Книга Dar Sokakta Ayak Sesleri - читать онлайн бесплатно, автор Emin Göncüoğlu
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Dar Sokakta Ayak Sesleri
Dar Sokakta Ayak Sesleri
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Dar Sokakta Ayak Sesleri

Emin Göncüoğlu

Dar Sokakta Ayak Sesleri

Şehnaz’a, Meltem’e, Alper’e…


Arkadaşlar çağırmasa gelmezdim. Hiç dışarı çıkacak gücüm yok… Bereket versin kimse bilmiyor; sadece aile içinde konuşuluyor. Ah Nagihan ah kızım! Gümrük Han’ın ortasından geçen su yaz sıcaklarının başlaması ile iyice azalmıştı. Yaşlı çınar ağacının dibindeki gölgelikte, eskidiği için yaslanınca sallanıp cızırtılı, inlemeyi andıran sesler çıkaran tahta masanın etrafında demli çaylarını yudumlayıp domino oynayan, neşeli, konuşkan arkadaşlarımı izlerken gövdem orada; ruhum içimi kanatan derdimin peşindeydi.

İyice bunaldım! Çok sıkıldım! İçim kapkara! Çayım çoktan bitti. Hâlbuki geleli yarım saat bile olmadı. Etraftaki kalabalığı kederle seyrettikten sonra ayağa kalktım. Fakat sendeleyince eski tahta masaya tutunmaya çalıştım. Domino oynayan arkadaşlarım bendeki sıkıntının farkında değildi. Onlara bir şey hissettirmemeye çalışmıştım. Bu utançla nasıl yaşarım Allah’ım! diye düşünürken tutunduğum eski tahta masanın kenarını üstündeki kirli örtüsü ile birlikte sıktım. Sonra arkadaşlarım hayırdır neden erken kalktın der gibi topluca yüzüme baktılar.

“Sıcaktan bunaldım, kendimi iyi hissetmiyorum eve gidip yatacağım.” dedim ve oradan ayrıldım.

Sonra Gümrük Han’ın heybetli, büyük kapısına kadar gidip gidemeyeceğimi düşünmeye başladım. Kendimi hiç bu kadar çaresiz ve zayıf hissetmemiştim. Üstümdeki ceket sıcağı üç misli arttırıyordu. Çıkaramıyorum; belimdeki tabanca görünmesin diye. Küçük erkek kardeşim içimizde en hırçın, en geçimsiz olandı. Rahmetli babam “Buna dikkat edin.” derdi hep. İnsan çocuğunu tanımaz mı? Söylediği de oldu zaten. On üç yıl önce Mardin’in Nusaybin ilçesinde, Suriye sınırına yakın köyümüzde arazi anlaşmazlığı yüzünden tarla komşumuz tarafından başı taşla ezilerek öldürülmesinden sonra taşımaya başladım; bir daha da çıkaramadım. Düşmanın nereden ne zaman geleceği belli mi olur? Daha fazla kan dökülmesin diye diğer erkek kardeşlerimle oturup konuştuk ve Urfa’ya göç etmeye karar verdik. Fakat şimdi neden bunları düşünüyorum ki?

Beş yıl sonra, katledilen kardeşimin küçük oğlu Nezir, Nusaybin’e giderek Zeynel Abidin Camii önünde yürürken bulduğu katilin büyük oğluna iki el ateş edip onu öldürmeye çalışmış ama başarılı olamamış. İblisin oğlu hafif yaralanmış ve ifadesinde polise “Ateş edeni görmedim.” demiş. Ölüm korkusu içinde bunca zaman yaşamak kolay mı? Sinirlerim çok yıprandı çok… Ama bütün bunları hatırlamasam daha iyi olacak. İki aile arasındaki husumet senelerdir devam ediyor. Bak yine aynı konuya döndüm. Yıllardır düşünmekten bıkmadın mı ha?

Çarşı çok kalabalıktı. İnsanların arasında ilerlerken soğuk soğuk terliyorum. Pantolonumun arka cebinden mendilimi çıkarıp alnımdan, şakaklarımdan, boynumdan süzülen ter damlalarını siliyorum. Belimdeki tabancanın kabzası canımı acıtıyor. Kalabalığın içinde boğulacakmışım gibi göğsüm sıkışıyor. Nefes almakta ve yürümekte zorluk çekiyorum.

