banner banner banner
Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri
Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri


Hegel’in Prusya Devleti’yle ilişkisi, güçlü vatansever duygularına bağlanabilir. Mizacı siyasi açıdan güçlü bir biçimde milliyetçiliğe eğilimlidir. Gençlik yıllarında Alman İmparatorluğu’nun tamamen dağılmasına şahit olmuş, Almanların sefaleti karşısında derin bir üzüntüye kapılmıştır. Bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Almanya artık bir devlet değildir; Almanya’nın girdiği savaşlar bile, onun açısından onurlu bir biçimde sona ermemiştir. Burgundy, Alsace, Lorraine yıkıma uğramıştır. Vestfalya Barış Anlaşması’ndan sık sık Almanya’nın koruyucusu olarak söz edilse de, onunla birlikte Almanya’nın tamamen dağıldığı kesinleşmiştir. Almanlar iktidarlarını yerle bir eden Richelieu’ye minnettar kalmıştır.” Diğer taraftan, Yedi Yıl Savaşları ve Fransızlarla mücadele ettikleri Özgürlük Savaşı’nda Prusya’nın gösterdiği başarılar, bu devletin Almanya’yı kurtarabileceği yönünde umutlanmasına yol açmıştır. 1818’in Ekim ayında Berlin’deki konferanslarının açılışında ve Büyük Friedrich hakkındaki konferansında, bu düşünceyi dokunaklı ve coşkun bir tavırla ifade etmiştir. Bu yüzden Hegel, Prusya Devleti’nin iktidarını zayıflattığını düşündüğü her unsuru reddetmiştir.

Ancak Hegel’in düşünce tarihindeki yeri, dünyanın yaratılışına dair açıklamalarına ya da Alman ulusalcı politikalarına değil, diyalektik metoda dayanır. Bu metodu kullanarak yaptığı insan bilgisinin enginliğine yönelik araştırmalarda, materyalist ve tamamen bilimsel gözlemlere ve önerilere şaşırtıcı ölçüde fazla başvurmuş ve insanlığın bireysel bilinç ve özgürlüğe doğru gelişimine dair, yaşayan bir tarih kavramı ortaya koyarak, öğrencileriyle okuyucularına ilham verip çalışmalarını daha da ilerletmelerine ve mistisizmden özgürleşmelerine olanak tanımıştır. Felsefesinin materyalist eğilimini gösterebilmek adına bazı örneklerden bahsedeceğiz. Tarih Felsefesi’nin bir bölümünü tamamen evrensel tarihin coğrafi temellerine ayırmıştır. Bu bölümde -devleti yüceltmesine son derece ters düşecek biçimde- kendini şöyle ifade eder: “Ancak sınıf ayrılığı ortaya çıktıktan, zenginlik ve yoksulluk arasındaki ayrım iyice büyüdükten, büyük bir kalabalığın artık alıştığı biçimde ihtiyaçlarını gideremediği koşullar meydana geldikten sonra, gerçek bir devlet ve gerçek bir merkezi yönetim ortaya çıkar.” Ya da Yunan sömürgelerinin kuruluşuna dair açıklamasını ele alalım.

“Özellikle de Truva Savaşı’ndan Cyrus dönemine dek sömürgelerin kuruluşu, şu şekilde açıklanabilecek tuhaf bir olgudur: Farklı yerleşimlerde insanlar yönetim gücünü ele geçirmiş ve devlet işleyişinin son çare olduğuna karar vermişlerdir. Uzun bir barış sürecinin sonunda, nüfus ve gelişim düzeyinde büyük bir artış meydana gelmiş, böylece büyük zenginlikler ortaya çıkmış, her zaman olduğu gibi büyük bir yoksulluk ve sefaleti de beraberinde getirmiştir. O dönemde, bildiğimiz haliyle endüstri ortaya çıkmamıştır ve topraklar hızla tekelleşmiştir. Buna rağmen, her birey özgür bir vatandaş olduğunu hissettiği için, daha yoksul sınıfların bir kısmı sefalet çekecek kadar baskı altında kalmayı kabullenmemiştir. Bu yüzden tek çözüm sömürgeleşmek olmuştur.”

