Книга Abay Yolu 1. Cilt - читать онлайн бесплатно, автор Muhtar Auezov. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Abay Yolu 1. Cilt
Abay Yolu 1. Cilt
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Abay Yolu 1. Cilt

Ospan onun iğrenmesine mest oldu, babasını unutmuş bir hâlde yüksek sesle gülerek:

– Kurbağa! Kurbağa attım gömleğine, diyerek Abay’ı eskisinden de beter iğrendirdi.

Kunanbay kendisinin arka tarafında oturan çocuklarının ne yaptığına bakmamıştı. Ancak haşarı Ospan’ın alışık olduğu mizacı kudururcasına artınca kızdı, aniden hızla dönerek onlara baktı. Olup biteni gördü. Alpçesine iri olan âsi kara oğlu Abay’ın üstüne oturmuştu ve kalkmasına engel oluyordu.

Kunanbay kendi huzurunda yapılan bu görgüsüzlüğe çok sinirlendi. Ospan’ı sol eliyle tutup hırpalayarak kendine doğru sürükledi ve silleledi. Ospan iki yanağı ateş gibi yanar vaziyette büyük gözleriyle kor gibi bakarak dondu kaldı. Kunanbay’ın oğlunu silleleyişinden zerre kadar ürperen de, “yapma”, “etme”, “çocuktur işte” diye ses veren de olmadı. Bütün bunları gören Süyindik, Baysal’a fısıldayarak:

– Canım efendim! “Kurt çocuk” işte bu yahu, deyince Baysal da:

– “Kuj”10 desene! Bundan da bu çıkar efendim, diyerek homurdandı.

Kunanbay ulağa kati emir verdi:

– Gel! Al götür şu lanetlenmişi, dedi. Ospan’ın yüzünü kapıya doğru çevirdi ve savurur gibi iteledi. Çocuk yuvarlanarak düşerken, ulak sımsıkı tutup kaldırıverdi. Ospan, tam da babasından kurtulmayı beklermiş gibi ulak onu tutup kaldırdığında evdekilerin hepsine işittirerek arkasından yel çıkarttı, “tırrt” etti de gitti. Maybasar Karatay’a göz kırptı, dudaklarının ucunu kıvırarak gülümsedi ve çenesini sağa sola sallayarak:

– Tüh! Bu itibarsız, sahip olduğu itibardan da bir anda ayrıldı ya, dedi. Konukların bir kısmı gülüverdi.

Karatay ve Baysalgil, kendi içlerinden, Ospan’ın gidişini “korkarak gitmedi, çatışarak gitti” diye değerlendirmişlerdi.

Eskiden de Kunanbay’ın boğazının düğümlendiği, söyleyeceği söze başlayamadan hiddetlenip oturduğu vaziyetler olmuştu. Bu durumda tekrar hevesi kaçmış, somurtmaya başlamıştı. Evdekiler bir vakit ses çıkarmadan öylece oturup kaldı.

Nihayetinde, biraz surat asarak oturduktan sonra, Kunanbay tekrar kıpırdandı ve aklındaki söze başladı…

2

Konuk evindeki yuvarlak masanın üstünde pembe renkte mecalsiz ışık veren bir kandil yanıyordu. Hâlsiz kandil ara sıra duvarın alt tarafından vuran yelin esintisiyle değişiyor, bazen alevlenerek alazlanıyor, sonra tekrar eski cılız hâline dönerek yanmaya devam ediyordu. Abay, yan tarafında oturan babasının büyük ve irice siluetini tam göremese de ona bakıyordu.

Kunanbay’ın rengi soğuktu. Kara duman rengi yüzünde bozaran tüyler de çıkmıştı. Sadece kendisi konuşuyordu. Güçlü sesinde öfke ve hiddet vardı. Uzun konuşması sırasında bazen Abay’a ilginç görünen kimi atasözleri ile deyimleri de kullanıyordu.