Ne kadar şansızmışım ben, felaketler hiç peşimi bırakmadı ki! Oğlum Başer’in, İzmir’den gelirken Uşak’a on kilometre kala geçirdiği trafik kazasından sonra kaldırıldığı Uşak Devlet Hastanesi morgundaki morarmış yüzü hiç gözümün önünden gitmiyor. Ah keşke onun yerine o gün ben ölseydim! Ölen o gün o değildi bendim! Ya bugün yaşadıklarım? Ah Nagihan ah! Yaşamak ne güç şeymiş Allah’ım! Düşmemek için yanımda yürüyen genç adama tutunuyorum. Yandan görünen zayıf çehresi Başer’e benziyor.

“Amca iyi misiniz?” diyor kolundan tuttuğum genç. Hayal mi görüyorum; yanımda duran sanki ölen oğlum. Yüzüm ne hâlde bilmiyorum. Sadece heyecanlı genç bir sesin, “Bana tutunabilirsiniz.” dediğini duyuyorum. Bütün gençler birbirine benziyor; temiz, hayatın kirine pasına bulaşmamış… Gençlik işte, acemilik işte, diye düşünürken ona değil de sanki Başer’e bakıyorum.

“Sağ ol oğlum Allah seni sevenlerine bağışlasın!”

Kalabalığın ötesindeki dolmuş durağı nihayet göründü. Ah Nagihan, ah kızım ah! İnşallah oraya ulaşamadan ölürüm de kurtulurum bu acıdan!

Güneş ışıkları hiç bu kadar canımı yakmamıştı. Durağa ulaştığımda iyice titriyordum artık. Dolmuştan inip apartmanın önüne geldiğimde tükendiğimi anlamıştım. Alt katımızda oturan Öğretmen Rıza’nın on yaşındaki oğlu apartmanın tozlu bahçesinde yaşıtları ile oynuyordu. Onu yanıma çağırıp bizim evde kim varsa aşağı getirmesini istedim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Karım Hatice ile kızım Leyla’nın telaş içinde apartmanın eski ve kirli kapısından koşarak çıktığını gördüm. Koltuk altımdan destek vererek beni yukarı çıkardılar. Yatağıma uzatmadan önce, ceketimi çıkarıp tabancamı belimden aldıklarını, sislerin gerisindeki bir görüntü gibi hatırlıyorum. Alnıma soğuk suyla ıslatılmış bir bez parçası koyup bana endişe ile baktıklarını fark ediyorum.

Bir ara öldürülen kardeşimin oğlu, Nagihan’ın sözlüsü Nezir’i gördüm; yüreğimin üstüne iri bir kaya parçası düştü sanki. Fakat ne oldu bilmiyorum kendimden geçmişim. Sonra irkilerek uyandım. Nagihan’ı sordum ama odada kimse olmadığı için sesime ses veren olmadı. Cayır cayır yanıyorum. İçim bayıldı, yine kendimden geçmişim. Rüyamda mı yoksa gerçekten mi oldu farkında değilim; Nezir’in bağırmasını duydum sanki ve gözlerimi açmaktan korktum. Bu dengesiz çocuk beni çok ürkütüyor çok! Uyur uyanık bir hâldeyim. Başım çok şidetli ağrıyordu. Bu ilk defa oluyordu, canım çok yandı. Diğer bütün düşündüklerimi unuttum, “Ölüyorum herhâlde.” dedim ve kelime-i şehadet getirdim.

Telaşla gözlerimi açtım yardım istemek için. Odanın içinde yine kimse yoktu. Güçlükle başımı doğrultup baş ucumdaki sehpanın üstünde, tepsinin içindeki bir tabak pirinç çorbasına ve yarısı dolu cam su bardağına acıyla baktım.

“Haticeeee!” diye inledim.

Koşarak geldi Hatice. Evlendiğimiz günden beri yüzünde görmeye alışık olduğum endişe hâli şimdi çok daha fazlaydı. Gözleri kızarmıştı; ağlamış olmalı!

“İyi değilim Hatice!”

Her zamanki suskunluğuyla sesini çıkarmadı. Çaresizce, sırf bir şeyler yapmak için tepsideki bardağı alıp dudaklarıma değdirdi. Yüzümü buruşturdum yaptığını beğenmeyerek. Alnımdaki bezi soğuk suyla ıslatarak tekrar getirdi.