Şimdi de felsefi sistemi sadece, varlığın tamamlanmış gerçeklerinin bir sonucu ve yansıması olarak gören ve bu yüzden tüm ütopya tasvirlerini reddeden şu paragrafı ele alalım: “Ayrıca, felsefe her zaman, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair fikir beyan edemeyecek kadar geç şekillenmiştir. Evrene dair bir fikir olarak, ancak gerçeklik oluşum sürecini tamamladıktan ve son halini aldıktan sonraki dönemde ortaya çıkar. Bu anlayışın ne öğrettiğinin tarih tarafından ispat edilmesi gereklidir, yani ideal aynı dünyayı yeniden şekillendirdiği, entelektüel bir alan olarak gerçekliğin cisminde kavranabildiği için, ancak gerçeklik tamamlandıktan sonra, gerçeğe göre ortaya çıkar. Felsefe, varoluşun üzerine kendi damgasını vurduğunda, söz konusu yaşam formu eskimiş olur ve bu damga onun yenilenmesini değil sadece fark edilmesini sağlar. Minerva’nın baykuşu ancak alacakaranlık çöktüğünde uçmaya başlar.” (Hukuk Felsefesi’nin önsözü)

Hiçbir materyalist bunu daha iyi ifade edemez: Baykuş -bilgelik sembolü- ancak gece, dünyanın yoğun faaliyetleri sona erdikten sonra uçmaya başlar. Buna göre önce evrene ulaşır, ardından düşünceye yöneliriz; önce varoluş, sonra bilinç ortaya çıkar.

Buna bağlı olarak, Hegel de çelişen unsurların birbirleriyle var olduğunu öne süren kendi öğretisine örnek teşkil eder. Hem idealizmi hem de realizmi kavramasına karşın, daha yüksek bir düşünce seviyesine ulaşabilmek için onları bir mantık sürecine tabi tutarak önemli bir çelişkiye dönüştürmemiştir. Varlıkların varoluş prensiplerini tanımlamanın, engin gerçeklik alanında sistematik ve mantıksal olarak onların izini sürmenin felsefenin görevi olduğunu düşünmüş ve dahası, mistik eğilimine bağlı olarak, fikrin nihai gerçeklik olduğunu belirtmiş, böylece istikrarlı bir idealist olarak kalmıştır.

Ancak, Prusya Devleti’nin felsefi temsilcisi Hegel’in muhafazakârlığı, ne yazık ki ekonomik zayıflığına rağmen daha özgür bir devlet anayasası ve daha fazla hareket özgürlüğü isteyen Alman orta sınıfının uyanan bilinciyle uyum sağlayamamıştır. Bu istekler Prusya’nın ve diğer Alman devletlerinin daha büyük kasabalarında ve sanayi merkezlerinde oldukça güçlü bir gelişim göstermişti. Tıpkı “Genç Almanya”nın (Heine, Börne vs.) edebiyat alanında yaptığı gibi, Genç Hegelciler[5 - Hegel’in ölümünden sonra, öğrencileri arasında özellikle de tanrı, ölümsüzlük ve İsa’nın kişiliği doktrinleri üzerinde görüş ayrılıkları baş göstermiştir. “Sağ Kanat” olarak adlandırılan bir kesim, bu sorular konusunda Ortodoksluğa meyletmiştir. Onların karşısında ise yenilikçi “Sol Kanat”ı oluşturan “Genç Hegelciler” yer almıştır. Arnold Ruge, Bruno Bauer, Feuerbach ve Life of Jesus’ın yazarı Strauss bu kesime dahildir.] de felsefi alanda bu orta sınıf uyanışını desteklemiştir.

