Книга Şıpsevdi - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Şıpsevdi
Şıpsevdi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Şıpsevdi

Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

HİKÂYEMİN HİKÂYESİ

Bu zavallı eserimin istibdat devrine ait talihsiz bir küçük tarihi vardır. O devrin yağmacılarından biri, başkalarının kalem eserlerine fazladan sahip çıkmak gibi garip bir iddiayla ortaya atılmış, bütün Osmanlı yazarlarından kendisine haraç sağlamıştı.

Zorbalığını her gün yeni bir kahramanlık masalıyla halka tanıtanlar, hele rütbeleri bala (yüksek) ve günde birkaç kere Yıldız bayırını tırmanmak için araba beygirleri dinç olanlar, Başkâtip Tahsin Paşa’nın huzuruna girme meselesinde desturu bol olanlar yaptıklarından sorumlu olmayan, zamanın en güçlü kimseleri sırasında sayılırlardı.

Bu basın haydutlarına karşı Osmanlı yazarları taşmak,1 hakkı göstermek istediler. Söz alev alırken sansür, elinde kalem şeklinde çekilmiş o öldürücü kılıcını göstererek susmalarını emretti. Bütün yazar arkadaşlarımla elde kalem, gönülde yara öyle şaşkın kalakaldık.

Alafranga, sabahleyin bizim gazetenin, öğleye doğru zorba basımevinin tezgâhından çıkıyor, bir iki saat sonra zamanın zenginlik ve bilgi sahibi “atufetlu” Beyefendi Hazretleri adına formalar dağıtılıyordu.

Bu haydutluk, bu acı kargaşalık içinde eser birkaç tefrika yayımlandı. Nihayet bir gün yazara gelen sansür provası romanın ölüm fermanı olan kızıl bir çizgi ile baştan ayağa yaralanmış göründü. Yayımlamaya devam imkânı olmadığını anladık. Pek üzüldük. Ama kadere boyun eğmekten gayri çare yoktu. Hatta üzüntü çokluğundan, yayıncıyla bu birkaç günlük para hakkı hesabını da ahirete bırakarak Alafranga’yı gömdük.

Bugün, sekiz senelik mezar tozlarını silkerek Şıpsevdi şeklinde beliren şu eser, hürriyet nefesiyle yeniden can kazanmış olan eski Alafranga, işte o istibdat idaresinin şehididir.

CEMİYET HAYATIMIZ VE ALAFRANGA

Bazılarına göre bu romanı, alafrangalığı küçümsemek, küçümseyerek alaya almak maksadıyla yazdığım sanılıyormuş. Bu çok yanlış bir zan ve yanlış bir inançtır. Alafrangalığa uymaktaki züppelikle gerçeğe ve ilericiliğe inanmayı birbirinden ayırmak gerekir. Türklüğümüze ve Osmanlılığımıza şeref ve yükseliş sebebi olacak şeyleri hangi kalem küçümser ve alaya alır ki buna ben cesaret edeyim?