Abay babasının söz akışını, konuşmanın temel muhtevasını anlamış değildi. Sadece bazı atasözleri ile deyimleri seçebiliyordu. Buradaki büyüklerin mevcut geleneğine göre babası da üstü kapalı, dolambaçlı, anlaşılmaz bir biçimde konuşuyordu. Babasının bir sözünü diğer sözüne eklemeyi başaramayan Abay, şaşırıp kalıyordu. Kendine kalsa, hemen, deminki gönlü hoş eve, annesinin yanına giderdi. Fakat babası çağırdıktan sonra, artık çıkıp gitmek olmazdı.

Dolayısıyla o, bir süre, babasının konuşmasının şeklini ve ses akımını dinledi. Kendisinin ilk defa duyduğu için bilmediği anlaşılması zor kimi sözleri kullandığını fark ediyordu. Kelimelerden herhangi birine bastırarak ve çok sinirlenerek konuşan babasının sesi bazen buna bir yağmalama narası, çarpışmaya giden mülteci haykırışı ya da uzun bir nağme gibi geliyordu. Bu anlaşılmaz konuşmadan içi daralıyor, babasının siluetine ve fiziki yapısına bakarken arada sırada dalıp gidiyordu.

Esasında, uzun zaman kımıldamadan ve gözlerini ayırmadan masalcı ve şair gibi çeşitli konuşmacı kişilere bakmak Abay’ın küçüklük günlerinden beri âdeti idi. İnsanların görünüşü buna her zaman olağanüstü, farklı, ilginç bir resim gibi gelirdi. Özellikle, yüzünde kırışığı çok olan büyüklerin görüntüsü ilginç birer hikâye gibiydi. O, kimi insanların çizgi çizgi kırışıklıklarında, sarkık avurtlarında, buruşuk alınlarında, ışıltısı kaybolan gözlerinde ve her çeşit sakal ile bıyığında kendince nice türlü canlı, cansız dünyevî özellikleri görür gibiydi: Kınalanmış çatlakları çok mu taşlı? Yoksa seyrek çalılık mı? Yulaf ya da kara pazı mı? Yoksa duran bir hayvan mı, kaçan bir av mı? … Baktığı insanların simalarında bunlara benzeyen görüntüler bulurdu…

Mesela at yanaklı olan babasının biraz uzunca başının kulaktan yukarı yeri kaz yumurtası gibiydi. Bunsuz da uzun ve büyük olan yüzüne upuzun şekilde ve yuvarlakça biten sakalı da eklendiğinde babasının kafası geniş bir alan gibi görünüyordu. Kunanbay’ın sağ gözü ise onun yüksekçe burnunun sol omzuna çıkan, tek başına uyuklamadan hedefine bakan ve yerinden ayrılmadan ufku gözetleyen bir muhafız gibiydi. Hem de; gevşekliği olmayan, uykusu hafif ve gaddar bir bekçi! Hiç olmazsa onu serbest bıraksaydı ya!

Bu tek göz, gömülüce değil, pörtlekçe idi. Bir an bile kapanmadan öfkeyle bakıyordu. Kirpiğini de seyrek kırpıyordu. Bota derisinden diktirdiği dışı kumaş kaplı kaftanını omzuna almış olarak böbürlene böbürlene konuşan Kunanbay bu evdeki tek bir kişinin yüzüne bakıyordu. Gözünü tam karşısında oturan Süyindik’e dikmiş, öylece konuşuyordu.

Saçı sakalı kara kırçıl aynı renkte olan Süyindik arada sırada Kunanbay’a baksa da gözünü dikerek devamlı bakmıyordu. Bakışlarını aşağı düşürüyordu. Abay onun görünüşünü çok karşılaştığı “az konuşan” insanlara benzetti.

Böjey de o kadar farklı değildi. Yalnız rengi soluk gibiydi. Kendisi kızıl kahve sakallı ve iri burunlu olan Böjey burada oturanların hepsinden yakışıklıydı. Yüzündeki kırışıklıkları da daha azdı. Fakat Abay’ın gözünü ona yönlendiren şey birbirine yakın ve küçücük görünen gözleriydi.

Kunanbay uzun uzun konuşurken Böjey yerinden kıpırdamadı, kimseyle fısıldaşmadı. Gözünü de bakışlarını aşağı düşürmüş durumdaki vaziyetinden çıkarmadı. Dolayısıyla o, uyukluyor muydu yoksa düşünüyor muydu belli değildi. Salınarak kalkan sarkık göz kapağı gözünü azıcık göstermeden tekrar siper alır gibiydi.