Marx hâlâ üniversite öğrencisiyken, Genç Hegelciler, Hegel’in öğrencileri arasındaki muhafazakâr kesime ve Prusya’daki Hıristiyan romantizmine savaş açmıştır. Eski ve yeni ekol arasındaki çatışma, hem din felsefesinde hem de siyasi edebiyatta varlığını hissettirmesine karşın, aynı kişinin iki yönde de eğilimli olduğu nadiren görülmüştür. Strauss Hıristiyanlığın esaslarını samimi eleştirilere tabi tutmuştur; Feuerbach Hıristiyanlığın ve genel olarak dinin yapısını araştırmış, bu alanda Hegel’in idealizmini materyalizme dönüştürmüştür; Bruno Bauer tarihi ve felsefi ağır toplarını, Hıristiyanlığın ortaya çıkışına dair geleneksel dogmalara yöneltmiştir. Ancak siyasi açıdan, bireyin özgürlüğü aşamasında kalmışlardır: Bu konuda sadece ılımlı liberal görüşler benimsemişlerdir. Yine de, Arnold Ruge gibi, o dönem siyasi görüşleri konusunda liberal sol kanatta yer alan, daha az göze çarpan Genç Hegelciler de olmuştur.

Ancak Genç Hegelcilerden hiçbiri, diyalektik metodu ustalarının öğretisini geliştirmek için kullanmamıştır. Hegelcilerin en genci Karl Marx, öncelikle bu metodu toplumbilimde daha yüksek bir aşamaya ulaştırmıştır. Kendisini tanısaydı, daha tatmin olmuş ya da belki daha huzursuz bir zihinle dünyadan göçecek Hegel’le hiç tanışmamıştır. Otuzlu ve kırklı yıllarda Hegelciler arasında yer alan Heinrich Heine, doğru olmasa bile, ustasının doktrinlerindeki sıradışı zorlukları mükemmel bir biçimde ortaya koyan aşağıdaki hikâyeyi anlatmıştır:

“Hegel ölüm döşeğinde yatarken, etrafına toplanmış öğrencileri, ustalarının üzgün yüzündeki kırışıklıkların derinleştiğini görür, üzüntüsünün sebebini sorar ve kendisine hayran ne kadar çok öğrencisini ve destekçisini geride bırakacağını hatırlatarak onu avutmaya çalışırlar. Zorlukla nefes alan Hegel şöyle karşılık verir: ‘Hiçbir öğrencim beni anlamadı; sadece Michelet beni anladı, ama…’ iç çekerek sözlerine devam eder, ‘o bile yanlış anladı.’”

Karl Marx’ın Yaşamı ve Öğretileri

Karl Marx Müzesi (Marx’ın Doğduğu Ev)

I. Ebeveyn ve Dostları

1. Marx’ın Çıraklık Dönemi

Karl Heinrich Marx, 5 Mayıs 1818’de Treves’de dünyaya geldi. Babası Alman bir haham ailesinin mütevazı koşullarında yetişip saygıdeğer bir meslek edinerek hukukçu olmuş, fakat para kazanma sanatını hiç öğrenmemiş, aydın, halinden memnun, hayırsever bir Yahudiydi. Annesi ise, taşıdıkları Pressburg soyadından da anlaşılabileceği gibi, on yedinci yüzyılda Macaristan’ın Pressburg şehrinden Hollanda’ya göç etmiş haham bir aileye mensup bir Hollandalıydı. Almancası epey kötüydü. Marx annesinin şu sözlerini aktarmıştır: “Karl, kapital hakkında bu kadar çok yazı yazacağına, bol miktarda kapitale sahip olsaydı çok daha iyi olurdu.” Marx ailesinin yedi çocuğu arasında sadece Karl özel zihinsel yetenekler sergiliyordu.