Batı medeniyeti bizi uyarıcı bir meşale oldu. Bundan sonra da ilerleme işinde önümüzde gidecektir. İstibdat kaç senedir bize kitaplıkları kapadı. Çocukların yüreklerine yurt sevgisi aşılayan, onları fikirce yükselten dersleri kaldırdı. Öğretim düzenini büsbütün bozdu. Bütün okulları çocukların eğlence yeri hâline koydu. Bir milletin manevi gıdası ve varlığının, ilerlemesinin kefili olan her çeşit yayını menetti. Memleket gazetelerini istibdadı öven, jurnalci birer yalan kâğıdı hâline soktu. Hep bozdu, tahrip etti, acayipleştirdi. Bu ezici, yıpratıcı, yok edici ele karşı yalnız bir şey tamamıyla yenilmiyor. Bilgi, gümrük memurlarının en şiddetli teftişlerine rağmen birçok özel kitaplıkta saygı gördüğü, gizlenecek bir yer buluyor, gide gide içlerine işleyerek gençlerin zihinlerini kuvvetlendiriyordu ki bu da yabancı dilde yazılmış eserlerdi. Bir şeye dikkat ediyordum: “İkbal” (Yücelme), “Tefeyyüz” (Feyzalma), “Şafak” (Gündoğusu) gibi parlak isimler, koca koca boyalı levhalarla ön taraflarını süsleyen millî kitapçılarımız, resmî izinle yayımlanan saçma kitaplar karşısında sinek avlarlar, zavallı Arakel Efendi gibi en itibarlı, en namusluları iflas defteri koltuklarında kapı kapı dolaşırlarken yabancı dilde kitap satan dükkânlar karınca yuvası gibi işliyordu. Hem yalnız Babıali yakınlarında bunların sayısı birken iki, üçken dört oluverdi. Memlekette bilgi iflas edince yabancı bilgi imdada yetişti. Çocuk velilerinin rağbet gözü yabancı okullarına döndüğü gibi, gençlerimizin okuma iştihası da o yana eğildi. Avrupa’nın filozofları, faziletli kişileri, tarihçileri, edebiyatçıları, şairleri bizim millî kalem sahiplerimizden çok tanınıyor, okunuyor, Batı’daki basın bereketi buradaki kitapçı vitrinlerini de dolduruyordu. Türkçe şiir ve edebiyat dilinin basın sayfalarında kullanılması yasak olduğu için ana dilini ihmal etmiş ama yazdığını okutacak kadar Fransızca yazı yazmakta kudret göstermiş gençlere rastladım.

Bu sefer Avrupa’nın ölmez eserleri gençlerimiz üzerinde, evet, maatteessüf itirafa mecburum, çok az, ancak seçkin bir kısım gençlerimiz üzerinde önemli tesirler yaptı. Spencer’lerin, Ribot’ların, Poincare’lerin, Lebon’ların eserlerini bunların kitaplıklarında, hatta birer ayrılmak bilmez dost gibi daima ceplerinde görürdüm. Hep bu eserler, bu ilim heveslilerinin âdeta ruh arkadaşı olmuştu. Çetin, karışık meselelerden açıklıkla bahsettiklerini görünce son derece içim ferahlardı. İlerleme ve yurdun saadeti adına kutsayarak geleceğin kendilerine ait olduğunu bu gençlere müjdelerim.

Bu hikâyedeki alafrangadan maksat, bu zeki ve gayretli gençlerin ilericiliğe karşı duydukları bağlılığı tenkit etmek değildir. İstibdat zamanında düşünme ve anlama ışığımız bütün bütüne sönmek üzere iken bunu Batı’nın olgunluğundan buraya sıçrayan kıvılcımlar devam ettirdi. Bugün iyi düşünen, yazan, hürriyeti koruyan kalemler işte Batı’nın bu kıvılcımlarıyla aydınlanmış beyinlerdir.

O karanlık çöküntü ve bahtsızlık günlerinde bize şefkatli dost, yardımcı hep o fikir hazneleri, o kitaplar oldu. Düşünmeyi, böyle roman konularında gezinmeyi, hürriyet sevgisini onlardan öğrendik. Düşünüş tarzımızda, nesir yazılarımızda, şiirimizde görülen son edebî değişiklikler Batı’dan esen sihir ve bilgi rüzgârıyla meydana geldi. Bugün memleketimizde yazı, ilim ve teknik alanlarında ciddi hizmet etmek isteyen hiç kimse Avrupa dillerinden birini veya birkaçını iyice bilmek ihtiyacından uzak kalamaz.

Bu romandaki kahramanımız işte bu zorunluğu zevzeklikle, hoppalıkla, bilgisizlikle karıştırıp Batı’nın olgunluklarından gerçekte hiçbir nasibi yokken Frenklerin kendilerinin de pek hoş karşılamadıkları birtakım garip ve şatafatlı âdetleri burada yaymak isteyenlerden, bilgisizliği, aşırıcılığı, dolayısıyla alafranganın faydalarını da zararlı tanıtmaya sebep olanlardan, hatta alafrangada bulunmayan tuhaflıkları burada icada yeltenenlerden biridir. Bu eser, alafrangayı küçümseyip alaya almak şöyle dursun, onu yanlış anlaşılmaktan kurtarmaya hizmet edecektir. Daha doğrusu bu roman, her maksada hizmet etmekten ziyade, halkı güldürmek için yazılmıştır.

