Книга Ahiret - читать онлайн бесплатно, автор Emirhan Yenikiy
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Ahiret
Ahiret
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Ahiret

Emirhan Yenikiy

Ahiret

GİRİŞ

XX. yüzyıl Tatar edebiyatının usta kalemlerinden Emirhan Yenikiy, 2 Mart 1909’da Ufa vilayetinin Belebey ilçesinin Yeni Kargalı köyünde doğmuştur. Ailesi Yenikiy’den önceki dokuz çocuğu doğar doğmaz kaybettiği için Yenikiy hasretle beklenmiş ve doğumuyla aileye büyük bir mutluluk yaşatmıştır. 1911’de ailesiyle birlikte doğduğu köyden yaklaşık 40 km uzaklıktaki Devleken köyüne taşınır. E. Yenikiy’in çocukluğu bu köyde geçer ve 1916-1924 yıllarında farklı okullarda eğitim alır.

Erken yaşlardan itibaren edebiyat ve sanata ilgi duyan E. Yenikiy, 1925 yılında Kazan’a gider. Kazan’a gidişi, Yenikiy’ in hayata atılması ve edebi hayatının da başlaması bakımından önemlidir. Kazan’da ilk önce bir kitapçıda çalışmaya başlar. Bir yıl sonra ise Kazan Üniversitesinde Hazırlık Bölümüne girer. 1926’da artık ilk hikâyeleri gazete ve dergilerin sayfalarında görünmeye başlar. İlk hikâyelerinde özellikle kahramanlarının iç dünyalarına yönelik yaptığı canlı tasvirlerle okuyucunun ilgisini çeker.

Emirhan Yenikiy 1927-1933 yılları arasında Donbas’ta okuma-yazma kurslarında öğretmenlik, Kazan’da deri fabrikasında deri ayırıcılık, “Kızıl Tataristan” gazetesinde muhabirlik yapmış, 1931-1933 yılları arasında çalışırken bir yandan da Kazan’da “Çalışmayı İlmi Tertipleme Enstitüsü”nde eğitimine devam etmiştir. 1934-1935 senelerinde Kazan’da öğretmen olarak, 1936-1937 senelerinde Bakü’de “Azer Kino” sinema stüdyosunda özel vekil olarak, 1937-1939 senelerinde ise Kazan’da ve daha sonra Özbekistan’ın Margilan şehrinde öğretmen olarak çalışmıştır. 1941’den 1945’e kadar İkinci Dünya Savaşı’nda orduya hizmet etmiş ve ön saflarda bir asker olarak savaşmıştır.

Yenikiy, askerden döndüğünde önce “Sovyet Edebiyatı” (şimdiki “Kazan Utları”) dergisinde çalışmış, daha sonra Tataristan Radyosunda edebî programlar bölümünde editörlük görevini üstlenmiş, 1950-1952 senelerinde ise Kazan Havacılık Teknik Okulunda Tatar Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev yapmıştır. 1953 senesinden itibaren ise sadece profesyonel yazar olarak yazı hayatına devam etmiştir. Emirhan Yenikiy 16 Şubat 2000’de 91 yaşında vefat etmiştir.

Hikâye, şiir, uzun hikâye, makale, eleştiri, anı, siyasi yazı, gibi pek çok türde eser vermiş bir yazar olan Yenikiy, Tatar edebiyatında özellikle usta bir hikâye yazarı olarak ön plana çıkmıştır. 91 yıllık yaşamında zorluklarla mücadele etmiş, Sovyet dönemi baskılarıyla yaşamış, II. Dünya Savaşı’na bizzat cephede şahit olmuş, bütün yaşam tecrübesini eserlerine yansıtmış, insanı ve insanın iç dünyasını iyi gözlemlemiş, toplumdaki aksaklıklara duyarsız kalamamış, gerçekçi tavrıyla okuyucunun gönlünde yer etmiştir.