1824 yılında aile Hıristiyanlığı benimsedi. O dönem Yahudilerin vaftiz olması nadiren görülen bir şey olmaktan çıkmıştı. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısındaki aydınlanma dönemi, birçok kültürlü Yahudinin dogmatik inançlarının temelini çürütmüş, onu takip eden Alman Hıristiyan romantizmi süreci Hıristiyanlığın ve ulusal hislerin güçlenmesine ve idealize edilmesine yol açmış, spiritüel olduğu kadar pratik sebeplerle, kendi dinlerini terk eden Yahudiler de bu etkiden kaçamamıştı. Tamamen asimile olmuş, diğer Hıristiyan ve Alman vatandaşlar gibi hissetmeye ve düşünmeye başlamışlardı. Marx’ın babası kendini iyi bir Prusyalı olarak görüyordu ve bir keresinde oğluna Napolyon’un yenilgisi ve Prusya’nın zaferi hakkında gösterişli bir methiye yazmasını önermişti. Karl’ın babasının önerisini yerine getirdiği söylenemese de, Hıristiyan hayranlığı ve Alman vatanseverlik duygularının hâkim olduğu o dönemden hayatının sonuna dek, Yahudi karşıtı bir önyargıyı sürdürdü; ona göre bir Yahudi ya tefeci ya da dilenci olabilirdi.

Doğduğu kasabadaki gramer okuluna gönderilen Karl, yüksek dereceyle mezun oldu. Ancak zihinsel gelişimi sadece okulla sınırlı değildi. Okul yıllarında, en sevdiği şairler Homeros ve Shakespeare olan ve dönemin entelektüel eğilimlerini yakından takip eden, son derece kültürlü bir Prusya yetkilisi olan devlet özel meclisi üyesi L. Von Westphalen’in evini sık sık ziyaret etti. İlerlemiş yaşına rağmen, erken gelişmiş bu genç adamla sohbet etmekten ve onun zihinsel gelişimini etkilemekten keyif alıyordu. Marx, “her yenilikçi hareketi, bir gerçeklik âşığının coşkusu ve ağırbaşlı muhakemesiyle karşılayan ve idealizmin hayal değil gerçek olduğuna canlı kanıt teşkil eden babacan bir arkadaş” diye tanımlayarak onu onurlandırmıştır. (Marx’ın doktora tezinden alıntı.)

Jenny von Westphalen

Boston’daki devlet okulundan ayrıldıktan sonra, babasının isteği doğrultusunda hukuk eğitimi almak üzere Bonn Üniversitesi’ne kaydoldu. Neşeli öğrencilik hayatının ilk senesinden sonra, 1836’nın güz döneminde, Hegel’in açılış konferansında (1818) kültür ve hakikatin merkezi olarak tanımladığı Berlin Üniversitesi’ne geçiş yaptı. Berlin’e gitmek üzere yola çıkmadan önce güzelliği, kültürü ve güçlü karakteriyle göze çarpan bir kadın olan, babacan arkadaşının kızı Jenny von Westphalen’la gizlice nişanlandı.

2. Öğrencilik Yılları

Marx Berlin’de, felsefe, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, sanat tarihi vb. çalışmalara kendini kaptırdı. Hakikate karşı Faust’a benzer bir açlık duyuyordu ve çalışmaya yönelik dinmeyen bir iştaha sahipti; bu konularda Marx’ı tanımlayabilmek için ancak en üstün sıfatlar yeterli olurdu. Bu dönemde yazdığı şiirlerden birinde, kendinden şöyle bahsetmiştir:

“Asla sakin kalamıyorum
Ruhumu şiddetle ele geçiren
Fakat daha da çabalamam ve mücadele etmem gereken
Sonu gelmeyen, tedirgin bir uçuşta…

Her yanım yaşamıma katacak
Kutsal, çoğalan nimetlerle dolu;
Benliğim bilim diyarına nüfuz edip
Müzik ve sanatın keyfine varacak.”

