimse gene imamdır.”

“Aman içim fena oldu! Ahretten, ölümden söz etme şimdi!..”

“Ne korkuyorsun canım? Allah’a emanet, daha gençsin. Fıkır fıkır, yirmi beş yaşında… Ölümle aranızda daha çok seneler var… Azrail Aleyhisselam karşına gelir gelmez nüfus tezkereni gösterirsin. O da elbette gençliğine acır.”

“Evleneceklerden elinin altında neler var bakayım?”

“Türlüsü…”

“Nasıl?”

İmam, Andelip Hanım’ın okuryazar olmadığını bildiğinden eğlenmek için cebinden rastgele bir defter çıkararak güya okuyor gibi şöyle atmaya başlar:

“Abdül’ehad Efendi, gerçek yaşı altmış bir ama Osmanlı nüfus tezkeresindeki düzeltilmiş şekli kırk bir (Çünkü bunun da yaşını elimle ben küçülttüm.).”

“A, imam, senin de yapmadığın yok!”

İmam, göz ucuyla hanıma manalı bir bakış fırlattıktan sonra: “Kafada saçı yok. Bıyıklar boyama. Dişler iğreti. Zaten evli ama bir kadın daha almak hevesinde. Sebebi mart ve kasımda romatizması fazlaca örselediğinden kendini kaldırıp oturtmak ve diğer gizli işlere yardım etmek için bir kadına daha ihtiyacı bulunması…”

Andelip Hanım yüzünü ekşiterek: “Oooff, aman, geç bunu… İçim bulandı.”

“Defterimde yazılı olan ilk isim bu da…”

“Geç, geç… Kırktan aşağılara in. Benim merhum da bıyıklarını boyar, tarar, kozmetiklerdi. İçyüzünü ben bilirim. Yalnız tüy kabası bir erkekti.”

“Peki, peki… Kırkları, otuzları geçiyorum.”

“İyi edersin.”

“Nev-nâdil Beyefendi…”

“Nasıl, nasıl? Hiç işitmedimdi… Hoş bir isim.”

“Hoştur köftehor. Dinle hanım: Başta tepesi dokuz kapsüllü şıllık fes… Tepeden yanağın üstüne doğru tarakla terbiye edile edile yatırılmış altın kuş kanadı açık kumral saçlar, fazlalığı tamamıyla tıraş edilerek burnun altında bir pimdik bırakılmış minimini, gıdıgıdı bıyıklar…”

“Aman, sus! İçim gıdıklandı.”

“Beyaz ablak çehre… Pembe yanaklar… Ateşli dudaklar… Şahane ela, sev beni seveyim seni, fıldır fıldır çekici gözler… Osmanlı nüfus tezkeresinde hiç düzeltme yok. Natürel yaşı yirmi bire çeyrek var.”

“Ah, pek körpe…”

“Çok gevrek. Can eriği gibi kütür kütür.”

“Ben ona denk olabilir miyim?”

“Olamazsan hafif gelecek tarafa biraz safra koruz. Zaten yaşça resmen aranızda ne kadar fark var? Sen yirmi beş, o yirmi bir. Bu dört yaş fark da peygamber sünnetidir.”

“Bu genci bir kere görebilir miyim?”

“Hayhay… Az kalsın ki bana çeşnisi helal dedirtecektin.”

“Hah, görür görmez varacak değilim ya!”

“Kısmetse ne denir?”

“Tanrı’nın yazısı.”

“Senden bir şey sormayı unuttum.”

“Nedir?”

“Senin merhum efendinin yedi sekiz bin lira kadar parası vardı.”

“Aman aslı astarı yok. Öylece laf çıkardılar. Para nerede?”

“Yok, yok… İnkâr etme. Merhum her fırtına çıkışta bu parayı faizden bankaya, bankadan bedestene, bedestenden kasaya taşır dururdu. Efendinin ölümünden biraz önce her ne yaptınsa yaptın, bu paranın üstüne oturdun.”