“Nagihan nerede?” dedim.

Duymamış gibi hiç sesini çıkarmadı. Yüzündeki endişe içimi acıtıyordu.

“Morarmışsın!” dedi korkulu bir sesle.

Ben de korkuyordum ama göğsümdeki acının ve başımdaki ağrının azalmayıp artması daha da kötüydü. Sonra da hayal görmeye başladım herhâlde. Nusaybin’de Çağçağ Deresi kenarına ailece pikniğe gitmişiz. Annem haşlanmış yumurta, pul biber, sumak, yeşil soğan, maydanoz, ev ekmeği getirmiş. Etraf çok kalabalık, ben babamın yanında kıvrılmış çevreyi seyrederken ölen kardeşim dere kenarındaki küçük su kaplumbağalarını yakalayıp kabuklarını taşla kırmaya çalışıyordu. Ayağı kayıp dereye düşünce korkuyla kendime geldim. Fakat gücüm yine iyice tükendi, etraf karardı ve ıssız bir boşluğa düştüm. Hatice’nin ne yaptığını bilmiyorum. Herhâlde benim kendimden geçtiğimi görünce odadan çıkıp ağlamasına bir kenarda devam etmiş olmalı.

BİRİNCİ BÖLÜM SONU

Bahar hangi şehirde bu kadar kısadır bilmiyorum; ama ben bu duruma nasıl düştüm onu kesinlikle biliyorum. Hava çok sıcak ve bunalıyorum. Gencim, toyum, cahilim; ne derseniz deyin işte…

Duygularıma yenildim ve aklım önce isyan sonra iflas etti. Oysa iyi şeyler yaşamak istemiştim. Her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdığım, çok kötü bir işin içinde olduğum için mutsuzum. Korkuyorum! Daha çok gencim ve on dokuzuma yeni girdim. Kimin hata yapma hakkı yok ki? Nasıl mükemmel olabiliriz? Hele benim gibi genç ve bir tutam mutluluğa hasretseniz ve hayattan çok şey istiyorsanız nasıl hata yapmazsınız? Hata yapacağım diye öğrenmekten, dahası yaşamaktan nasıl vazgeçilebilir? Kendimi mi kandırıyorum? Bunun ne yararı olabilir ki? Mutlu olabilmenin yollarını tam olarak bilmedikten sonra, mutlu olmayı istemek ne işe yarar ki? Girdiğim yolun sonu sanki çıkmaz; bunu hissediyorum ve zihnimin içindekiler artık taşıyamayacağım kadar ağır!

Ayaklarım beni kaygıyla Salih’e doğru sürüklerken sebep olduğum sorunun ızdırabı ile ağlamamak için kendimi güç tutuyorum. Kupkuru geçen hayatımın susuzluğunu gidermek için koşup ağzımı dayadığım çeşmeden içtiğim su, bir kezzap gibi içimi yakıyor artık.

Kim çevresinde alabildiğine bir mutsuzluluk yaşanırken mutlu olabilirdi ki? Ama bunu önceden nasıl bilebilirdim? İnsanların birbirine bu kadar öfke ile dolu olduğunu nasıl anlayabilirdim ki? Çocukluğumdan beri seyrettiğim filmlerde, televizyon dizilerinde, okuduğum aşk romanlarında birbirini seven gençleri özlemle izler çok etkilenirdim. Bütün bu romanları yazanların, bütün bu filmleri, dizileri çekenlerin aslında doğru değil yalan söylediklerini, insanın saf sevgiyi belki düşünebileceğini ama bunu yaşamaktan çok uzak olduğunu nasıl bilebilirdim ki? Yoksa neden yanılmış olaydım? Çevremdeki her şey o kadar yetersiz, eksik ve acıyla dolu ki huzur sözü artık hiçbir şey ifade etmiyor bana. Hayatım iyileşmez bir yaraya dönüşmüş gibi.

Yaşadığımız şeylerin etkisini hayatımızda hemen hissetmez miyiz? Kendinizi iyi hissediyorsanız iyi şeyler yaşamış olduğunuzdandır. Bana bir bakar mısınız ne kadar kötü görünüyorum. Düşündüklerim ve yaşadıklarım, üstüme dökülen çamurlar gibi ruhumu daha da kirletip kendimden ürkmeme sebep oluyorlar.