II. Dünya Savaşı kuşkusuz ki Yenikiy’in yaşamında ve aynı zamanda edebi hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Savaşa bizzat cephede şahit olan yazar, bir sınanma ve olgunlaşma dönemine girerek savaşın insan psikolojisindeki yansımalarını derin ve gerçekçi bir biçimde ele almıştır. Onun edebi kişiliğini “savaş öncesi” ve “savaş zamanı-savaş sonrası” olarak değerlendirmek doğru olacaktır. Savaştan önce yazdığı hikâyelerinde insanın iç dünyasına dair tasvirler dikkat çekse de bu hikâyeler, savaş zamanı ve savaş sonrasında yazdığı hikâyelerin edebi tohumlarını taşıyan henüz olgunlaşmamış örnekler olarak kabul edilebilir. Yenikiy’in savaş yıllarında ve sonrasında yazdığı “Çocuk” (1941), “Ana ve Kız” (1942), “Bir Saatliğine” (1944), “Yalnız Kaz” (1944), “Haşhaş Çiçeği” (1944), “Misafirperver Düşman” (1945), “Dağlara Bakarak” (1948), “Türküyü Kim Söyledi?” (1956) gibi hikâyelerinde insan psikolojisi üzerine yoğunlaştığını, adeta kendi içinde derin bir dönüşüm içerisine girdiğini, büyük bir gelişme kaydederek geniş okuyucu kitlelerine ulaştığını görürüz. Yazar Tatar halkının sabrını, zorluklara karşı mücadeleci duruşunu, savaşın insan üzerindeki derin etkilerini ve insanı bir karakter dönüşümüne sevk ettiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Yenikiy’in ele aldığı konular ve seçtiği karakterler o dönemde karşılaşılması mümkün olan olayları ve kişileri yansıtmaktadır. Böylelikle eserlerinin içeriğinin zamanın ruhu ile uyum içerisinde olduğunu söylemek mümkündür.

Yenikiy’in hayatı algılayışı ve şahit oldukları savaştan sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde yer bulmaya devam etmiştir. Hikâyelerinde genel olarak toplum içerisinde gördüğü ahlaki meseleleri, memleket sevgisini, inanca bağlılığı, toplumun ve insanın kaderini ele almıştır. Eserlerinde gerçeği somut bir biçimde, işlediği temayı felsefi bir derinlikte okuyucuya sunmuştur. E. Yenikiy savaştan sonraki yıllarda yazdığı eserlerinde zor savaş yıllarını geride bırakan Sovyet insanının sakin bir yaşama geçişini, bu hayatın ne kadar beklendiğini de göstermeye çalışır. Bu dönem eserlerinde aile, sevgi ve samimi ilişkiler büyük bir öneme sahiptir. Yazar sevginin ve ailenin insan hayatında nasıl bir yer edindiğine, insan ilişkilerindeki önemine çeşitli boyutlarda yaklaşır. (“Gençlik Hatası”, “Yalnızlık”, “Yürek Sırrı” gibi) Yenikiy’in psikolojik derinliği olan hikâyelerinin yanı sıra mizahi hiciv tarzında yazdığı hikâyeleri de yaşadığı dönemin toplum hayatını, edindiği tecrübeleri anlatması bakımından önemlidir. Tatar Türkçesinden Türkiye Türkçesine aktarmasını yaptığımız mizahi hikâyeler, yazarın 1971 yılında Kazan’da yayımlanan Saylanma Eserler (Seçme Eserler) başlıklı iki ciltlik kitabının 2. cildinin 427-506 sayfaları arasında yer alan hikâyelerdir. Küñělsěz Meclěs, Küsiye Ḫanım, İkě Baca Turında Ḫikeye, Bökě, Nindiyrek Kěşě İken Ul?, Kěmge Ḳaradı Ul?, Ḳorıtübede, Aḫiret, Sıbızġı, Möslim Ḳart, Yöriy Běr Kěşě, Maybeder Ḳarçıḳnıñ Tuġan Köně, Ḳuyan Meselesě, Köysěz Mesel, Ġadet Ḳolı, Ezěr Ḫikeye, Ecel Digeněñ, Erěm olmak üzere toplam 18 hikâye yer almaktadır. Yenikiy, nükteli ve eleştirel tarzdaki bu hikâyeleri 1953-1969 yılları arasında kaleme almıştır. Bu hikâyelerde hayatın içinden titizlikle seçtiği olay örgüleri etrafında toplumda yaygın olarak karşılaşılan tekrar tiplerin hiciv portrelerini göz önüne getirmiştir.