Konuklar içinde kartal gibi cesurca gözünü ayırmadan Kunanbay’a bakan kişi tam başköşedeki Baysal idi. Kızıl yüzlü ve al don sakallı Baysal’ın bedeni iri, kendisi cüsseli idi. Büyük mavi gözleri, hem serin hem sır vermezcesine sabırlı idi.

Benzi atmış soğuk bakışlı insanlar içinde en canlısı, en hareketlileri, ince yapılı Karatay ile Abay’ın yanındaki Maybasar idi.

Büyükler arasındaki iki genç ise; beri tarafta babasından aşağıda oturarak gözünü ayırmadan ona bakan Abay ile öteki tarafta tam da onun gibi yaparak oturduğu yerden bütün dikkatiyle Kunanbay’ı dinleyen genç delikanlı Jiyrenşe idi.

Jiyrenşe, Kötibak boyundan Baysal’ın yakın akrabası Şokan’ın oğlu idi. Baysal, onu her daim maiyetine alır ve gittiği yere beraberinde götürürdü. Hem yiğitlerinden biriydi, hem de sözden anlayan, “adam olur” denen yeni nesildendi. O, konuşmanın sonunu bağlamayı iyi bilirdi. Konuşurken ilgi çekici kılarak anlatırdı. Kendisi komikti. Abay’ı şımarttığı dönemler de olmuştu. Şimdiki bu toplantıda Abay’ın tek başına görüşmeyi uygun gördüğü ve istediği tek kişi oydu.

Fakat onun büyüklere içtenlikle mi yoksa öylesine mi baktığı anlaşılmıyordu. Her nasılsa, şimdi, Kunanbay’ın konuşmasından başka bütün her şeyi unutmuş gibi görünüyordu. Bununla birlikte Abay’ı da bir yana bırakmış gibiydi.

Jiyrenşe kaşlarını çattı, kımıldandı. Abay, o anda, babasının sözünü tamamlamak üzere olduğunu fark etti:

– Kodar zaliminin bu yaptığı, başka halklar nazarında yalnızca bana karşı yapılan bir saygısızlık olsa da, kendi halkımızın nazarında hepimize, burada oturan herkese yapılan bir saygısızlık. Sizlere saygısızlık, dedi ve biraz duraksadı. Süyindik’e dikilen tek gözünü, başköşede oturan Baysal’a çevirdi ve ondan sonra kendisinin sağında oturan Böjey’e dikti.

Fakat Böjey de, Baysal da istifini bozmadı. Oturan diğer kişilerin hepsi konuşmanın ağırlığı ile sonucunu kendi sırtlarında hissetmiş gibi kımıldandı, salındı…

Kunanbay:

– Öyleyse, utanç ölümden güçlü! Yurdun görmediği rezilliğe, halkın görmediği ceza gerek, diye sözünü bağladı. Yeniden yumuşayacak hâli yoktu. Kördüğüm gibi bağlanmış, taş gibi pekişmiş görünüyordu.

Oturanlar bu hâli iyi tanıyordu. Kunanbay’ın bu tür yönelişlerinin geri çevrilecek dönüşü yoktu, bunu hepsi iyi biliyordu.

Ya konuşup tartışarak gitmek vardı ya da bunun gibi içten onaylamadıkları durumlar olduğu zaman Baysal ve Böjey’in yaptığı gibi yapmak; meseleyi ona başlatmak ve devamını da yine kendisine yaptırtarak yükümlülüğü Kunanbay’a bırakmak âdeti vardı.

Onlar, taraftarlık gerektirmeyen durumlar olduğunda bu son tutumu çok kullanıyordu. Hepsi de dişini çatlatırcasına sıkıyor, sabrediyor, konuşmuyordu.

Fakat Kunanbay’ın bu söylevi sessiz kalmalarına izin vermese de konuşmalarına da fırsat bırakmıyordu. Üzerlerine büyük bir ağırlık çöktü. Evdekiler bir süre sessizce oturdu…

Abay Kodar’ı tanımıyordu. Bu ad, ona, evvela “Kozı Körpeş ve Bayan’ın11Kodar’ını hatırlattı. “Zalim” deyişine bakıldığında da geçen yıl ozan Baykökşe’nin annelerine okuyuverdiği Kodar’ın sureti aklına geldi. “Kodar diyerek, ona benzeyen birini, özellikle o isimle mi söylüyor” diye düşündü.