Yanımdan geçip gidenlere tedirgince bakıyorum. Yüreğim yaşadığım gerilimi kaldıramayacak kadar zayıf. Kara bir tahtayı siler gibi elime bir silgi alıp son üç ayda yaşadıklarımı silmeyi ne kadar çok isterdim.

Arkamdan gelen erkeklerin sesli konuşmalarından ürküp yürüdüğüm kaldırımın kenarına iyice çekildim. Son günlerdeki hissettiklerim, ağabeyimin trafik kazasında ölmesinden bu yana yaşadığım en kötü duygulardı. Korktuğum için daha fazla terlemiştim.

Salih konuştuğumuz yere gelmiş olmalıydı. Saatime baktım. Beş dakika geç kalmıştım ve daha bir o kadar da yolum vardı. Nasıl oldu bilmiyorum annemi düşünmeye başlayıp duygusallaştım. Sanki onu bir daha göremeyecekmişim gibi geldi, gözlerim doldu. Korkuyla dönüp arkamı kontrol ettim; beni takip eden var mı diye. Yoktu sanırım…

Yanından geçtiğim Garanti Bankasının içi her zamanki gibi yine kalabalıktı. Salih’le buluşacağımız kahvehane, öğrencilerin gittiği ve meraklı gözlerden bir şeyleri saklamak için şehrin en izbe, en ıssız köşesine gizlenmiş yerlerden birisiydi.

Belediye binasını geçerken izlendiğimden şüphelendim. Dönüp baktım, kimse yoktu ama kaygılarım yine de azalmadı. Gürültülü şehir içi dolmuşlarının çıkardığı sesler gerilmiş olan sinirlerimi kopartacak gibiydi. Önünde, kaçak sigara, ucuz kol saati, cep telefonu gibi eşyalar satan satıcıların beklediği, sidik kokulu, kirli, eski iş hanının kapısından geçip merdivenlerden aşağı bodrum kata inerek Salih’in beni beklediği Emek Kahvehanesine geldim.

İçeri girdiğimde sigara dumanından neredeyse göz gözü görmüyordu. Birbirlerine sokulmuş öğrenciler hararetle konuşuyorlardı. Salih’i, üstü siyah örtülü masada tek başına, önünde yarılanmış çay bardağı ile beni bekler bulunca biraz olsun rahatlamayı beklerken tedirginliğimin daha arttığını fark ettim. Zayıf, esmer, kemikli yüzüne son günlerde yaşadığımız gerilimin gölgesi düşmüştü. Beni görünce yerinden kalktı. Kalkarken alnına dökülen uzun siyah saçlarını elinin içiyle geriye attı. Yorgun gözlerle yüzüme baktı. Dip taraftaki çay ocağının arkasından yayılan Kürtçe türkü içerideki konuşmaların yarattığı uğultuya baskın çıkmak ister gibiydi.

Salih’e doğru yürürken etrafı saran sigara dumanı genzimi, gözlerimi yakıyordu. Masanın yanına gelince Salih elini uzattı. Avcumun içindeki eli sıcaktı ve titriyordu. Bu, cesaretimi kırdı ve üzüldüm.

“Merhaba Nagihan!” dedi solgun bir sesle.

“Merhaba!” dedim yılgın bir sesle.

“Nasılsın?” dedi yüzüme ürkek bir ifadeyle bakarken.

“İyi değilim.” dedim ve oturduk.

Müzik susunca içerideki uğultu daha artmıştı.

Dikdörtgen şeklindeki kahvehanenin girişinde, sol tarafta, duvarın bir bölümündeki tahta raflarda çeşit çeşit kitaplar sıralanmıştı. Bunların karşısındaki duvarın bir kısmınaysa Ernesto Che Guevara, arkadan vurulmuş asker, savaştan kaçan küçük çocuklar, ağlayan çocuk, Yılmaz Güney’in fotoğrafları, onların etrafına da küçük kartonlara yazılmış özlü sözler ve şiirler asılmıştı. Arka tarafta ise masalara konuşkan öğrenciler kümelenmişlerdi.

“Ne içersin?” dedi Salih solgun bakışlarla gözlerime bakarak.