Tüm sosyal etkileşimlerden feragat ederek gece gündüz çalışmış, okuduklarını özetlemiş, Yunanca ve Latinceden tercümeler yapmış, felsefi sistemler üzerinde çalışmış, kendi düşüncelerini kayda değer miktarda yazıya dökmüş, felsefi ya da hukuki taslaklar hazırlamış ve üç cilt şiir yazmıştır. 1837 yılı Marx’ın entelektüel gelişiminde önemli süreçlerden biri olmuştur; kararsızlık, huzursuzluk ve içsel çatışmalarla dolu bir dönem geçirmiş, sonunda Hegelci diyalektiklere sığınmıştır. Böylece Kant ve Fichte’nin soyut idealizmine sırt çevirmiş ve gerçekliğe doğru ilk adımlarını atmıştır; gerçekten de, Marx o dönem Hegel’in aslında gerçekliği savunduğuna inanmaktadır. 10 Kasım 1837’de kaleme aldığı, gerçekten insani bir belge niteliği taşıyan epey uzun bir mektupta, henüz çok genç olan Marx, Berlin Üniversitesi’ndeki ilk iki dönemini kapsayan o önemli süreçteki yoğun faaliyetlerini, babasıyla paylaşmıştır:

Sevgili Babam,

Yaşamımızın dönüm noktaları olan bazı dönemler vardır; sadece geçmişte kalan bir süreci tanımlarken değil, yeni yönümüzü net olarak belirlerken de büyük önem taşırlar. Böyle dönüm noktalarında, gerçek durumumuzu net bir biçimde kavrayabilmek için, geçmişin ve içinde bulunduğumuz ânın eleştirel bir değerlendirmesini yapmamız gerektiğini hissederiz. Hatta, tarihin ortaya koyduğu üzere, insanoğlu bu geriye bakıştan ve tefekkürden keyif alır, dolayısıyla genellikle gerilediği ya da eylemsiz kaldığı zannedilebilecek anlarda, aslında sadece kendini daha iyi anlayabilmek, kendi yaptıklarını kavrayabilmek ve ruhunun işleyişine müdahale edebilmek için kendini koltuğuna bırakmıştır.

Ancak birey böyle zamanlarda coşkunluğa kapılır; çünkü her dönüşüm kısmen geçmişe yönelik bir ağıt, kısmen de göz alıcı ama değişken renklerin keşmekeşinde kalıcı bir ifade yaratmak için çabalayan muhteşem, yeni bir şiirin başlangıcıdır. Bununla birlikte, yaşamın aktif gidişatı içerisinde kaybettikleri önemi geri kazanmaları için, geçmiş tecrübelerimizi yeniden hatırlamamızı sağlayacak bir anıt yaratmak isteriz: Bunu yapmanın, anılarımızı bir araya getirip ebeveynlerimizin kalplerine hitap edecek şekilde ortaya sermekten daha iyi bir yöntemi olabilir mi?

Şimdi, burada geçirdiğim seneyi değerlendirirken ve bu arada senin samimiyetle yazılmış mektubunu yanıtlarken, kendini her yönde, bilimde, sanatta ve bireyin kendi kişiliğinde ifade etmeye çabalayan spiritüel bir gücün somutlaşmış hali olarak tanımladığım hayata yönelik genel bakışımla, kendi konumumu değerlendiriyorum. Berlin’e ulaştıktan sonra tüm eski bağlarımı kopardım, nadiren ve isteksizce bazı ziyaretler gerçekleştirdim ve kendimi bilime ve sanata adamaya çabaladım. O dönemki fikirlerim doğrultusunda, şiir kesinlikle öncelikli ilgi alanım ya da en azından en kabul gören, en fazla ilgimi çeken uğraşım olmalıydı; fakat mizacımdan ve gelişme eğilimimden de anlaşılabileceği gibi, bu tamamen idealist bir görüştü. Onun yanı sıra hukuk üzerinde çalışmam gerekiyordu ve hepsinden öte, felsefeyle uğraşmaya yönelik güçlü bir dürtü hissediyordum. Ancak iki alan da birbiriyle öyle iç içeydi ki, bir taraftan uysalca ve eleştirel bir yaklaşım sergilemeden çeşitli kaynakların, hukukçu Heineccius ve Thibaut’nun eserleri üzerinde çalışır, örneğin Jüstinyen Yasaları’nın ilk iki cildini tercüme ederken, diğer taraftan hukuk alanında bir hukuk felsefesi geliştirmeye çabalıyordum. Giriş niteliği taşıyan birkaç metafiziksel ilkeyi kaleme aldıktan sonra, bu talihsiz eseri yazmaya yaklaşık 300 sayfa boyunca, kamu haklarına değininceye dek devam ettim.

Ancak bu girişimim esnasında, her şeyden öte, idealizme özgü, olan ve olması gereken arasındaki çatışma, rahatsız edici biçimde göze çarpan bir hal aldı. İlk sırada, hukukun metafiziği diye tanımladığım, tüm resmi hukuktan ve tüm gerçek hukuk uygulamalarından kopuk temel ilkeler, tanımlar ve fikirler yer alıyordu. Ardından matematiksel dogmatizmin bilimsel olmayan formu, lafı dolandırarak ve verimli bir gelişme ya da önemli bir yaratım ortaya çıkarmaksızın, karmaşık yargılarıyla en başından beri gerçeğe ulaşmamı engelledi. Bir üçgen bir matematikçi tarafından çizilip formüle edilebilir; sadece biçimsel bir kavramdır ve daha derin bir değerlendirmeye tabi tutulmasına gerek yoktur; başka nitelikler kazanmaya ihtiyaç duyduğunda başka bir şeyle daha bir araya getirilmesi gerekir. Böylelikle, aynı şeyi farklı ilişkiler içerisine sokarak, yeni ilişkiler ve yeni hakikatler ortaya çıkarabiliriz. Hukuk, devlet, doğa ve felsefenin bütününde karşımıza çıkan, zihinsel yaşamın somut ifadesinde, araştırmaya tabi tutulan nesne kendi gelişimi içerisinde değerlendirilmelidir (…) Bireyin mantığı kendi birliğine ulaşıncaya dek, kendi çelişkileri doğrultusunda ilerlemelidir.

Bu cümlelerde Hegelci diyalektiğin Marx’taki ilk izlerine şahit oluyoruz. Sabit geometrik formların, sürekli evrimleşen organizmalarla, toplumsal yapılar ve insani kurumlarla karşılaştırıldığını görüyoruz. Marx, Hegelci felsefenin etkisine karşı azimle direnmiş, hatta ondan nefret ederek kendi idealizmine inançla sadık kalmak için insanüstü çabalar sarf etmiş, fakat sonunda kendisi de o dönem Almanya’da hâkim olan Hegelci kurama, evrim fikrinin büyüsüne yenik düşmüştür.

Marx mektubuna hukuk çalışmalarından ve şiirlerinden bahsederek şöyle devam etmiştir:

Bu çeşitli faaliyetlerin sonucunda, ilk dönemimde birçok geceyi uykusuz geçirdim, birçok mücadele içerisine girdim ve birçok zihinsel ve fiziksel heyecana kapıldım. Tüm bunların sonunda ise, bu süreçte doğayı, sanatı ve sosyal etkileşimleri ihmal edip keyif almayı reddettiğim için, kendimi pek de iyi hissetmediğimi fark ettim: hatta bedenim de bu konuda uyarı vermeye başladı. Doktorum doğayla etkileşime girmemi önerdiği için, ilk defa şehrin öbür ucuna giderek kendimi Stralau Yolu’nda buldum (…) Uzun süredir idealizmi savunmama rağmen, ideali gerçeklikte aramaya yöneldim. Bugüne dek dünyanın ötesinde var olduğunu düşündüğüm tanrılar, şimdi onun merkezi haline geldi.

Tuhaf, inişli çıkışlı üslubundan pek keyif almasam da, Hegel’in felsefesinden bölümler okudum. Bu sefer fiziksel gerçeklik kadar temel, somut ve mükemmel bir spiritüel yapıya ulaşmaya niyetlenerek bir kez daha denizin derinliklerine dalmayı istedim ve zihinsel alıştırmalarla ilgilenmek yerine, saf gerçekleri günışığına çıkarmayı denedim.

“Cleantes ya da Kaynak ve Felsefenin Kaçınılmaz Gelişimi Üzerine” diye adlandırdığım yaklaşık 24 sayfalık bir diyalog yazdım. Burada, şimdiye dek birbirinden ayrı tutulmuş sanat ve bilim bir dereceye kadar iç içe geçmişti ve hatta cüretkâr bir maceracı olarak, tanrının saf bir kavram olarak dinde, doğada ve tarihte kendini gösterdiği şekliyle felsefi, diyalektik bir yorumunu geliştirme görevine soyundum. Son tezim Hegelci sistemin başlangıcı üzerineydi; yazılış sürecinde bilim, Schelling ve tarihle ilişki kurmamı ve üzerine epey kafa yormamı gerektiren bu çalışma, güvenilmez bir denizkızı gibi beni düşmanımın ellerine teslim etti…

Daha önceki mektubumda da bahsettiğim gibi, Jenny’nin hastalığı, entelektüel çalışmalarımın verimsizliği ve başarısızlığı yüzünden kapıldığım üzüntü ve nefret ettiğim bir görüşü saplantı haline getirdiğim için kapıldığım öfke yüzünden hasta oldum. İyileştikten sonra, tüm bunlardan vazgeçebileceğime dair beyhude bir inançla, tüm şiirlerimi ve yazmayı planladığım kısa hikâyelerin taslaklarını yaktım; şüphesiz, bunu yapmamam için hiçbir gerekçem yoktu.

Hastalığım sırasında Hegel’in ve çoğu öğrencisinin tüm eserlerini baştan sona okudum. Stralau’daki arkadaşlarımla sık sık gerçekleştirdiğim buluşmalar sırasında, birçok profesörün ve Berlin’deki en yakın arkadaşım Dr. Rutenberg’in de dahil olduğu bir mezunlar derneğiyle tanıştım. Birçok karşıt fikrin öne sürüldüğü tartışmalar esnasında, kaçınmaya çabaladığım yeni felsefenin ağlarına giderek daha da sıkı dolanıyordum; fakat bu kadar yadsımanın ardından bekleneceği gibi, tüm konuşkanlığım yerini sessizliğe bırakmış, gerçekten alaycı bir öfkeye kapılmıştım. (Neue Zeit, 16. Sene, 1. Cilt, 1. Sayı.)

Babası bu mektuptan hiç memnun kalmamıştı. Amaçsız ve tutarsız çalışmaları yüzünden Karl’a sitem etti. Bu Berlin çalışmalarının, hilkat garibeleri yaratıp onları yeniden yok etmenin ötesine geçeceğini ummuştu. Karl’ın her şeyden önce, gelecekteki kariyerini göz önüne alarak tüm ilgisini kendi alanındaki derslere vereceğine, yetkililerle faydalı ilişkiler geliştireceğine, zamanını verimli kullanıp tüm felsefi aşırılıklardan kaçınacağına inanmıştı. Oğluna, derslerine düzenli olarak katılan ve geleceğini önemseyen diğer öğrencilerden örnek verdi:

“Bu genç adamlar, arada sırada tamamını ya da bir kısmını eğlenmeye ayırdıkları akşamlar dışında gecelerini huzurla uyuyarak geçirirken, zeki ve yetenekli oğlum Karl, sıkıcı çalışmalarla, anlaşılması güç öğretileri kavramak uğruna tüm eğlence fırsatlarını reddederek bedenini ve zihnini bitap düşüren, perişan, uykusuz geceler geçiriyor. Fakat bugün yarattıklarını yarın yok ederek günlerini geçirirken, sonunda sahip olduklarını yok ettiğini, başkalarından hiçbir şey kazanmadığını fark ediyor. Gençlik eğlencelerini küçümseyen ve bilgelik hayalinin peşinde koşarken sağlığını hiçe sayan, yetenekli genç adamların arasında bir saat sosyalleşse muhtemelen daha kolay başarıya ulaşacak. Sosyal eğlence de yanına kâr kalacak. Oğluma kıyasla, sıradan öğrenciler kolayca ilerleyerek daha iyi olmasa da daha rahat koşullarda hedeflerine ulaşırken onun bedeni hasta düşmeye, zihni bulanmaya başlıyor.”

Babasına duyduğu sonsuz sevgiye rağmen, Marx seçtiği yoldan ayrılamamıştır. Dini inançlarını yitirdikten sonra, felsefi ya da bilimsel bir evren kavramına ulaşacak kadar talihli derin düşünürler, ebeveyn şefkati ve yeni inançlarla beslenen sadakat arasında kaldıklarında, kolay kolay geri adım atmazlar. Üstelik seçkin bir resmi kariyer sahibi olmak Marx’ı pek de cezbetmemektedir. Gerçekten de, bunu asla kabul etmeyecek mücadeleci bir mizaca sahiptir. Şu dizeleri kaleme almıştır:

Bu yüzden, izin verin cesur olalım
Asla vazgeçmeyeceğiz görevimizden;
Asla gömülmeyeceğiz kasvetli bir sessizliğe,
Azmimizin ve eylemlerimizin sonu gelmeden.

İzin verin özgür kalalım;
Korku dolu yaşamımızı geçirmeyelim kara düşüncelerle,
Eylem ve tutkuyla,
Girebilecekken mücadeleye.

Stralau’da geçirdiği günler, sağlığını son derece iyi etkiledi. Yeni edindiği felsefi kavramlar üzerinde büyük bir gayretle çalışıyor; mezunlar derneği üyeleriyle, özellikle de teolog Bruno Bauer ve aralarındaki yaş ve konum farkına rağmen ona kendi dengi gibi yaklaşan gramer okulu öğretmeni Friedrich Köppen’le kurduğu ilişkiler de bu konuda işine yarıyordu. Marx resmi bir kariyer edinme düşüncesinden tamamen vazgeçmiş, bir üniversitede öğretim üyesi olabilmek için can atmaya başlamıştı. Oğlunun yeni çalışmaları ve uğraşlarıyla barışmasına rağmen, Karl’ın daha sonraki başarılarından mutlu olmak babasına nasip olmadı. Kısa bir hastalık sürecinin ardından, 1838’in Mayıs ayında, elli altı yaşındayken hayatını kaybetti.

Bunun ardından hukuk öğrenimini tamamen bırakan Marx, Bruno Bauer’in de teşvikiyle felsefe eğitmeni olarak Bonn Üniversitesi’ne olabildiğince çabuk kabul edilebilmek için mezuniyet sınavına hazırlanırken, felsefi bilgilerini eksiksiz kılmak amacıyla daha da büyük bir gayretle çalışmaya başladı. 1834’ten 1839’a dek Berlin’de, 1840’ta ise Bonn’da eğitim görevlisi olarak çalışmış Bauer de, Bonn Üniversitesi’nde teoloji profesörü olarak işe alınacağını umuyordu. Demokritos ve Epikür’ün doğa felsefeleri üzerine bir tez yazan Marx, 1941’de Jena’da felsefe doktorasını aldı. Ardından öğretim görevlisi kariyerine başlamak üzere Bonn’daki arkadaşı Bauer’in yanına gitti. Bu süreçte umutları sonuçsuz kaldı. O dönem Prusya üniversiteleri serbest araştırmacılara uygun değildi. Bauer’in bile profesörlüğe kabul edilmesi mümkün değilken, görüşlerini çok daha sert bir üslupla ifade eden Marx’ın akademik bir kariyere sahip olması imkânsızdı. Bu çıkmazdan tek çıkış yolu serbest gazetecilikti ve böyle bir fırsat kısa süre içerisinde karşısına çıktı.

3. Sosyal Yaşamının Başlangıcı