Yenikiy mizahi hikâyelerinde ahlaki bir sorumluluk içerisine girerek toplumsal sorunları, ahlaki yozlaşmışlıkları ortaya koymaktadır. Hikâyelere genel olarak bakıldığında yanlış çağdaşlaşma, köklerinden ve geleneklerinden koparak modern olduğunu zannetme, görgüsüzlük, Sovyet dönemi uygulamaları, haksız mevki sahibi olma, fırsatçı, çıkarcı ve liyakatsiz idareciler yazar tarafından eleştirilir. Günlük hayatın içinde karşımıza çıkabilecek ve eleştiri oklarının hedefinde bulunan kişiler her hikâyede kendini göstermektedir. Genel olarak “erdem” duygusundan yoksun, hilekâr, kurnaz, görgüsüz, toplumun değer yargılarından uzaklaşarak ahlaki yozlaşma içine girmiş tipler yer almaktadır. Yazar, hayatın içinden kişileri ve meseleleri tüm gerçekliğiyle ve doğallığıyla okuyucuya sunar. Günlük dilden kullandığı yapılar, kültüre özgü unsurlar, deyimler, atasözleri, sıklıkla başvurduğu samimi ve nükteli benzetmeler; Yenikiy’in mizahi hikâyelerindeki samimi ve doğal üslubunu tamamlamaktadır.

Yenikiy, yeniliklere açık, arayış içinde olan, sürekli bir dönüşüm ve gelişim yaşayan bir yazardır. Hayatı boyunca yaşamdaki zıtlıkları çok iyi gözlemlemiş ve bu zıtlıkları birlikte ele alıp derinlemesine düşünmüştür. Hayatın içinde yer alan siyahı ve beyazı, iyiyi ve kötüyü psikolojik temellerde açmaya ve anlatmaya çalışmıştır. Eserlerinde insan psikolojisinin derinliklerini, insanın çaresizliğini, çaresizlikten çıkış yollarını, umutlarını ve umutsuzluklarını okuyucuya gerçekçi bir biçimde sunmuştur. Bireyin iç dünyasını yansıttığı, toplumsal ve ahlaki meseleleri göz önüne serdiği hikâyeleriyle Tatar edebiyatını zenginleştirmiştir.


Kaynaklar:

Davutov, R. N., Nurillina N. B. (1986). Sovet Tatarstanı Yazuvçıları, Tataristan Kitap Neşriyatı, Kazan.

Demir, Ayşe Nur (2020). Emirhan Yenikiy’in Mizahi Hikâyeleri (Giriş-İnceleme-Metin-Dizin). Yüksek Lisans Tezi. İzmir: Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Halit, G. (1970). “Talepçen hem Ězlenüvçen Talant” (Ön söz) Emirhan Yenikiy-Saylanma Eserler, İkě Tomda, Běrěnçě Tom, Tatarstan Kitap Neşriyatı, Kazan

Kamalieva, Alsu (2013). “Emirhan Yeniki’nin Bir Saatliğine Hikâyesi ve Tatar Edebiyatında Savaşın İzleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Ankara Winter, s. 1781-1792.

Yüziyev, Nil (2001). Yeni Tarihte Yeni Edebiyat (XX. Yüzyıl), (Akt. Dr. İsmail Türkoğlu, Dr. Orhan Söylemez, Hayrat Celal), Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi Tatar Edebiyatı III, C.19, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, s. 13-30.

KEYİFSİZ MECLİS

Söze gerek yok, güzel yaşıyor Fehri Gıymadiyev. Dairesi yeni binada dört odadan, mobilyası – “parizyen”1… Giydiği ipek ve yün, yediği kaymak ve bal. Hepsinden önce de, doktora tezini savununca Fehri yoldaşın hayat standardı, ne derler, birden yukarı sıçradı. Fakat yine de meclis onlarda keyifsiz geçiyor. Sofra ne kadar zengin, ikram ne kadar bol olsa da, keyifle gülüşmek ya da canının istediği kişiyle konuşarak oturmak mümkün olmuyor.