Müzik tekrar başlarken ben kuşkuyla etrafı süzüp az önce girdiğim kapıdan dışarıyı seyrettim. Sonra umursamaz bir eda ile Salih’e dönüp:

“Fark etmez.” dedim.

“Çay taze.” dedi Salih önündeki bardağı göstererek.

Ben kuşkuyla kapıya bakarken o yerinden kalktı, çay ocağına gidip elinde bir bardak çayla geri döndü.

“Buraya sık sık gelir misin?” dedim.

“Evet, ocakta çalışanlarla arkadaş olduk, bazen param bitince idare ediyorlar.”

“İçerinin havası çok berbat!”

“Öyle. Ama sigara içtiğim için alışığım ben!”

Asıl konuşmamız gerekenlerden korkar gibi sırf laf olsun diye konuştuğumuzu biliyorduk. Parmağımı sıcak çay bardağına dayayıp canımın iyice yanmasını istedim; dayanamayınca çektim.

“Babamın durumu çok kötü!” dedim.

Salih’in yüzünde garip bir ifade belirdi. Şaşırmış mıydı korkmuş muydu yoksa üzülmüş müydü anlaşılamıyordu. Sonra:

“Ne oldu?” dedi sakin olmaya çalışarak.

“Hâlâ hastanede. Ben hiç yüzünü göremedim. Ölmekten beter olmuş. Sol yanına inme inmiş, tutmuyormuş… Herkes hastanede, çok korkuyorum!”

Salih’in az önce sakin görünme gayreti yerini telaşa bırakmıştı. Birden heyecanlı bir sesle:

“Babana bir şey olmasından mı yoksa bize bir şey yapmalarından mı korkuyorsun?” dedi.

“İkisinden de!”

“Ama biz bir şey yapmadık ki! Bunu onlara anlatmıyor musun?”

İçim çok kırgın bir hâlde Salih’in yüzüne endişe ile bakıyorum.

“Sözlerimin etkisi yok, onlar düşündüklerine inanıyorlar. Hem konuşacak durumumuz da kalmadı.”

“Bu baskıyı kaldıramıyorum artık çıldıracak gibiyim.” derken Salih’in sesi titriyordu. Bu, içimi sızlattı ve kendimi daha güçsüz hissetmeme neden oldu!

“Ben de!” dedim.

“Bu çok vahşice ama! Bütün bu yaşadıklarıma inanamıyorum!”

Aniden öfkeleniyorum. Ruhum çok zayıf ve hırçın.

“Yaşadıklarıma diyerek kendini neden ayrı tutuyorsun? Her ne yaşadıksa doğru veya yanlış birlikte yaşamadık mı?”

“Buranın kurallarını bilemezdim ki!”

Vücudumun iyice ısındığını fark ediyorum.

“Allah kahretsin buranın kurallarını! Ben biliyorum da ne oldu? Hem bu ülkenin insanı değil misin sen?” derken sesimdeki gerilim, bir mızrak gibi gidip Salih’in gövdesine saplanıyor.

“Özür dilerim!” dedi Salih beni sakinleştirmek istercesine.

“Arkadaşlığımızdan pişman mısın?” derken yüzüne sitemle baktım.

“Hayır!” dedi cılız bir sesle. Sesinin rengi, titreşimindeki güçsüzlük, güvenimi kırıyordu ve ona olan inancımı sarsıyordu.

“Annem hasta!” deyince irkildim. Düşündüklerini sezebiliyordum. “Gidecek misin?” dedim.

Yüzüme kendine acımamı ister gibi bakıyordu. Bu yönünü, zayıflığını ilk kez görüp tanıyordum. Bir süre kafasının içinde ne diyeceğini derin derin tasarlar gibi sustu, konuşmadı. Sonra konuşmaktan korkarcasına:

“Abim dün telefonda hemen gelmemi istedi.” dedi.

Vücudumdan dışarı sıcak bir dalganın boşaldığını hissediyordum. Anlamsız bir boşluğun içinde oturuyordum sanki. Önümdeki çayım olduğu gibi duruyordu. Salih gidecekti. Bundan artık iyice emindim. Kendimi tehlikelerle dolu ıssız bir yerde bir başına bırakılmış hissediyordum. Önümdekilerle baş edememe duygusunun ruhumda oluşturduğu çaresizlik, umutsuzluk çok kötüydü.

Salih’in suçlu suçlu oturuşu, sessizce önüne bakışı, aslında onun benim derdime çare olamayacağının suskun itirafından başka neydi ki? Ondan yapamayacağı şeyler isteyip küçük düşürmenin bir anlamı var mıydı ki? Bakabilirsem başımın çaresine ben bakmalıydım. O, aramızda biraz da çocukça bir oyun gibi geçen bu kısa arkadaşlığın, böyle tehlikeli bir sonuca doğru hızla nasıl ulaştığını kavramaya çalışıyordu. Annesinin bir şeyi olmadığını bile bile:

“Nesi var annenin?” dedim.

“Yaşlılık… Yüksek tansiyon işte… Aslında buraya gelmeme de karşıydı, terör yüzünden hep endişe ederdi.” dedi ve sanki yalan söylediğini, sözünü bu konu üzerinde daha fazla sürdürürse anlayacağımdan korkarcasına gözlerini gözlerimden kaçırdı.

“Çayını neden içmiyorsun?” dedi.

Sesimi çıkarmadım. Ilıklaşmış çaydan bir yudum aldım. Tadı çok kötüydü. Bir süre hemen yanı başımızdaki masada birbirleri ile hararetle konuşup tartışan iki gence baktım. Çok heyecanlıydılar ve her ikisi de kendisinin doğru düşündüğünden emin bir şekilde konuşuyordu.

Salih:

“Amca oğlun nerede şimdi?” deyince irkildim ve birbiriyle tartışan iki genci izlemekten vazgeçtim. Salih’in zayıf esmer yüzüne, arkadaşlığımıza, belki de aramızda yavaş yavaş oluşmaya başlayan sevgiye cesaretle sahip çıkamayan birisinin yüzüne bakar gibi acıyarak baktım. Bir süre ne diyeceğimi düşündüm. Sorunun cevabını ben de bilmiyordum çünkü. Öylesine:

“Herhâlde bizi arıyor olmalı…” dedim.

Ama bu sözümün canını yakacağını biliyordum. Ürkekçe yutkunduğunu fark edince artık onun yanında oturmak istemediğimi anladım. Bu his yeniydi; ona karşı ilk defa duyuyordum ve beni garip bir şekilde rahatlatıyordu.

“Hayat zannettiğimizden, düşündüğümüzden daha tehlikeliymiş!” dedim artık düzeltmeyi unuttuğu alnına dökülmüş düz saçlarını izlerken.

“Öyle!” dedi konuşmakta zorluk çekiyormuş gibi titrek bir sesle.

“Ne zaman gidiyorsun?”

Mahcup ve üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı.

“Bu akşam sekiz arabası ile… Böyle olmasını istemezdim gerçekten…”

“Hayır hayır! Bir şey söylemene gerek yok, hiç olmazsa sen git kendini kurtar.”

Tekrar suçlu suçlu oturmaya devam ettikten sonra:

“Sen ne yapacaksın?” dedi.

“Beni düşünme artık… Böyle olacağını nasıl bilebilirdim ki?”

Sakallı, itici, genç biri gelip Salih’in boşalan çay bardağını aldıktan sonra, bir şey isteyip istemediğimizi sordu. İkimizden de ses çıkmayınca gitti. Salih açık mavi gömleğinin sol cebinden sigara paketini çıkararak bir tane yaktı. Birkaç aylık arkadaşlığımıza rağmen ona bir yabancıya bakar gibi bakıyordum.

“Bir daha dönmeyeceksin değil mi?” dedim.

“Bilmiyorum. Düşünmeye ihtiyacım var…” Sonra sanki yüzüme sevgiyle baktı. Yoksa bana mı öyle geldi bunu gerçekten bilmiyordum.

“Seni tanıdığıma pişman değilim ama keşke böyle olmasaydı.” dedi.

“Sana iyi bir hayat diliyorum!” dedim.

O çok üzülmüş gibi bir sesle:

“Böyle konuşma.” dedi ve sigarasından derin bir nefes çekip dumanı hızla dışarı savurdu.