Sepsessiz oturan topluluk içinden bu hususta ilk konuşan ince yapılı Karatay oldu. O:

– Zalim olduğu doğru! Oğlunun kızının başına vermesin. Gerçeği söylemek gerekirse; bu, kâfir halklara yaraşır bir iş yahu, dedi. “Kodar’ın suçu gerçek mi, değil mi” şeklinde kendi akıllarında bulunan şüpheye şöyle bir dokunarak, kıvırıverdi.

Kodar’ınbutoplantıdakiakrabasıSüyindikidi.Kunanbay, deminden beri öfkesini kusarken, gözlerini özellikle ona dikmişti. Onu da herkes tanıyordu. Kunanbay’ın, Kodar’ın terbiyesizliğinin karşılığını vermesi için, öncelikle kendi akrabasına “suçlu”, “kabahatli” dedirtmesine, bunu, onun ağzından söylettirmesine ihtiyacı vardı.

Süyindik, o sözü kopkolay ve lafı hiç döndürmeden söylerse yarın kendi akrabaları arasında sıkıntı olurdu. Kunanbay’ın söylediği Kodar’ın bu kabahatlerini kendi gözleriyle de görmüş değildi. O, Karatay’ın araya girme çabukluğundan bir fayda sağlamış gibi oldu. Özellikle onun “gerçeği söylemek gerekirse” dediği yumuşatıcı ifadeye tutundu:

– Bu suçu kesinse; durdurup boğazlayalım! Fakat bu gerçeği gören var mı, deyiverdi. Kunanbay ellerini kaldırırken ileri doğru yekindi:

– Ey, Süyindik, deyip yeltenince omzundan kayan kaftanını düzeltirken kızarak konuşmaya başladı. “Al karısı da gözünün içine bakarak basar. Yönetici hem beceriksiz hem şerefsiz olunca, iblisi cini ona dadanmasın da ne yapsın? “İyi niyetli” desek, “zararsız” desek can verelim, aklayalım, ahrette de suçunu kendi boynumuza alalım. Fakat benim iki canım yok. Buna boyun eğecek olursan, canını da verirsin. Verir misin, canını” derken elini kendi döşüne çarparak yapıştırdı.

Süyindik, Kunanbay’ın bir süreden beri ortaya döktüğü öfkesinden artık iyice rahatsız olmaya başlamıştı:

– E-eh! Verilmeyecek canım yok! “Soruştur” demeyip de “canımı al” diye kefil olarak mı gelmişim, deyip suratını buruşturdu. Birdenbire bağırmakla Kodar’ı koruyormuş gibi yaptı. Bu adamın elinden gelen, verebileceği bütün karşılık buydu. Kunanbay bunu sezdi ve kazanmak için son darbeyi vurmak üzere gelişmeleri ileri sürdü:

– Soruşturacaksan, Kodar zalimini efsane yapıp herkese yayan halkı soruştur. Halk bir yana, dünkü toplantıda meseleyi “küt” diye yüzümüze vuran, lafını sakınmadan konuşan düşmanı soruştur. Bunu da yaptılar işte! Git de “yalan” diye onları ikna etsene, halkın ağzına kapak ol da gelsene. Fakat elinden gelmez bu… Öyleyse; ya erkek gibi akla ya da inan da cezalandırsana! Gözümün nuru! Sadece, çiğliğini gösterme, kararsızlığını ve tutarsızlığını uzak tut meclisimizden de, dedi. Süyindik ses çıkaramadı.

DemindenberiKunanbay’arenkvermeyen,soğukkanlılıkla oturup bakan Baysal biraz tereddüt ettikten sonra:

– “İbret olsun” diye cezalandırıldığı gün, bunun cezası ne olacak, deyiverdi. Kunanbay:

– Cezası, şeriat yolu! Şeriat ne buyurmuşsa o olacak. Böyle zalimlik karşısında Kazakların gösterdiği yol yok. Esasında, önceki atalarımız bizden bahtlı imiş. Böyle bir laneti kendi yakınlarında görmemiş. Hükmünü de vermemiş, dedi.