“İmam, mesele çıkarma. Kabzımalların çocuk düşürtme işini biliyorsun ya… Mirası başka tarafa çevirmek için çocuğu düşürttünüz. Senin de üstü yarım örtülmüş ne pisliklerin var. Vallahi ben de eşelerim.”

“Eşeleme, dişi horoz, iyiliğe kemlik mi? Nev-nâdil Bey’i anlatırken yalnız bir tarafı unuttum.”

“Hangi tarafı?”

“Beyin dişleri pek sağlam, pek kuvvetlidir.”

“Ay, çürük mü olacaktı?”

“Anlamadın… O keskin dişlerle senin yedi sekiz bin lirayı az vakitte öğütür, yok eder…”

“Benim gönlümü hoş etsin de paralarım ona afiyet olsun.”

“Ya?..”

“Para dediğin harcanmak için icat edilmemiş mi? Öylesine yedirmeyip kime yedireceğim?”

“Haydi öyleyse, yirmi lirayla beraber Osmanlı nüfus tezkereni getir. Şu liralardan siftahı ben edeyim.”

“Ama imam, lakırtı aramızda…”

“Hiç merak etme…”

Andelip Hanım gittikten sonra imam kendi kendine şöyle düşünür:

Hekim bir, hoca iki, papaz üç… İşte bu üç erkek kadınlığın çok zayıf taraflarını bilir. Zaten denemeyle bilirim. Kırk beşlik her kadının kalbinde bir Andelip Hanım yatar…

Heybeliada, 21 Kasım 1333 (1917)

AFERİN HAYRULLAH

Vahdet Bey, Sirkeci birahanesinde kafayı tuttu. O sert rakının beynini kaynatan şiddetinden çok siyaset savaşıyla sarhoş olmuştu. İttihatçı-İtilafçı ebedî davası ispirto buharlarıyla damarlarında gene tutuştu. O üzüntüyle birahaneden çıktı. Bulaşacak adam arıyordu. Caddede göğüs göğüse birkaç kişiye çarptı. Bereket versin ki olay, “Kör müsün be herif?” tahkirinden ileriye varmadı. Tramvayda biletçiyle yırtık para kavgasını da tehlikesiz geçirdi. Ah, bu ne memleketti! Adım başında bir tartışma, dövüşme, belki de öldürme vesilesi hazırdı. Allah koruyordu.

Vahdet Bey, evine kadar çok şükür arızasız geldi. Çıngırağı neşelice çekti. Evin giriş yerini sarsan bir çıngırtıdan sonra kapı açıldı. Ev karanlık ve sessizdi. Elinde bir kör lambayla karşısına siyah cariye Karanfil çıktı. Bey, biraz şaşırarak sordu:

“Hanımlar nerede?”

“Sokağa çıktılar, daha gelmediler efendim.”

“Kurt kuş inine yuvasına çekildi, meyhaneler boşaldı, hâlâ hanımlar sokakta! Başımıza gelen bu ne medeniyet belasıdır ya Rabbi!..”

Karanfil, hoppa bir kırıtışla boynunu büktü, cevap vermedi.

Gerçekten de Vedia, kaç zamandır kelimenin bütün kötü manasıyla havalanmıştı. Artık hanımın ne evinde gözü vardı ne kocasında ne çocuğunda… Tekmil işini gücünü tuvaletine vermiş, olanca aklını, fikrini sokaklara dökmüştü. Tiyatrodan, konserden, konferanstan, seyirden seyrandan hiçbirini kaçırmıyordu. Ezanlara kadar dışarıda kalmaması için ona edilen son sıkı tembihin üstüne bu başkaldırış, gece yarılarını bulan bu sürtüklük neydi? Kendisinin pek evine, karısına bağlı bir koca olmasına rağmen karısından gördüğü bu havailik, başkaldırış, önemsemezlik kocalık gururuna dokundu. Gönlünü, sevgisini kanattı.