“Nasıl konuşursam konuşayım önemli değil artık… Sana iyi yolculuklar diliyorum!” dedim

Yerimden kalktım ve onun son kez, alnına dökülmüş saçlarının altındaki zayıf esmer çehresine baktım. O da taştan heykeller gibi donmuş, duygusuzca yüzüme bakıyordu. Elimi uzatıp sessizce:

“Hoşça kal!” dedim.

Beni anlayıp anlamadığından emin değildim. İçimde buradan hızla kaçıp gitme isteği vardı. Ben masadan uzaklaşırken Salih’in son bir gayretle:

“Seni arayacağım!” dediğini duydum ya da bana öyle geldi. Fakat söylemişse bile artık bu sözlerin bir değeri yoktu benim için.

Bodrum kattaki Emek Kahvehanesinden yeryüzüne çıkınca ışıklı bir parlaklık çarptı yüzüme, gözlerim kamaştı. Ne yapacağıma ilişkin bir fikrim yoktu. Anlamsız bir boşlukta uçar gibiydim. Fakat tam olarak nerede olduğunu bilemediğim bir yerim kanıyor gibiydi. Etrafımdaki insanlar, yapılar, ağaçlar, taşıtlar, bulutsuz gökyüzü manasız bir dünyanın garip şekilleri gibi oynaşıp duruyorlardı acıyan ruhumun derinliklerinde.

Karanlık dehlizinden gün ışığına çıkmış küçük, ürkek bir fare gibi kalabalık kaldırımda ilerlerken bir tek çaresizlik ve belirsizlik duygusunu hiç kaybetmiyordum. Hangi yöne ne için gidiyordum farkında değildim. Sonra her şey birden bire bulanıklaşıverdi. Düşmemek için gölgesine sığındığım bir ağacın gövdesine tutundum. Zihnim silinmiş gibi kalabalık kaldırıma tuhafça baktım ve hem kendimden hem de gözüme görünen her şeyden korktum.

Yanımdan geçen birkaç kişinin dikkatle beni süzdüğünü fark ettim. Hem öfkelendim hem tedirgin oldum. Kendime gelmek için sığındığım ağacın gölgesinde beklerken dış dünyayla bağım kopmuş, anlamsız bir bütünün acınası, küçük bir parçası hâline gelmiştim.

Sonra nasıl olduysa bilmiyorum, ayaklarım beni kalabalık caddeden alıp eski bir sokağın içine sürükledi. Ne kadar yürüdüğümü, buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Dış duvarları yüksek, eski, avlulu bir evin büyük sokak kapısının önünde duruyordum. Elimi uzatıp kapının tokmağını vurdum ve nefesimi güçlükle kontrol etmeye çalışarak bekledim. Kapıyı eski komşumuz, çocukluk arkadaşım Zeynep’in zayıf, kısa boylu, başı eşarplı annesi açtı. Beni görünce çok şaşırdı; ben şaşırmadım. Sadece boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladım!

İKİNCİ BÖLÜM SONU

Yengem, dün telefonda “Nezir, amcan iyi değil hastaneye götürüyoruz.” dediğinde hiç şaşırmadım. O kahpenin yüzündendir, dedim içimden. Hastaneye ulaştığımda çekilen beyin tomografisinde beyin kanaması geçirdiği anlaşılmıştı ve durumu gerçekten iyi değildi. Yüzünün kanı çekilmişti, ölü gibiydi. Saatler sonra birkaç cümle konuşabildik; o da Nagihan’la ilgiliydi. Doktorlar müsaade etmiyorlar ki…

Hep amcamın pısırıklığından oldu bütün bunlar. Ona “Amca yapma etme, kız kısmının yeri evidir, kıçını kırsın otursun anasının yanında, çevre mühendisliğinde okumak da neyin nesiymiş?” dedim ama dinletemedim. Hem ne olmuş çevremize? O cadaloz yengem gizli gizli destek verdi, biliyorum. Esas maksatları Nagihan’ın çevre mühendisliğinde okuması falan filan değil kızı bana vermemek, esas amaçları bu…

Yuttum zannediyorlar. Neymiş biraz okusun, zaten hevesi kendiliğinden geçermiş. Bunlar ahmak sürüsü Allah’ıma! Alın işte başınıza belayı! Bilmiyorum zannediyorsunuz. Bana vermemek için okumaya gönderdiğiniz kızınız orospu olup çıktı. Kına yakın, geberin! İnşallah hastaneden cenazen çıkar amca tamam mı?