Mesele şu ki, Fehri yoldaşın birkaç kız çocuktan sonra dünyaya gelen Ferdinand adında dört yaşında bir oğlu var. Hemen hemen her mecliste şanslı baba bu oğlunu yanına alarak oturur. Sohbet başladığında, ilk kadehlerden misafirlerin yüzlerine pembelik yayılarak gözlerinin parlamasına vakit olmadan, Fehri yoldaş oğlunun zekiliği ile övünmeye başlar. Böylece koca kafalı, semiz yanaklı Ferdinand sohbetin odak noktasına dönüşüverir. Çocuk, anlaşılan o ki, bu durumu zor karşılar, – o, dudağını büzüp misafirlere sıkılarak bakıp oturur. Misafirler ise çocuğa gülümsemeye çalışarak bakarlar, babanın sözlerini onaylayan biçimde kafa sallayıp dururlar, zaman zaman “Öyle mi ha? Bak sen şuna!” diyerek merak etmiş de olurlar ya da yapmacık bir hayranlık ile “Ha, Ferdinand – Ferdinand o!” – deyiverirler. Fehri yoldaş buna çok keyiflenir, gururlanarak çocuğun başını okşar ve onun tabağına tekrar tekrar şekerlemesini, bisküvisini, elmasını, turtasını koyar. Artık biri: “Ferdinand Fehriyiviç babasını da geçer artık!” – deyiverirse, şanslı babanın başı neredeyse göğe değer, – odayı çınlatarak gülmeye başlar o. Elbette sever o oğluna “Ferdinand Fehriyiviç” diye seslenilmesini.

İşte bundan sonra mutsuz çocuğun durumu daha da zorlaşır. Övmek ve övünmek coşkunluğuna teslim olan baba, gözü neye takılırsa, onu göstererek sormaya başlar:

–Oğlum, bu ne?

–Vazo.

–Ne vazosu?

–?

–Haydi , haydi, söyle – sen biliyorsun ya! Çin vazosu mu acaba?..

–Çin vazosu.

Fehri yoldaş, “Duydunuz mu?” der gibi, kaşlarını kaldırıp misafirlere bakar:

–Çin vazosuymış, hı? Çit kazığına geçiriliveren yoğurt çömleği değilmiş o. Moloděts2 oğlum, her şeyi tanıyıp biliyorsun. Peki bu, bu nedir?

Baba masadaki sürahiye dokunarak gösterir. Ferdinand misafir geldikçe görüp karşılaştığı bu şeye düşmanca bakarak uzunca bir süre konuşmadan durur.

–Haydi, haydi, söyle, nedir o?

–Kristal, – der çocuk.

–Kristal sürahi o, oğlum! Oyuk burunlu çaydanlık değil, bil!

…Çaresiz çocuk vakit geçtikçe daha da üşenerek cevap verir, misafirlere de canlarının sıkıldığını gizlemek hep daha zor hale gelir. Fakat Fehri yoldaşın misafirlerin durumundan bir endişesi yoktur. Onun için, Ferdinand’ın zekiliğine şaşırarak oturmaktan daha keyifli bir şeyin olması mümkün mü ha? İşte o, misafirlerine göz kırpıverir ve çocuğa güzel damgalı bir şişeden kadehe içecek koyarak verir:

–Haydi, Ferdinand oğlum, şu şerbeti iç de bak hele, lezzetli miymiş?

Çocuk suratını asar, fakat öğretilmiş adetten dolayı, ister istemez biçimde kadehi alıp biraz içer.

–Haydi, ne içtin? – der baba. – Söyleyiver hele.

Çocuk kızarır, gözlerine dolu dolu yaş gelir, dudaklarını uzatıp konuşmaya cesaret edemeden oturur. Fakat babası defalarca ısrar edince, önüne bakarak duyulur duyulmaz biçimde:

–Mustafa, – der.

–Azıcık yanıldın, oğlum! A…a...aks… Haydi artık!

–Akstafa.3

Baba koltuğa yığılarak, keyifle kahkaha atar:

–Ha-ha-ha, hi-hi-hi. İşte sana Akstafa – Mustafa! Ekmek bozası değilmiş o, moloděts4 oğlum! İşte tabii ki zamane çocuğunun zekası, şarapları tanıyabiliyor elbette o!.. Oysa ben… ben onun yaşlarındayken karnım şişene kadar ekşi ayran içip dururdum.

Misafirlerden biri, koltuğunu sertçe iterek yerinden kalkar. Bir başka arkadaş uzun süredir tuttuğu kadehini: “Merhum babacığımın sağlığına!” diyerek içiverir. Misafirler gülüşürler, bir hanım ise hemen ona soruverir:

–Safa yoldaş, neden şimdi babanızı hatırladınız?

–Ben de bilmiyorum, Halide Hanım, – der Safa yoldaş, utanıp sıkılarak. Eli ağırdı merhumun, toprağı hafif olsun. Akstafa değil, bal rakısı bile içirmedi o bize… Büyüdük artık yine de.

Fehri yoldaş bir şey sezmiş gibi biraz sessiz kalır, sonra meseleye ciddi biri görüntüsü vermek istemiş olmalı ki Safa yoldaşa katılarak kendi çocukluğunu anlatıverir:

–Siz, ahali, yoksullukta büyümenin ne olduğunu bilmiyorsunuzdur, oysa ben biliyorum, – der o, övünerek. – Ben işte bir eksiği olmayan kıyafet, lezzetli yemek, güzel bir oyuncak görmeden büyüdüm. Şimdi Sovyetler Birliği hükümeti bana böyle geniş, bol maddi imkan vermiş ise, benim çocuklarım da canları ne isterse onu yiyip içmeliler. Ben böyle bakıyorum meseleye, bilin isterim!

Misafirler konuşmazlar, çünkü tartışmaya girmenin Fehri yoldaşı tekrardan kudurtuvermek olacağını çok iyi bilirler. Fehri yoldaş, güya aşağılanmış oğlunu teselli etmek ister gibi, ona doğru eğilerek pek tatlı biçimde sorar:

–Ferdinand oğlum, yine pasta vereyim mi?

Ferdinand ise doymuş artık, çok doymuş. Kafasını sallar. Aniden baba oğluna sinirlenir, bir pastayı tutarak çocuğun kırıntılar dolu tabağına koyar ve sert bir şekilde:

–Ye, ye, kapris yapıp durma, – der. Bir zamanlar baban da kılçıklı arpa ekmeğini pek severek yiyip durmuştu.

Yok, dostlar, doğrusunu söylemeli, pek keyifsiz geçer Fehri yoldaşta meclis. Baba acınacak halde, babadan da ziyade çocuk acınacak halde.

1953

KÜSİYE HANIM

Eğer siz üstüne yazlık beyaz ceket giyen, başına kaz tüyü kanatlı şapka takan dolgun vücutlu kadının bir mağazanın kapısından girdiğini görürseniz, bilin ki o Küsiye Hanım’dır. Omuzları kıvrımlı, beli dar, kızılımsı paltonun geniş etekleri bir dükkanın içinde gözünüzün önünden dalgalanarak geçerse, yanılmazsınız, o da Küsiye Hanım’dır. Ayağına beyaz fötr potinler, üzerine kara kedi kürkünden manto giyen kadın büyük mağazanın etrafında gözünüze çarparsa, yanılmazsınız ki Küsiye Hanım’dır o!

Baharda yazda, güzde kışta neredeyse her gün şehrin merkezî caddelerindeki dükkanları gezip dolaşan bu hanım kimdir peki? Yaşam öyküsünü anlatmak gerekli değil, çünkü anlatılacak yaşam öyküsü yok onun. Bir zamanlar orta okulu bitirerek aldığı bir mesleği olsa da, çoktandır onu yapmayı bırakmış. Kırk yaşına yaklaşırken altı ay kadar mı ne bunda çalışmışlığı var, Tatarca okuma yazmayı bilmez, Rusçayı da elinde tuttuğu yok.

Yine de kimdir peki bu Küsiye Hanım?

–Sarmanayev’in hanımı!

Ya da yakın çevrelerinin söylediğine göre:

–Sarmanay’ın hanımı!

İşte bundan başka Küsiye Hanım’ın cemiyette çağrılan başka adı yok, yakından tanıyanlar hatta onun Kevseriya denilen gerçek ismini de cismine denk gelsin diye Küsiye5 olarak değiştirivermişler. Doğrusunu söylemek gerekirse, Küsiye Hanım’ın kendisi “Sarmanay’ın hanımı” diye bilinen isimle, hindi gibi, dünyaya sığmaksızın böbürlenip durur. Böbürlenmemek de olmaz, çünkü onun kocası yüksek saygınlıkta biri, ilim sahibi ve en önemlisi parayı Küsiye Hanım’a çok miktarda alıp getirir. E böyle kocanın her kadına da “nasip olmadığını” Küsiye Hanım pek iyi bilir!

Aslında hiç sözümüz yok, tamam, iyi adamın sadakatli hanımı olarak yaşayıversin, bir eli yağda bir eli balda olsun, bu bizim ahlakımıza da kanunumuza da sığan bir şey. Ancak bütün bela şunda ki, o – yani Küsiye Hanım durduk yere bir kötü hastalığa maruz kaldı. Belki, küçük yaştan ta şimdiye o hastalığın mayası oluşmuştur, ama son yıllarda iş yokluğundan, para çokluğundan olsa gerek kötü hastalık onun bütün kanına yayıldı. Hastalığın Latince adı neyse ne, bizim dilde basitçe söylendiğinde – açgözlülük. Açgözlülüğün özellikli belirtileri – doyumsuzluk (Bunu yemek içmek ile ilişkilendirmek uygun olmaz, genel olarak mala doyumsuzluk ile ilişkili söze denk gelir.), cimrilik, kıskançlık, korkaklık, arsızlık ve nihayet başını aşmış bencillik.

Bu belirtilerin bazısı Küsiye Hanım’da üstünlük ele geçirmiştir, ama hepsini birlikte toplayınca, demin bahsedilen açgözlülük denen şeyin Küsiye Hanım’ın yüzünde klasik örneğini görürüz. Tam bir fare gibi o: Sağına soluna bakınıp, burnunu uzatarak daima koklayıp durur ve ne görürse, ne bulursa onu yuvasına taşır. Nedense ona günlerden bir gün dükkanlardaki bütün her şey bitiverecek gibi gelir. Ara ara o, kocasının kulağına “ Tükenmeden önce almak gerek.”, “Denk geldikçe alıvermeli.”, “Yedeksiz kalmayalım.” diye üsteleyip durur. Ve, doğrusunu söylemek gerekirse, yedek toplamakta Küsiye Hanım şaşılacak derecede beceri gösterir. Meyve zamanında bulunmaz diye o daha kıştan tenekelerce şekerini taşır. Bir yemekhanenin yıllık ihtiyacına yetecek kadar karabiber toplar. Unu söylemiyorum bile, hususi sandık alarak onu üç kiloluk çuvallarla istifleyip doldurur. Yağ, bulgur, makarnaları taşıyıp durdukça ise, onun sadece kileri değil, dolabının üstleri, karyolasının altları da dolar. Burası dikkate değer yine, o azığı tam bir gerçek fare gibi, dükkanın arka yollarından taşımayı sever; bunun için kendini adeti olduğu üzere “falan kişinin arkadaşı” diye tanıtır ve müdürlerin pek derinde yatan yüreklerini de titretmeye mecbur edecek derecede çokça yağlayıp ballayarak gülümseyiverir.

Ancak bu azık taşımanın Küsiye Hanım’a çokça rahatsızlık veren iki “belası” var: Birincisi, onun beklediği kadar dünyada yiyecek yetişmez, ikincisi, birikmiş yiyeceği ömür boyunca saklamak olmaz. İlk önce yenir (Ne zavallı!), yenilmezse – bozulur. Un çürür, yağ kokuşur, karabiber kıyafete siner (Muhterem eşi, işin sırrını anlamadan hapşırıp durmaya başlar.). Üstelik tahta kutuların sandıkların etrafına dört ayaklı fareler de dadanır.