***

Alafrangalık nedir? Bizim için bunun iyi ve kabul edilecek kısımları var mıdır? Bunun millî âdetlerimiz üzerindeki tesiri ne olmuş? Ne oluyor? Ne olacak? Ne olması isteniyor?

İşte bundan sonra cemiyet hayatımızla sıkı bağları olacak birkaç sual… İlerideki gelişmemiz bu suallere verilecek cevaplarda yatıyor.

Bu kısa hikâyede bu kadar mühim suallere cevap vermek fodulluğu2 iddiasında değilim. Böyle büyük ve ciddi meseleleri çözmek gücü ve yetkisi herkesten önce zamana ve geleceğe aittir. Yaşamayı hak etmiş milletler her ileri adımlarını ebedî hayatlarına bereket ve kuvvet verecek ihtiyaç ve tempoya uyarak atarlar. Gerekli yenilikler tam zamanında kendini duyurur ve kabul ettirir. Bir milletin yenileştirici büyük işleriyle ilgili her konuda daima akıllıların övgüsüyle ahmakların kötülemesi çarpışma durumundadır.

Bu yüzyılda milletlerin yaşama yetkileri öyle önemli, öyle nazik, hatta öyle açık çalışmalara bağlı bulunuyor ki kuvvetliler arasında bir zayıfın yaşayamaması gibi bir tabiat kuralına karşı müstesna bir yaşama imkânı tasarlamanın artık zamanı geçmiştir.

Bu yıl İngiltere’nin, gelecek yıl Rusya’nın, daha öbür yıl Almanya’nın zayıfları koruma duygusuna sığınarak milletimizin yaşamasını birinin dostluğuyla ötekinin düşmanlığını kazandığımız iyi niyetleri şüpheli bu büyük dostlarımızdan daima dilenerek beklemek bir millet için siyaset hayatı değil, utançtır.

Memleket genişliği bakımından yirmide, otuzda bir parçamıza eşit olmayan Bulgaristan “Ben böyle isterim!” diyor. Bir millî varlık gösteriyor. Avusturya “Ben bunu böyle yaptım!” diye yayıyor. Ya Rabbi, acaba biz ne vakit “Hayır, sen onu öyle yapamazsın!” cevabıyla meydan okuyarak açık haklarımızı koruyabilecek bir kuvvete, bir güçlülüğe sahip olacağız?

Gözü doymazların küçük emellerine, hakaretlerine hedef oluyoruz. Buna mahkûmuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, ticarete ticaretle, ekonomiye ekonomiyle, maarife maarifle karşı konur. Bu yolda aralarında dostluk kurmuş devletlerle mesafemiz o kadar açıktır ki bu dengeyi meydana getirmek için harcanması gerekli zamanı, çabayı düşündükçe üzüntüden baş dönmesine tutulmamak kabil olmuyor. Bu büyük milletlere kalsa bizi birkaç türlü yutarlar.

Yazık ki çoğumuz bu gerçekleri anlamış bile değiliz. Bazı sivri akıllılarımız da Fransız, İngiliz, Alman kadınlarıyla evlenerek tehlikeye karşı besbelli bir bakıma olsun böyle çare bulma yoluna gitmek istiyorlar. “Bu milletler yavaş yavaş bizim elimizde bulunan her şeyi zorla alıyorlar. Bari fırsat düştükçe biz de onların kadınlarını alalım.” diyorlar. Himmetleri var olsun! Ama medeniyet çatısına bu yoldan sığınmanın faydası kadar sakıncası da var. Aşağıda bundan biraz bahsedeceğiz.

Kuru bir küçümseyip alaya alma yolunda hikâye sermayesi diye ele alınmış sanılan “alafranga” kelimesinden bakınız ne önemli gerçekler çıkıyor.

***

Alafrangalık yolunun bizde birkaç çeşidi var. Talihin tesadüfüyle varlıklı, mevki sahibi bir aileden gelerek daha çocukluklarında Fransızca öğrenmiş, rahat yaşamış, sonra Avrupa’da memur olarak veya başka şekilde bulunarak bilgisini genişletmiş olanlar ki bunlar memleketimizdeki alafrangalık yolcularının en soylu ve başta giden kısmı sayılabilir. Bunların Avrupa’da tanınmış olmalarının sebebi, şahsi meziyetlerinden ziyade, ailelerinin şöhretidir. İçlerinde gayet güzel Fransızca konuşanlar, ata binenler, kumarda ustalık gösterenler, yani orta derecede bir salon adamı olmak vasıflarını gösterenler var; ama bir antlaşma sırasında, bir kongrede menfaatlerimizi hakkıyla anlayacak ve koruma değerini gösterebilecek olanları yoktur. Devletimiz daima bu yüzden pek büyük ve önemli zararlara uğramıştır. Alelade Fransızca konuşmak başka, ilim ve fazilet sahibi olmak gene başka. Bu, besbelli artık.

Diplomasi bilgisini ağızdan, tatbikatla öğrenip politikacı kesilmenin artık zamanı geçti. Şimdi bunların felsefe, askerlik vesaire gibi mektebi ve öğrenim süresi var. Avrupa’da olduğu gibi bizde her sınıf bilginin özel bir okulu yoktur. Otuz yıl önce bir “Mahrec-i Aklam”ımız3 vardı. Sonra bir de Mülkiye Mektebimiz açıldı. Valimiz de oradan çıkardı, mutasarrıfımız da, kaymakamımız da, edebiyatçımız, şairimiz, astronomumuz, kimyagerimiz de… Evet, bu zavallı memlekette her ilim ve sanat bize Tanrı vergisidir. Birbirimize “şair-i maderzad”,4 “edib-i maderzad”5 deriz. Her şey bize Allah vergisidir. Sonradan kazanıp elde ettiklerimiz pek sınırlıdır. Yoklamaya, teftişe, incelemeye gelmez. Haydi edebiyatçılıkta, şairlikte, yazarlıkta üstat kesilip birbirimizi aldatalım. Ama ciddi fen bilgilerinde, ekonomi bilgisinde, maliye usulünde, politikada ne yapacağız? Avrupa’da bir yıl içinde bu çeşitli fenlere ait yayımlanan eserleri görse insanın o bilgi hareketine karşı parmağı ağzında kalır. İşlerimizin başında bulunan efendilerimiz acaba bunun bir listesini görebiliyorlar mı? Görseler de içlerinde acaba anlayabilecek kaç kişi var? Elbette yaralarımızı bundan ziyade eşmeyelim. Bizde siyaset mektebi, divan efendiliği ve mektupçuluktur.6 Daha kestirme yollardan gelenler de var ya, sözü uzatmamak için onları bahse katmıyoruz.

Özel menfaat bağları, dalkavukluk, yüze gülmek en büyük marifetimiz, diplomatlığımızdır. Çünkü dün istibdada alet olan beyinler bugün meşrutiyete hizmetçi kesildi. Bu iki zıt niteliğin birinden öbürüne atlamada eski kötü alışkanlıklardan çarçabuk kurtulmak kabil midir? Mademki o uzun istibdat sona erdi, bu kısa komediler de geçer. Zaman her şeyin foyasını meydana çıkaracak kuvvettedir.

Evet, şairliğimiz, edebiyatçılığımız, diplomatlığımız Tanrı vergisidir dedik. Ama ne kadar yazıktır ki bugün Avrupa siyasetine Tanrı vergisiyle cevap verilemiyor, vatan bunlarla korunamıyor. Bir millet Tanrı vergisiyle zenginlik ve kuvvet sahibi olamıyor.