Yok, yediremiyorum kendime arkadaş! Erkekliğime kim toz kondurabildi bugüne kadar. Sabırlı olup kendisini dinlemeliymişim. Eee… Ne oldu? Gör işte! Aldın mı ağzının payını? Bak hasta yatağında gebermek üzeresin kimin yüzünden? Ama çek cezanı!

Önce kalp krizi ardından beyin kanaması, yaşarsan sol tarafın çalışmayacakmış; öyle diyorlar. Beni dinleseydin bunlar gelir miydi başına? Sana döv dedim, kır bacağını dedim. “Hayır, yapamam.” dedin. “Nazlıdır.” dedin. “Hem Başer’in ölümünden sonra kıyamam evlatlarıma.” dedin. Bak ama o sana nasıl kıydı, ne hâle getirdi gör işte!

Şanslıysan geberirsin. Ama gebermeyeceğini biliyorum. Biraz zaman geçince bu rezilliğe alışırsın, çekersin sineye. Ama ya ben nasıl alışırım hiç düşündün mü?

Ya sen kahpe, ne buldun da gittin elin itine? Hem de benimle sözlüyken… Yok, büyük Allah’ım bunu kaldıramıyorum artık, dayanamıyorum artık! O orospuya yaşama hakkı yok bundan böyle! Nefes alıp verme hakkını elinden aldım Nagihan!

Güneş de nasıl yakıyor öyle. Tere battım bak. Ama fazla yolum kalmadı. İnşallah evdedir kahpe! Yorulmuştum ama olsun yine de merdivenleri hızlı hızlı çıktım. Kapıyı Nagihan’ın küçüğü Leyla açtı. Beni görünce korktu. Yüzü çok kötü görünüyordu. Benim çok mu iyiydi sanki? Şeytan diyor şunun da leşini ser şuraya! Bunların hepsi bana düşman. Aman kendine gel Nezir! Çabuk parlama hele. “Nagihan yok mu kız?” derken sesimi olduğundan fazla sertleştirip kalınlaştırdığımı fark ettim. Amcamın kızı daha korkup sindi ve telaşla:

“Eve geldiğimde yoktu, okula gitmiştir!” dedi.

“Ya da dostunun yanına!” diye parladım.

Leyla ne yapacağını bilemez durumda:

“Babama iç çamaşır götürmek için geldim eve; yoktu. Görmedim onu.” derken titriyordu.

Hah şöyle titreyin karşımda, sizin anlayacağınız dili iyi bilirim. Odalara, evin her tarafına baktım tek tek Nagihan evde mi diye ama yoktu. Sinirlenmiş, yorulmuştum. Oturma odasına gidip bir sigara yaktım ki telefon çaldı, irkildim. Çok gergindim. Tekrar çalınca ahizeyi kaldırıp dinledim. Telaşlı, tanımadığım bir kadın sesi hızlı hızlı bir şeyler söylüyordu. Heyecandan önce bir şey anlamadım. Sonra Nagihan’ın küçüğü Leyla “Siz kimsiniz?” deyince paralelden dinlediğimi fark ettim. Telefondaki kadın, amcamın Urfa’ya ilk taşındıklarındaki komşuları ve Nagihan’ın çocukluk arkadaşı Zeynep’in annesi olduğunu, Nagihan’ın dün evlerine geldiğini, durmadan ağladığını, hatta bir ara bayıldığını söyledi. Vay kahpe vay! Nasıl da etrafı kandırmak için numara yapıyor görüyor musun?

Neyse, kadına kulak versem daha iyi olacak… “Bir derdi var bu çocuğun.” diyor kadın. Gece boyunca hiç uyumadığını, yorgun düştüğü için şimdi uyuduğunu ve bu fırsattan yararlanıp aradığını, kocasının şeker hastası olduğunu, yüksek tansiyonu bulunduğunu söyleyerek kibarca “Gelip götürün çocuğunuzu.” demeye getiriyordu. Telefondaki kadın “Annene selam söyle.” diyor ve unutmuş olabileceklerini düşünmese de işini sağlama alıp evinin yerini hatırlatıyor. Aman Allah’ım! Benim de tam duymak istediğim bu işte. Çabuk hareket etmem lazım! Sokak kapısını hızla açıp kendimi dışarı atıyorum.