Kunanbay bu aşamaya kadar kızgınlık ve öfkeyle gelmişti. Artık bu vakitte bezginlik hâli göstererek toplantıya katılanların belini kırmak istiyordu.

Hepsi de aynı noktaya gelmişti. Aynen deliksiz at burnu gibi gürültüsüz bir odaya girmişçesine kimse ses vermedi, sözünden dönmedi.

Böjey biraz düşündü. İçinden “okumuşu çok şeriat bu dedikodulara doğru düzgün bakar herhâlde, başı yok, gözü yok, yularını vermez rast gelenin eline” der gibiydi.

Fakat bu düşüncesini yüksek sesle söylese Kunanbay meseleye tekrar dalar, uzattıkça uzatırdı. Bu yüzden ses çıkarmadı. Çabuk davranan Karatay:

– Ya şeriat! Şeriat bu terbiyesiz Kodar’a ne buyurur ki, diye sordu.

Kunanbay deminden beri omuzları çökmüş gibi oturan yorga Cumabay’ı yeni hatırlamışçasına dönüp ona baktı:

– Bu Cumabay şehre gitti, Ahmet Riyza hazretten fetva aldı da geldi. “Cezası darağacına asılmak” demiş.

– Darağacına, diye ürken Karatay kala kaldı.

Bunu duyan Böjey’in içi paramparça olmuştu. Kunanbay’a tiksinerek bakıyordu. Ona kızgınlığı açıkça belliydi:

– Bütün karar bu mu? İt de olsa, kardeşimiz değil mi, deyince kırılan Kunanbay:

– Ona kardeş diyenin karnı yarılsın! Şeriatla çatışacak mısınız? Kodar değil, isterse nimetim olsun, dönmem de, dinmem de, dedi. Artık boynuna takılan kemendi koparıp götürecek kadar dizgini tutulmaz bir noktaya gelmişti.

Böjey içi buz kesmiş vaziyette oturarak:

– Gözün kesiyorsa! Keyfin bilir, dedi ve aklındakileri yine söylemedi, içine gömdü.

Baysal sessiz bir hâlde sus pus oturuyordu. Kunanbay’ı desteklemese bile, Böjey’i de tasvip etmiyordu.

Süyindik de bu grubun alışkanlıklarına vurgu yaptı:

– Halk da senin, halk içindeki haşarı da senin! Kaçsan da, kovalasan da, varacağın yer kendinin! Yalnız! Ne buyurursan buyur, soruşturduktan sonra buyur! Gerisini kendin bilirsin, dedi. Konuyu nasıl bağlayacağını bilemedi, “onun bir bildiği vardır” diye düşünerek çabucak yüzünü çevirdi, Böjey’in gözüne bakıverdi.

Büyüklerin her biri bu konuşmaları destekledi; teker teker “soruşturduktan sonra bildiğini yap” dediler ve konuşmayı bağlayıverdiler. Lâkin Kunanbay ile araları en başından beri efsunlanmış gibiydi. Toplantıda tartışma bile yapmamışlar, kâh kızarak kâh üzülerek için için önlerindeki yeri incelemişlerdi…

Kodar’ın hiç de nahif olmayan durumunun Kunanbay’ın bir başka hüneri hem de büyük bir marifeti olmak üzere olduğunu bilseydi Böjey, o zaman, nereye yönelirdi? Neye başvururdu? Bilinmez. Ne de olsa, şimdi, bütün yükü Kunanbay kaldıracaktı. Bunlar sendeleyerek onun sözüne katılmış değillerdi. Her şey Kunanbay’ın istediği gibi olmuştu. Esasında, burada oturan kişiler, bu hususta tartışsalar da verdikleri kararın mantığı buydu.

Süyindik ve Böjey tarafının düşüncesi böyle olsa da hesabını önceden ölçüp biçmiş olan Kunanbay içtenlikle kararlıydı. Onun için az önce aldığı sonuçtan başka kayda değer bir şey yoktu. “Şunu yapacağım” diyerek neyi uygun bulduğunu da söylememişti…

Pek çok keseye pek çok hesap koyarak gelen kodamanlardan oluşan bu beş altı kişi, falanca bin evden oluşan Tobıktı soyunun nice düğümü ile çetrefil olayını tam da şimdiki pozisyonlarıyla bu meclise taşımış olan insanlardı.