İşte giyim kuşam – başka mesele! Naftalini bolca serpiverince saklanır. Onun için Küsiye Hanım boston gibi pahalı kumaşı, paltoluk güzel drapı, nadir rastlanan gerçek yünü, kapronu, naylonu, ipeği pusuda bekler durur. Denk geldi mi, vurguncu gibi zorbalıkla alır. Artık ele geçiriverince de, hayatında büyük bir fedakarlık yapmış gibi, tanıdıklarına övünmesi bitmez. Aynı zamanda Küsiye Hanım, kocasından gizli karaborsacılık ile de meşgul olur… dersek daha sert olur, yumuşatarak söylendiğinde dükkan ile bir şeylere ihtiyacı olan insanlar arasında aracılık rolünü yapmayı da sever; yani şu veya bu şeyi, görünüşünü ya da süsünü sevmemiş olarak, biraz kazanç ile başka birisine yamayıverir. Ne dersin böyle becerikli kadına!

Küsiye Hanım’ın bir şeyler taşımaya bu kadar hırslanmasını cömertlikten, paranın değerini bilmemesinden diye düşünmeyin yine. Para onun soluyup durduğu havası. Nereden nasıl yapıp edip bir kuruş koparmak için, kimin olursa olsun hakkını yemek için o her türlü utanma arlanmayı bir kenara silkip atar. Mesela, terzi kadına elbise diktirir. Parasını ödeyeceği zaman yaklaşınca, “Falan terzi tam da bunun gibi elbise için falancadan şu kadarcık almış.” diyerek bir şekilde önceden söz verdiği ücreti vermemeye çalışır. Şayet o kendi Klara’sını ve onunla birlikte oynayan komşu kızını yanına alarak şehir parkına çıkarsa, dondurmayı sadece kendi kızına alıp verir, yine de diğer kızcağızın önünde kendisini aklamak ister gibi kağıt paraları hışırdatır: “Başka bozuk param kalmamış.” diyerek keçi kafası sığacak büyüklükteki cüzdanını çat diye kapatıverir.

Küsiye Hanım’ın hayattaki amacı son derece açık ve basit: O pek çok, pek çok parası olan biriydi; güzel giyinip, öteberi toplayıp, bütün arkadaş çevresi, eş dostlarını şaşırtarak yaşardı. Bundan ötürü de onun hayal ettiklerinin hepsi parayla ilişkilidir.

İşte böyle bir kadın o Küsiye Hanım. İnanasınız gelmiyor mu? Bizim hayatımıza böyle tuhaf biri nasıl gelsin, olmaz bu mu diyorsunuz? Ama olurmuş, pek nadir olsa da denk gelirmiş.

Belki, kocası nasıl bakıyor dersiniz? Merak etmeyin, bazı mevki sahibi adamlar tam da işte böyle Küsiye Hanım gibi kadınları kendileri için en uygun hayat “arkadaşı” olarak tercih ederler. Güya, onun gibi biri, kendisi çok büyük iş adamı olduğu için geçim meseleleri ile uğraşarak küçülmez, onun için evde sakin bir hal meydana getirilmiş olsun. Nasıl yapılır o – bunda onun bir işi yok. Zaman zaman hanımının ahlaka sığmayan eğri taraflarını görse de, görmezlikten gelir. Ancak o görmese, insanlar görür. Küsiye Hanım’ın bütün derdi şu ki; o kendisinin asıl durumunu anlamaz, mevki sahibi adamın karısı olunca, varlığa kıyafetlere büründükçe, hakiki insan olmak için bunlar yeterli diye düşünür. Oysa hakiki insanı bizde fareye benzetmezler.

1953

İKİ BACANAK HAKKINDA HİKÂYE

İki bacanak tedarik dairesinde görev yaparlar. Büyük bacanak kıdemli işte, mesela, tedarik dairesinin başında durur; küçük bacanak daha küçük işte, mesela, tedarik deposunun içinde durur. Büyük bacanak, küçük bacanağın pek otoriteli müdürü, küçük bacanak ise büyük bacanağın çok güvenilir çalışanı.