Bu kişizadeler sınıfından alafrangalarımız, memlekete Avrupa’dan şıklık, kumar, dans, güzel konuşmak gibi salon hünerlerinden başka bir şey getirmediler. Başka yoldan seçkin bir özellik gösteremediler. Millî bilgi alanlarımızın işte hepsi tamtakır duruyor. Âlimler bilgi alanından incelemelerine bir örnek, kendi emekleri ve zekâlarının eseri olarak ciddi ve gerçek bir hüner örneği getirdilerse gösterilsin… Alafrangadan bizim ihtiyacımız olan şeyler yalnız o pozlar, jestler, kostümler değildir. Sığ bir tavır ve hareket taklidine maymunlarda bile istidat görülüyor. Bu o kadar ciddi bir ilerleme vasıtası sayılamaz.

Şu sözünü ettiğimiz kimselerin bu taklitleri öğrenmek için Avrupa’da har vurup harman savurarak ziyan ettikleri Osmanlı milyonları kurumlar açılmasına, Batı’da ciddi öğrenci yetiştirmeye harcansaydı, bugün belki böyle dövünme durumuna girmezdik.

Alafrangalığın işte bu bahsinde vatan için uyanıklık sebebi olacak derin bir ders, tenkidi gerekli birçok hâl, bir romancı için birkaç cilt dolduracak önemli, besleyici bir sermaye vardır. Ama bu hikâyede alafrangalığın bu çeşidinden bahsetmedik.

İkinci çeşit alafranga aileler bir Avrupalı kadınla evlenerek Beyoğlu’nda oturan yarı “levanten”lerdir.

Bu aileler bir tarihçi, bir fizyolojist, bir psikolog, bir hikâye yazarı için gerçekten incelemeye değer, bir yanı Avrupalı, bir yanı Osmanlı iki yüzlü bir kumaştır. Gene tekrar edelim ki şu satırlarda kimseyi küçümseme kastı yoktur. İnsan soyu bilgisine bir filiz de buradan katılıyor.

Unsurları iki yüzlü olan bu ailelerden erkek tarafı Türk olanı inceleyelim:

Böyle “sélection”la7 soyumuzu karıştırıp cinsimizi düzeltmeye uğraşmaktaki gayretin ehemmiyet derecesini bırakalım, anlayanlar incelesin. Meselenin yalnız cemiyet hayatımız bakımından göstereceği tesirlerden bahsetmek isterim.

Madam ya bir Fransız ya İngiliz ya da Alman olacağından Türk kocasına karşı daima bir soy üstünlüğü, milliyet gururu göstermekten geri durmaz.

Madam, medeniyet bakımından kendince farz ettiği bu soyluluk önceliğinden dolayı kusursuz bir kimsedir. Kocası ise onun yanında daima insanlığından önemli şeyleri eksik bir hor, noksan yaratıktır. Koca için her emre, her hakarete karşı daima boynu eğik, daima itaatli, daima tahammüllü bulunmaktan başka çare yoktur. Yoksa en alelade vesilelerle “Espèce de Turc!”,8 “Tête de Turc!”9 hakaretleri hazırdır. Çocuklar, annelerinden daima övünçlü, yüksekten atan bir üstünlük hâli gördüklerinden yaradılışça da, duyguca da o tarafa yatkındırlar. Bir Türk’le bir Avrupalı kadından doğma çocuklar arasında melek gibi güzelleri, sevimlileri bulunduğu inkâr edilmemekle beraber soy süzülmesi sözündeki bilgi değerine rağmen çirkin, sıska, tıknefes, irin renkli, solucan gibileri de görülmektedir.

Bu çocukların yüzlerinde çoğu zaman iki başka soyun birbirine zıt alametleri vardır. Tekir anadan, boz babadan doğan alacalı kedi yavruları gibi burnu Alman’a, kulağı Türk’e benzer; anaları Frenkçe, babaları Türkçe, dadıları Rumca konuştuklarından dillerin bu bülbülleşmesi içinde büyüyen yavrucuklar üç yaşındayken üç dört dille konuşur görünürler. Ama on yaşına gelirler de hâlâ başlıca bir dilden samimi bir konuşma gücü gösteremezler. Bu masumların değişmez, belirli bir isimleri bile yoktur. Babaları Cenan derse anaları Jean diye çağırır. İki milletliliğin cemiyet âdet ve şartları arasında kalan bu zavallılar büyüdükçe örtünme, evlenme devirlerinde bunların yaşama şekilleriyle ilgili önemli meselelerin güçlüğü de beraber büyür.

Memleketimizdeki alafrangalığın işte bu çeşidinden de tatlı konular, gönül okşayan fikirlerle Pierre Loti’lere hikâye sermayesi olacak ibret dolu mevzular çıkar. Tabiattan alınma sahneler görülür.

Allah esirgesin, memleketimizin ileri gelen erkekleri hep böyle soy süzmesi gibi medeniyeti ilerletici gayretlere kapılıp Frenk kadınlarıyla evlenmeye rağbet ederlerse Doğu’nun mahrem namusu ve güzelliği içinde büyümüş, her biri birer saflık ve namus incisi olan, evlerimizdeki o nur gibi Ayşelerimizi, Eminelerimizi, Zehralarımızı kimlere vereceğiz?

Pierre Loti’yi öbür cihet düşündürürse bizi de işin bu tarafı yakıcı düşüncelere salar.

Madamın Avrupa’da yakınları, soydaşları varsa her yıl sılaya gitmesi dolayısıyla, kocasının varlıklılığına göre, bu vesileyle yabancı diyarlara kucak kucak paralar akar. Ekonomik dengemiz de bundan yaralar alır. Avrupa’dan buraya para çekmenin yolunu bulanlar beğenilecek birer yurtsever sayılır. Burada birbirimizin dişimizi, tırnağımızı sökerek kazandığımızı oraya gönderenler değil.

ÜÇÜNCÜ NEVİ ALAFRANGALIK

Hikâyemizin kahramanı Meftun Bey, işte bu çerçeveye girer. Bu üçüncü nevi tip şehrimizde bol değilse de pek seyrek de değildir. Elverişli havalarda sokaklara dökülen ve Beyoğlu’nda gezinenler arasında görülür. Ayırıcı özelliği, yakalığının hayale sığmaz yüksekliğidir diyebilirim.

Hafifliğe kapılıp da bazen fırr diye döndüğü zaman fistan gibi açılan arabacıvari uzun ve “en cloche”10 etekli redingotu, dar pantolonu, sivri potinleri, baston inceliğinde zarif şemsiyesi kendinin orijinal, modada tek kalmaya hevesli bir zamane delisi olduğunu gösterir.

Üzerinde darlığa, bolluğa, kısalığa, uzunluğa, inceliğe, kalınlığa dair ölçüce ilgisi modaya bağlı neler varsa zevk bakımından da, âdet bakımından da her türlü akıl ölçüsünü aşar.

O yüksek yakalığın altında, çoğu zaman plastron boyun bağının üzerindeki yerini tayin etmek saatler almış iri kravat iğnesi, elinde oku, çıplak bir aşk sembolü kabilinden mitolojik bir nesnedir. Yanılıp da bu iğnenin zarifliğinden bahsetseniz, “Mon cher, voulez-vous écouter l’histoire de mon épingle?” (“Dostum, iğnemin hikâyesini dinlemek ister misiniz?”) cevabı hazırdır. Bu iğne, sivri ucuyla Paris’teki aşk başarılarının birer önemli hatırasını eşeler, çıkarır. Söz, dinleyenin dayanıklılığına göre, uzar gider.

Çevresi şeritli, önü açıkça, rengi elbiseninkiyle zıt bir yelek… Üst cebinde ayarının derecesi şüpheli bir sarkma kordon, ucunda tarihî macerası gayet meraklı, önemli, çok az rastlanır bir para…

Şıkın üzerinde ağızlık, tabaka, gözlük, yüzük nevinden, hatta gömlek ve yelek düğmelerine kadar nesi varsa, bunlar da kendi gibi acayip ve sürekli birer macera sahibidir. Tarihçe veya sanatça özel bir önemi, hatırası olmayan hiçbir şeyi üzerinde taşımaz.

Sağ elinin şehadet parmağı kökünden tırnağına kadar taşlı, taşsız, oymalı, harfli halkalarla süslüdür. Bunun sebebi sorulsa hep Paris’teki sevgililerinin yalnız o parmağa takılması şartıyla bunları birer muhabbet hediyesi olarak vermiş olduklarını söyler.

Kılık kıyafetçe belki Meftun’un birkaç benzeri bulunur. Ama ahlakındaki gariplik, âdet ve hareketlerindeki acayiplik bakımından bir benzerini bulmak imkânsızdır. Şövalyelikte Cervantes’in Don Kişot’u neyse Doğu alafrangalık âleminde de Meftun Bey işte odur. Gariplikte kahramanımız bir yaratılış harikası, bu hikâyesi ise sanki Fransızların fantezi dedikleri hayal eserleri gibidir. Bundan kimseye bir küçümseme ve alay payı fırlamaz.

Sözü burada ne uzatalım? İleriki sayfalar bu antika adamın kendisini anlatmak için yazılmıştır.

Meftun, Frenklere tapma hastalığına yakalanmış bir deli midir? Hayır. Göreceğiz ki o da değil. Bazı sınırlı zamanlarda akıllılık anları görülmesine bakılırsa seyrek nöbetli sıtma gibi, aklı gelir gider takımından olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.

6 Ocak 1908, AksarayHÜSEYİN RAHMİ

I 11

Aksaray Caddesi’ndeki sel ızgaraları hakkında eski bir rivayet, âdeta birkaç yılda bir büyük fırtına ve yağmurlarla beraber yenilenen bir efsane vardır. Vaktiyle yağmurun, selin pek taşkın olduğu bir günde, bu sel bacalarının biri, binicisiyle birlikte bir eşek yutmuş. Bu havadisin gürültüsü gazetelere kadar yayıldı. Sansür, halkın anlayışını aşağılaştıran, ahmakların hoşlanacağı böyle haberlerin yayılmasına aldırmazdı. Rivayeti çıkaranların bu konuda dayandıkları belgeler nedir? Koca eşek, üstündekiyle birlikte ızgara aralıklarından nasıl süzülüp geçmiş? Bu konuda inandırıcı bir açıklık yok. Yalnız Aksaray tramvay durağında Nalıncı ve Şekerci sokaklarının başlarındaki ızgaralar, yağmur sularını toplamak ve uzaklaştırmaktan daha başka hizmetler görerek de dikkati çekiyorlar. Bu baca ağızları, fakir halkın âdeta bülbüllü, sümbüllü, hoş kokulu bir havuzbaşı eğlence yeridir. Yaz günü uçan haşeratın her çeşidi buralarda vızıldar. Rutubetten etraflarında yosunlar, çimenler yetişir. Bu has bahçelerin güzelliğinden en çok faydalananlar tramvay işçileridir. Yazın insanı kesen sıcak günlerinde, Eminönü’nden Aksaray seferini tamamlayınca, o beş altı dakikalık hizmet arası sırasında tramvay ispirleri12 bu ızgaralı sokakların başlarındaki sıra ağaçların gölgesine yahut çeşmenin gölgeciğine sığınırlar. Bu ferahlatıcı havuzların hemen yanına iskemleyi atıp acele bir dinlenme kahvesi içerler.

Akşama doğru bu sokakların ağızları balıkçı tablaları, yemişçi, sebzeci küfeleriyle birer pazar, birer yiyecek sergisi hâlini alır.

Bu ızgaraların en büyük faydası, oradaki bütün esnafa âdeta çok büyük bir takatuka hizmeti görmeleridir. Bunların birer sel süzgeci olduğu unutularak temizlik arabalarının biraz uzunca süren gelişlerini bekleyemeyecek kadar aceleci olanlar, elleri değdikçe süprüntülerini getirirler, bu ızgaranın üzerine boşaltırlar. Aralıklardan sığan parçalar aşağı gider, sığmayanlar demir çubukların arasına sıkışır, durur. Bunlar, güneşin sıcaklığını içer. Arada bir dükkânlardan dökülen çirkefler, nargile ve kahve çömleği suları, berber leğenlerinin içindekilerle ıslanıp tazelendikçe ortalığı dayanılmaz bir koku sarar. Orayı, kara bulut gibi, irili ufaklı bir sinek alayı istila eder. Izgaranın yanından bir insan veya hayvan geçince bal ve eşek arıları da dâhil olmak üzere tatarcık, sakırga, kenesine kadar içinde kanatlı haşerattan her çeşidi bulunan bu alay, ürkerek, inceli kalınlı, türlü vızıltılarla bir kere havalanır. Birkaç kısma ayrılır. Birtakımı az ötedeki manav dükkânına, öteki kısmı da aşçıya, çapulculuk için dağılırlar. Bir haylisi de o has bahçelerde kahve içen müşterilerin başına bela olur. Manava gidenler, meyvelerin çürüklerini seçerek üstlerine üşüşürler. Aşçı dükkânına hücum edenler arasında pisboğazlık gibi onları aceleye sürükleyen bir kötü huy yüzünden hoşaf kâsesi, terbiyeli çorba tenceresi, bazı yemek salçaları içine düşüp kazaya uğrayanlar bulunur. Mayhoş ve serin hoşafa düşenler, havada kalan ayaklarıyla tek kanatlarını titreterek dokunaklı, keskin feryatlarla yardım istemeye başlarlar. Vızıltı hayli uzar. Fakat hain aşçı, boğulanların yardımına koşmaz. Zavallılar o şekerli, kızıl deniz içinde debelene debelene kalıbı dinlendirirler. Asıl acınacak hâlde olanlar çorba tenceresine düşenlerdir. Onların vızıltıları çok sürmez, çabuk haşlanırlar. Aşçı, müşteriye çorba vermek için kepçeyi daldırınca o kaynar yüzeyden derinliklere karışırlar. Görünmez olurlar. Zavallıları artık aşçı değil ya, çorbayı içen müşteriler bile aramış olsa bulamazlar. Tencerenin üstü sinekten kara bulut hâlini alınca aşçı çırağı her bir teli gene sinek tersinden görünmeyen sinekliği eline alır. Kapakları açık yemekler üzerine şiddetle bir sallar. Sinekliğin perişan zülfü, yemek salçalarına girer, çıkar. O kara bulut, bir uğultuyla havalanır. Bir kısmı dükkânın tavanına, başka yerlerine dağılır. Birtakımı da kapıdan, pencereden sokağa uğrar. Kapının dışında, aşçının ara sıra fırlatacağı kemiklere özlemiş bakışlarını bağlayıp bekleyen, en azılısından en acizine kadar, rütbelerine göre dizilmiş köpekler vardır. Bu sinek alayı önlerinden geçerken köpekler, boyunlarını uzatırlar. Ağızlarını kapan gibi açıp kapayarak pek yakınlarından geçenleri avlarlar, “hapıcık” yaparlar. Köpeğe sinek lokması ne kâr eder? Bu avcılık onlara, insanların karides, ayçiçeği, kabak çekirdeği yemeleri gibi, küçük bir eğlencedir. Köpek, avını ağzına attıktan sonra kısmetin küçüklüğünü, dişlerine hiçbir şey dokunmadığını anlatmak için küçümser bir yüz buruşturması içinde gözlerini kısarak çiğner. Av ne kadar küçük olursa olsun “Küll-i dâhilün yenfa.”13 hükmünü yayan, bulduğuyla geçinmeye alışık bir filozof olduğunu göstermek için yanından geçen ufak tefek sineklere karşı hiç de tenezzülsüzlük tavrı takınmaz. Hep ağız açarak tutmaya saldırır. Fakat kısmet bu… Her zaman kolaylıkla ele geçmez. Boşuna çene salladığı da çok olur.