Kunanbay Ağa Sultan olduktan sonra diğerlerinin önüne geçmişti. Yöneticilik onda idi. Dışarıya karşı da büyüklere karşı da kıymetli idi. Hem de zengin, mallı idi. Konuşmada mahir, davranışında kıvrak ve çalışmasında kabiliyetli idi. Bütün bunlar, kendi gücüyle çevresini bastırıp alt edebilmesine imkân veriyordu.

Fakat Kunanbay’ın sağlam yeri Tobıktı’nın içindeyse, zayıf yeri de bu Tobıktı’nın içindeydi. “Kuş, kanadıyla uçar, kıçıyla sıçar” derler ya! İşte, halk içindeki bu kanat ile kıç, birbirinin akranı olan boy beyleri Baysal ile Böjey idi.

Bunlar son bir yıl boyunca eskisi gibi açık sözlü ve anlaşılır değildi. İçten içe Kunanbay’ı gözetler gibiydiler. Kunanbay bunu biliyordu. Fakat öyle ya da böyle bunları yedeğinde gitmeye özendirse yeterliydi. Esasında, hepsini de gözetleyerek ilişkilerini dengede tutan terazi halk idi. Bu halkın nazarında “alınan kararı, Kunanbay’la birlikte alanlar bunlar” olduktan sonra yeterliydi. Yanarsa, Kunanbay’la birlikte onlar da yanardı. Fakat içlerinde ne saklıyorlardı, işte onu bilmiyordu. Böyle olunca, Kunanbay da, bunların içindekini bilmeyen ve buna da değer vermeyen biri gibi duruyordu…

Tobıktı soyu çok boylu kalabalık bir halk olmakla birlikte bütün büyükler heyetinin dengesi burada oturan beş altı kişinin boylarıyla sağlanırdı. Özellikle boy beyi, bu kişilerin varlıklarıyla ağırlık kazanırdı. Orada Kunanbay’ın sağ tarafında oturan Böjey, nüfusu çok kalabalık olan Jigitek boyunun beyiydi. Eskiden aralarından Kengirbay gibi sert mizaçlı ve sağlam bir bey çıkaran halkın içinde, son zamanlarda, pek çok sataşkan, savaşkan, avcı ve yağmacı delikanlı türemişti. Leb demeden leblebiyi anlayan hatip ve haylaz Jigitekler!

Baysal da Jigitekler gibi kalabalık bir boy olan Kötibak boyundan idi. Bunlar da sürüsü kalabalık aygır gibi çok kalabalık olduklarından “gür yeleli doru” diye adlandırılmışlardı. Bu boylar, özellikle malı çoğaltmaya ve büyük alan kaplamaya uğraşan, malının ve insanının çokluğuna güvenen, şundan bundan utandığı için o kadar da çok aşırmayan boylar idi.

Süyindik, bu akraba halklar içinde nüfusu en az olan Bökenşilerden idi. Malı ve mülkü az olanlar da bunlardı. Borsak boyu ise Bökenşilerin muhacir akrabası idi. Bunların demin sözünü ettiği Kodar, bu Borsak boyundandı.

Kunanbay ise Irğızbay boyundandı. Bunlar, adam sayısı bakımından Jigiteklerden de Kötibaklardan da azdı. Fakat zengindi. Hem de uzun zamandan beri Tobıktı soyunu yönetip bir arada tutan sülale bunlardı…

Akrabalık açısından bakıldığında ise Baysal Kunanbay’a, Böjey ile Süyindik’ten daha yakındı. Sırtını birine yaslayarak konuşmak gerektiğinde, güce ve sayıya ihtiyaç duyulduğunda, işte bu Baysal’ın halkı olan Kötibaklar Kunanbay’ın sağlam dayanağı oluyordu. Bunu, bugüne kadar, kendisi de aklından çıkarmış değildi.