Büyük bacanak iri gövdeli, kırmızı yüzlü, yumruk burunlu, heybetli bir insan; küçük bacanak kısa boylu, gencecik olduğu halde yusyuvarlak göbek büyütmüş ve tam da büyük bacanağınki gibi ustura bilenecek kadar pürüzsüz parlak suratlı bir delikanlı. Büyük bacanak yazın şapkayla, kışın geyik kürkünden börkle; küçük bacanak ise yazın Özbek başlığıyla, kışın üst kısmı derili karakül börküyle gezer. Büyük bacanak şehrin sakin bir caddesinde kendi evinde yaşar ve çoban köpeği besler; küçük bacanak şimdiye kadar hala birinin yanında, bir odada yaşar ve Buhara kedisi bakar. Ancak küçük bacanağın da bütün hayali daha sakin yerden kendine ev satın almak. Eğer Allah kaza bela vermezse ve büyük bacanak sağ olursa, bu hayaline o şüphesiz ki bir gün erişecek.

Büyük bacanağın içkisi sigarası yok, restoranlara girip çıkmaz, sadece kendi evinde bal rakısı içerek soğuk kaz eti yer durur. Küçük bacanak da sigara içmez, sigara yerine karamela yer, ama bir süredir evlenmiş olduğu için misafirliğe gitmeyi sever. O küçük garmunda6 “Elma Ağaçları”nı pek güzel çalar, hanımı ise “Ay yıldızım, yıldızım” havasını söyleyerek güzelce oynar.

Büyük bacanak pek zeki, kurnaz biri. Kimin kim olduğunu, köpek gibi kokusundan anlar. Adamına göre tatlı sözünü saçar, cömert elini açar ya da kibirli kılığa bürünür, görmezden gelir. Küçük bacanak bu yönden de büyük bacanağının kopyası olmaya çalışır: Gerekli adama yılışır, gerekli olmayandan uzak durur, yine de onun kaderine sahip olabilecek kişilerin gözlerine bakar ve der: “Ne buyurursunuz?”

İşte bundan dolayı da büyük bacanak küçük bacanağı pek çok sever, kanatlarının altına alır, küçük bacanak ise büyük bacanağı için ağzı ile kuş tutmaya da razı.

Böyle birbirine benzeyen bu bacanaklar tedarik bölgesinde “işleri” pek ustaca yürütürler. Büyük bacanak kaş göz işareti yapar, küçük bacanak hemen anlar. Büyüğü işe koşar, küçüğü usulcacık yollar, büyüğü işaret eder, küçüğü hemen ipin ucunu gizler. Büyüğü payın büyüğünü alır, küçüğü hissenin küçüğüyle de yetinir. Çünkü o ekmeğini büyük bacanağın elinden yiyorum diye bilir.

Böyle, fareler gibi sağa sola bakınarak sakin sakin yaşarlar bunlar. Mal biriktirirler, soğuk kaz yerler, karamela yerler… Ancak günlerden bir gün, aksilik bu ya, büyük bacanak işaret veremeden kalır, birdenbire denetim gelip basar ve bizim küçük bacanağımız, tedarikçilerin diliyle söylendiğinde zokayı yutar.

Büyük bacanak, bunu duyunca çok korkar, küçük bacanağı içinden it yerine sokup söver ve güvenilir insanlar vasıtasıyla kendisinin kesin emrini verir: Eve gelip durmasın, denetim esnasında hiç kimseyi de karıştırmasın, bütün suçu kendi üzerine alsın, o vakit o akılsızı kurtarmak mümkün.

Küçük bacanak için büyük bacanağın buyruğu – kanun. Küçük bacanağın hesabına göre, dünyayı döndüren çark – dostluk, büyük bacanağın dostları ise – yarı şehir. Bir dostunun yardımı ile savcının yatak odasına bile geçip girer o.

Nihayet küçük bacanak mahkeme karşısına çıkar. Böyle kudretli bacanağı olunca o kendini mahkemede pek cesur gösterir. Ne kadar sorsalar da, hiç kimseyi de karıştırmaz, bütün bildiği ve söylediği: “Sadece benim.” Savcının “Bir insan nasıl bu kadar yiyebilir!” – diye şaşkınlıkla sormasına karşı, hiç de hayrete düşmeden: “Yenir o!” diyerek cevap verir.

Söylemek de gerekmez, bu işte büyük bacanağın parmağı pek ustaca oynar: Küçük bacanak sekiz yıla gider, kendisi ise tedariğin başında sessizce oturup kalır.