Karatay ise bunların hepsinden uzak gibiydi. Ara akraba sayılabilecek Kökşe denen boyun yöneticisi idi. Az da olsa becerikli olduklarından ve hayvan gütmeyi bildiklerinden, hiç bir meclisin üyeliğinden geri kalmaz, her türlü sosyal faaliyeti izlerlerdi…

Burada toplanmış olan boy yöneticilerinin tutumu peşlerinden gelen büyüklü küçüklü yöneticilerin, aksakallıların, kara sakallıların hepsine yansır, onlar için usûl olurdu.

Kunanbay’ın yanındaki koyungözlü yakışıklı Maybasar, Başçavuş olduktan sonra, kendi dostlarından da Kunanbay’ın diğer yakınlarından da ayrışmaya başladı. Şimdi Kunanbay’ın önünde küçüklükten beri alışık olduğu gibi sessizce otursa bile, bu, fevkalade asabî ve hırçın bir adamdı. Kunanbay’ın yöneticiliğiyle bahtına mest olan Irğızbayların önde geleni oydu.

Aslında bugün Böjeylerin Kunanbay ile içten içe bozuşmasına sebep olan da bu Maybasar idi.

Bundan iki ay önce iyice huzursuzlanan halk, Böjey’i temsilci olarak göndermiş ve “Maybasar’ı görevden al” diye talepte bulunmuştu.

Kunanbay, Maybasar’ın tutumunu bildiği hâlde onu görevden almadı. Kendisinin kaba gücü, kuvveti gibi olan böyle bir adamın ortalıkta serbestçe gezinmesini uygun gördü. Büyük bir hesabı vardı: “O, halkı, asabî aygır gibi önüne katar, var gücüyle kovalar. Onu şikâyet etmek isteyenler bana gelir ve yan cebime koyarlar” diye düşünüyordu.

Kunanbay, Kodar hakkındaki sözlerin gerçekliğini araştırıp öğrenmemişti. Onların dedikodusunu işitmiş ve ses çıkarmadan devamını beklemişti…

Toplantıda istediği sonuca ulaşan Kunanbay, biraz zaman geçtikten sonra, sözü başka bir konuya taşıdı: “Bu bahar mal doyumu nasıl, otlakların durumu nasıl, göçme yerleşme işleriyle ilgili zamanlama nasıl olacak” gibi hususlar hakkında konuşmaya başladı. Bu yıl da burada oturanların hepsinin fikri Şınğıs eteklerindeki Bakanas ve Baykoşkar’a değin göçmek şeklindeydi. Oralar Kereylerin yaylaları olsa da oraya yakınca yerleşecekler ve her yıl olduğu gibi iki nehrin suyundan faydalanacaklardı. Tobıktı’nın bu tombulları, yıldan yıla kona göçe, o iki nehrin arasını fakir Kereylerin elinden almak niyetindeydi.

Bu konular açılınca az önce beti benzi atmış olan herkesin yüzü gevşedi ve rahatlıkla konuşmaya başladılar…

O esnada Jiyrenşe Abay’a bir işaret çaktı ve dışarıya çıktı…

Abay, “Kodar kim, suçu ne” bunları bilmiyor gibiydi. O sadece, “darağacına asılmak” denilince, içinde bir çeşit tiksinti hissetmişti. Babasına inanamamış, çekinerek bakmış, “bunu yapar efendim” diye düşünmüştü. Fakat düşünüp tartınca darağacı denen şeyin, bu bozkırda, bu ülkede hiçbir zaman bulunmadığını hatırladı. Bunu ne işitmiş ne de görmüş değildi. Onun düşüncesine göre bu, Halife Harun Reşit zamanında o zamanki Bağdat, Mısır ve Gazne’de uygulanan bir ceza gibiydi. Dolayısıyla “darağacına asılmak” diye öylesine söylenmiş olmalı, “bu olmaz, olamaz!” diye düşünüyordu.

Bununla birlikte Abay, babasının Cumabay’la ilgili konuşmalarına da şaşırdı. Şehir ile yolda birlikte oldukları kaç günlük süre içinde bir defa olsun sezdirseydi ya!

“Fetva”, “darağacına asılmak” denen hükümleri kendisinden gizlemiş, üstelik gelip Abay’la yarışmıştı. Hatta şakalaşmış, oynaşmıştı. İçeride hiçbir şey bilmezmiş gibi ses vermeden oturması da cabası. Bugün, gün boyu, akranıymış gibi Abay’la yarışarak at sürüşünden de eser kalmamıştı.

Abay ona bakarak büyüklerin içlerinin böylesine katmerli zorlayıcı düşüncelerle dolu olduğunu düşündü. İçinden “büyüsem, bunların mizacını her daim bilebilsem, tanıyabilsem” diyor, şu büyüklüğe bir kez daha ilgi duyuyor ve kavuşmak için acele ediyordu. Esasında Abay, çabucak büyümeyi çok istiyor, buna meraklanıyordu…

Birden aklına geldi: Şehirdeyken bir gün Cumabay, o zaman anlamlandıramadığı bir takım tavırlar sergilemişti. “Kunanbay gönderdi, Hazrete hediye götürüyorum” diyerek hiç çiftleşmemişlerden semiz bir büyükbaşı yedeğine almış gidiyordu.

Abay’a, onun mollası ve mescidin imamı olan Ahmet Riyza’nın evini sormuş, ardından ona “peşimden gel” demiş ve azı dişleri çıkmış kunan12 olacak atı Abay’la birlikte mollanın evine götürmüştü.

İkisi birlikte huysuz azılı kunanı yedekleyip giderken “haylaz Sağit” denen kavgacı çocuğun başlarına açtığı bir belâyı da hatırladı. Şimdi sıkıymış gibi oturan Cumabay’a baktı, tebessüm ederek gülümsedi.

Bunlar sokak kapısının önünden geçerken pencereden görüp dışarı çıkan Sağit kunana taş atmış, onu ürkütmek için bağırıp çığırmış, huysuz kunanın ürktüğünü görünce de daha fazla kudurmuştu. Yeniden içeri girmiş, bu defa değnek alarak dışarı çıkmış, saklanarak gelmiş, yapıştırırcasına huysuz kunana vurmuştu. O zaman azılı kunan var gücüyle şaha kalkıp firar etmeye yönelince onu tutan Cumabay “bırakmayacağım” diye epey uğraşmıştı. Tay yerinde duramamış ve Cumabay’ı sürüklemişti. Huysuz at bir türlü durmadığı için yularını beline dolamış olan Cumabay ayağını yere direyerek geriye yaslana yaslana yürümek zorunda kalmış, bütün sokağın tozunu kumunu havalandırmış, iyice rüsva olmuştu. Ayakları tarp tarp ederek hızlı adımlarla tayın ardından giden Cumabay’ın kalpağı ve takkesi de başından uçmuş, yere düşmüştü. Parlak güneş altında başının ışıltısı da görününce gayri ihtiyari gülmüştü Abay. O zaman Sağit’le birlikte gözünden yaş gelinceye kadar gülmekten Abay’ın da karnı kasılmıştı.

Cumabay azılı kunanı zorlukla durdurduktan sonra, Abay, Sağit’i daha fazla yaklaştırmadan kovmuş, bu belâdan Cumabay’ı da kunanı da kurtarmıştı…

Bunlar ahırına girip huysuz kunanı at tavlasına bağlarken onları gören Hazret, tayın kendisine getirilen bir hediye olduğunu anlayarak seslenmemişti.

Daha sonra Hazretin evine girdiklerinde Cumabay, Kunanbay’ın selamını söyledi ve:

– Şu oğluna, Sizin öğrencinize “Hazretin duasını al da gel” demişti, dedi.

Hazret kollarını açmış:

– Bârekallah, Bârekallah… Birahmetike ya erhamerrahimin, diyerek Abay için dua etmişti.

Bundan sonra Hazretle konuşacağı konuya ne şekilde başlayacağını bilemeyen, kem küm ederek eveleyip geveleyen ve yaptığı konuşmayı kendisi bile anlamayan Cumabay, aklındaki konuya hemen başlayamamıştı. İlk sözü; Kunanbay’ın söylediği selamı idi. Meğer “iste gel” deyişinin büyük bir anlamı varmış. Cumabay, bunu söylerken bir Abay’a bir Hazrete bakarak: