Книга Dünya'nın İki Yüzü - читать онлайн бесплатно, автор Mebruh Mirtoski
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Dünya'nın İki Yüzü
Dünya'nın İki Yüzü
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Dünya'nın İki Yüzü

Mebruh Mirtoski

Dünya’nın İki Yüzü

Bu romanda geçen olay yeri ve karakterlerin isimleri değiştirilmiştir.

Ola ki biriniz bu romanda kendini keşfedip incinirse önceden özür diliyorum.


I

Kırık Hatıralarım

Zaman alışmayı öğretir, ama unutmayı asla… alıntı

Sevgili anneme, babama ve bütün sevdiklerime armağanım oslun

Mebruh Mirtoski* * *

Yıllar geçti ömrümün üzerinden. Kapanmayan izler, silinmeyen yaralar bırakarak. Durdurulması imkânsız volkan erupsiyonu gibi içimden bir his, kırılan kalbimin düğümlerini çözmeye yürüyor. Unutmak istediğim geçmişimi hatırlatıp, eski hatıraları önüme dökmeye başlıyor teker teker.

Bugüne de dün gibi uyandım. Yarına da bugün gibi uyanmak istemesem de. Saat 6.30’u gösteriyor, iş yerime gittim yine. Pazar, bayram demeden bir yılın üç yüz altmış beş günü çalıştığım bakkalın kapısını açtım. Fırın’dan yeni çıkmış ekmek ve simitleri getiren Pepi isimli Eski Değirmen Köyünden fırın işçisi de geldi ürünleri teslim etmeye. Ekmek ve simitlere özel yapılmış camlı vitrine diziverdim. Aldığım un ürünlerinin ederini ödeyip fırıncıyı gönderdim.

Kasanın durumunu kontrol edip gelen müşterileri karşılamaya hazırlandım. Sabah selamlarıyla komşum çiftçi Şehmuz ve birkaç genç bakkala girdi. Açlık krizi geçiriyorlardı neredeyse. Hemen gevrek, peynir, sosis gibi ürünlere atladılar. Anlatılmaz bir yorgunluk hissetmeye başladım. Üç fincan kahve yapıp, birini Şehmuz’a uzatım, diğerini köyün çobanlarının sütlerini satın alan, süt ürünleri üreten Ekşi Süt firmasının işletmecisi Goran’a ikram edip, üçüncüsünü de kendime bıraktım. Onlar gittikten sonra fincanları yıkayıp yerlerine koydum.

Birkaç dakika sonra da acayip yeşil arabasıyla Çöp geldi. Bakkala içecekler getirmişti. Selamsız girip: “Şunları nereye bırakayım?” diye sordu, içecekler şişelerini göstererek. Kasa başından kalkıp şişeleri buz dolabına yerleştirdim. Kasaya günlük gelirin giriş çıkışlarını kaydettim. Çöp, Canan isimli dokuz yaşındaki şirin kızcağızın yanağına gereksiz ve hak etmediği sert bir tokat attı. Kızcağız ağladı. Canavar herif selamsız geldiği gibi defolup gitti. Ben derin düşlere daldım.

Düşlerimi, gelen müşteriler kesmeye başladı. Onlara büyük saygı ve titizlikle hizmet ediyordum. Köşedeki yeşil tahtanın üzerinde orta yaşlarda bir adam düşünceli oturuyordu. Adam iki çocuk babası, üstelik işsizdi. Bundan dolayı da veresiye vermemi patronum yasaklamıştı.

* * *

Bir anda televizyonu açıp haberlere bakmak istedim, fakat haber saati geçmişti. Diğer programları da seyretmek içimden gelmediği için açmaktan vazgeçtim.

9 Nisan, 1996 yılı PRENS radyo stüdyosu. Her türlü romantik olaylara uygun yıldızlı bir bahar gecesi. Yaptığımız programların arasında da önceden istenilen şarkıları çaldığımız, İstek saati isimli bir programımız vardı. Programı her gece şu akışla açıyordum:Değerli dinleyicilerimiz iyiliğinizi umarak, programımızla birlikte güzel bir gece geçirmeniz dileğimizle, sizlere radyo Prens stüdyosundan merhabalar. Dj istenilen şarkıları çalmakla görevliydi. O gece programın başarıyla gerçekleşmesi için her şey hazırdı. İlk şarkıyla giriş yaptık. Dj mikrofonun sesini açıp konuşmaya başlamam için işaret verdi.

Sıradaki muhteşem söz ve müziğe sahip parçayı büyüleyici sesiyle söyleyen Blagitsa Pavlovska’nın şarkısını Dançe’nin isteği olarak yakın arkadaşlarına selamlarını ileterek çalıyor, tadını çıkarmaya bırakıyoruz. Şarkı biter bitmez, stüdyoya radyonun sahibi Yole girdi.

– Proğramı iptal edip, evine git, dedi.

– Ama neden, diye sordum.

– Lütfen soru sorma, evinde açıklamasını yaparlar.

Programı dinleyicilerimizden özür dileyerek iptal ettim ve stüdyoyu kötü hislerle, büyük bir şüpheyle terk ettim.

Bakkala saygılı bir beyefendi girdi. Nazikçe selam verdi.

– Dondurmalarınızın satışları ne durumda, diye sordu

– İyi efendim, havalar dondurmalar için çok uygun olmasa da dondurmalar gayet iyi satılıyor. .

– Teşekkürler, iyi günler.

– Size de iyi günler.

* * *

Dünya’da olanlardan neredeyse herkesi sorumlu ve suçlu, ama kendisini masum sayan Muhabir geldi. Hayat anlayışı böyleydi, kendisini masum göstererek bütün sorumluluklarından kurtuluyordu. Bir kutu sigara alıp, bir kelime bile etmeden bakkalı terk etti.

Aslında hayatının acayip bir akışı vardı. Yirmi yıl kadar evvel, evden ayrılıp, daha iyi yaşamak arzusuyla “Makedonya benim için öldü” düşüncesiyle Almanya’ya taşındı. Orada Damla isimli bir kızla tanıştı. Boşnak kökenli bir kız, ailesiyle birlikte yedi yaşındayken savaştan kaçıp Almanya’ya taşınmış. Ailesi garip geleneklere sahipti. Aile mirasının yabancıya geçmesin amacıyla çocuklarını birbirlerinin çocuklarıyla evlendiriyorlardı. Tabi bu çocuklar, yani kuzenler nişanda tanışıyorlarmış, daha önce birbirlerini hiç görmüyorlarmış. Almanya’ya gelip bizim Muhabir ilk böyle bir kıza âşık olur, üstelik Damla evlenmek üzereyken. İlk bakışta aşk mı bilmiyorum, ama Muhabir ile Damla benden evlenmek için yardım istediler. Damla’nın geçmişini bilmeden onlara yardım etmeye kalktım, olacaklardan habersiz. Evimize, babam, annem ve karımla yaşadığım eve getirdim. İlk tehditler gelmeye başladı. Babam, Damla’nın ailesinin uğradıkları zararı kapatmak için onlara yirmi bin mark bedel ödedi. Kardeşim Muhbir uzun süre Ulm’deki ucuz otel odalarında saklanıyordu. Başıma sürekli belalar geliyordu, bir keresinde Damla’nın kardeşi elinde balta ile öldürmeye kalktı. Bu olanlardan dolayı Almanya’da yaşamaktan vazgeçip Makedonya’ya geri dönmek zorunda kaldım. Muhbir ise büyük kazalar atlatıp Damla’nın ailesiyle barışıp Almanya’da yaşamaya devam etti. Fakat hayat bu, nerde ve ne zaman ne olacağını bilemeyiz. Her şey yoluna girdi derken tam on yıl sonra beş çocuğunu ve gençlik hatıralarını bırakıp Makedonyaıya dönmek zorunda kaldı. Delilikler yapmaya devam etti kırk yaşında olsa bile. Bir eylül gecesi, bütün paralarını toplayıp, kuzeni Erdoğan ile birlikte, Makedonya’nın en lüks yerlerinden birine gitti, İştipıteki kazino’ya… Birkaç gün ondan haber alamadık. Sonra kazinonun güvenlik görevlileri aradı. Otuz bin denarlık borcunu kapatmazsak Muhbir’i serbest bırakmayacaklardı. Muhbir’in ağlamaklı sesini duyan babam dayanamayıp, gecenin saat üçünde taksiye binip İştip’e gitti. Hesabı kapatıp Muhbir’i aldı. Muhbir kırk üç bardak viski içmiş. Fazla sayıda Almanya ile telefon görüşmesi yapmış. Damla’yı aramış olmalıydı. Bütün bu olanlardan sonra babam Muhbir’i bir kez daha affetmişti. Tabii ki hiçbir baba çocuğunun acı çekmesini istemezdi. Muhbir bunlarla yetinmedi. Almanya’ya, ailesinin yanına dönmek istedi. Bu amaçla adını ve soyadını bile değiştirdi. Küçük bir servet harcayıp, yeşil pasaport aldı. Sonunda Almanya’ya dönebildi. Bütün bu olanlardan sonra kendini mutlu sona erdiğine inandırmıştı.

* * *

Yine aynı filim. Erken uyanma. Yoğun çalışma. Sefil kazanç. Ucuz bir hayat. Bakkal’da bir kez daha geçmişe dalma fırsatı yakaladım. Tam 1996 yılında olan acı geçmişe…

Saat 20.30’u gösteriyordu. Eve girdiğimde beni bekleyen eşimi ve kardeşimin karısını buldum. Ellerinde iğneleriyle bir şeyler örüyorlar alçak sesle konuşuyorlardı.

– Geldin mi, diye sordu eşim.

Huzursuz yutkundu, gözlerini kaçırdı.

– Nasıl başlasam bilmiyorum, dedi. Az önce bize Haşim ile karısı gelip Almanya’daki yakınlarımızdan birinin ağır hasta olduğunu, her şeye hazırlıklı olmamız gerektiğini söylediler.

– Herhalde babamdır, diye düşündüm ve çaresiz bakışlarla odanın duvarlarına daldım.

Ertesi gün misafirler gelmeye başladı. Bizi teselli etmeye çalışıyorlar ancak olanları anlatmıyorlardı.

O zamanlar köyde telefon olmadığı için zor iletişim kurabiliyorduk. Dayım Hasip gelince ağlamaklı konuştu:

– Ah kardeşim. Yandı, kül oldu, dedi.

O an yine “babam vefat etti” diye düşündüm. 1996 yılı nisan ayının onuncu günü öğle vaktinde, birkaç genç kız gelip eşime evin bir odasını boşaltmaya yardım etti. Odayı, benden gizli cenazeye hazırlıyorlardı. Benden başka herkes biliyordu olup bitenleri. Avusturya’da olan Yavuz kardeşim, haberi duyunca aklını yitirir gibi olmuş. Hemen Makedonya’daki evin yolunu tutmuş. Almanya’daki Saulgau yakınlarında bir köyde uzun süre babam, annem tek kız kardeşim Duygu’yla üç erkek kardeşim ve karıları yaşıyorlardı. Bir kardeşimin dört aylık bebeği vardı. Muhbir iki çocuk babasıydı, Bilal ise henüz bekardı. Nisan ayının dokuzuncu sabahı Bilal ile Yusuf, yeni araba almak için araba galerisine gitmişler. Arabayı test yapmak için alıp galeriden çıktıkları an yan taraftan jiple gelen sarhoş bir alman arabalarına çarpmış. Yusuf olay yerinde hayatını kaybetmiş, bir saat sonra ise hastanede Bilal da hayatını kaybetmiş. Bu üzücü haberi aileme Almanya trafik polisleri aktarmış. Ailemi kaos, acı ve umutsuzluk sarmış, benim bundan haberim yoktu.

Kardeşlerimin cansız bedenlerini taşımak için gereken bütün evraklarla formaliteleri bitirdikten sonra, karım odaya çağırdı. Derin bir soluk aldı. Bir bardak su ve iki hap uzatıp yanıma oturdu.

– Lütfen güçlü olmaya çalış ve her şeyin Allahıtan geldiğini kabul et, dedi.

– Babam ile Annem öldü, değil mi?

– Öyle olsaydı, inan çok daha kolay olurdu. Gençler dedi. Kardeşlerin…

– İkisi de mi? Sorup kılıçla yarı yarıya kesilmiş gibi yatağa düştüm.

– Maalesef ikisi de. Bunu bilmek zorundasın, dedi.

Elimden tutup, kolonyayı uzattı. Bir bardak şerbet verdi.

– Birazcık dinlen. Sonra her şeyi anlatacağım diye söz verdi.

Bakkala, bakkalın sahibi Şerefsiz gelmeseydi, ben hala geçmişimin o gününü yaşıyor olacaktım.

– Nasılsın birader? Haberler nasıl? Bir şeye ihtiyacın var mı? Şehre bazı işleri bitirmeye gideceğim.

– Hayır, teşekkürler, sadece sigortamı ödemeyi unutmazsanız sevinirim.

– Tamamdır, dedi. Sağlıcakla kal. Bir şeye ihtiyacın olursa telefondan bana ulaşabilirsin.

– İyi günler efendim.

Masaya yüz denar bırakıp telefon numarasını söyledi, ben de kontör yükleme makinesine girip isteğini yerine getirdim. Nuki teşekkür edip gitti. Bazı müşteriler son derece anlayışsızdı, fakat ben hizmet etmek zorundaydım. Saat 16.00 civarında Şerefsiz geri döndü. Bu sefer sabahki halinden eser kalmamıştı. Ben yine de her gün, işten ayrıldığımda, dükkânı sabah bulduğumdan çok daha iyi bir durumda bırakıyordum. Selamlaştık, bu iş günümü de böylece bitirerek eve gittim.

* * *

Günün yoğunluğunu atmak üzere uzanmış dinlenirken elinde iki fincan kahveyle yanıma karım geldi. Kahvelerimizi içtikten sonra yemeğe davet etti. Yemekte güzel konular üzerinde güzel sohbetler ettik. İkindi namazına hazırlanıp evden ayrıldım. Yeni Umut derneğinin kütüphanesinde güzel bir kitap seçip bir bardak çay eşliğinde okumaya koyuldum. Derneğin kütüphanesini kardeşim Muhbir işletiyordu. Yanıma geldi, konuşmaya başladık.

– Zor günler içeren, acı geçmişimizi bazen hatırlıyor musun Muhbir’im, dedim.

– Unutmak ne mümkün be abiciğim, diye karşılık verdi.

Diğer masada oturan cami imamı Hüseyin hoca seslendi. Sohbete onunla devam ettik. Kardeşim diğer müşterilerle ilgilenmek zorundaydı.

Dört gün sonra bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Yavuz ile birlikte birkaç yakın akrabamız Üsküp Hava alanına gidip ailemizi ve getirdikleri iki gencecik kardeşimin cansız bedenlerini saklayan iki tabutu karşıladık. Eve taziyeye gelen misafirler sığmıyordu artık. Bazıları avluda sandalye, oturak ne bulduysa ona oturuyorlardı. Yaşlı gözler, acı çığlıklar duyulmaya başladı. Saat 16.00 civarında eve vardık. İnsanlar kapı, pencere demeden dışarı çıkmaya başladı. Babamın kuzeni psikolog Hazar sakinleştiricilerle durumu kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Bir kutu dolusu ilaç almıştım, fakat hiçbir yararı olmadı. Tabutları boş odaya soktular, başlarına birer demet gül diktiler. Babamla annem sanki canlı insan değil de odun parçasıydı. Yusuf’un dul kalan genç karısı limon sarısıydı. Sessiz kız kardeşim titrek halinde kucağında yetim Ömer’i taşıyordu. Hocalar teselli etmek, sakinleştirmek için çalışıyorlar, dua ediyorlardı. Kimsede dayanacak hal kalmamıştı. Ölen kardeşlerimin başından ayrılmıyor, hatıraları kurcalıyordum. Ne kadar acı, ne kadar tüyler ürperticiydi. Akıl almazdı. Tarif edilemezdi. Dört aylık bir bebeğin baba sevgisi hissetmeden, baba sesi duymadan büyümesini düşünmek bitiriyordu beni. Kardeşim ilk çocuğunun ilk adımını, ilk dişini görmeden, ilk kelimesini duyamadan ayrıldı bu dünyadan. Ahlar tühler duyuluyordu dört bir yandan. Sanki yıldırımla vurulmuş gibiydim. Ertesi gün son yolculuğa uğurlamak üzere her şey hazırdı. Bir sürü insan babam ve anneme başsağlığı diliyordu. Bütün bunları bitirdikten sonra, önde hocalarla yürümeye başladık. Ne zor bir yürüyüş. Mezarlığa vardığımızda iki tabutu bırakıp vefat eden kardeşlerimle helalleşip cenazelerin namazı kıldık. Sonra yeni kazılmış iki mezarın yanına geldik. Önce Yusuf’u, yanına da Bilali koyarak ikisini de son yolculuklarına uğurladık. Herkes siyahlar içindeydi; sadece dışlarıyla değil içleriyle de siyaha boyanmışlardı. Her yer, her şey kapkaraydı. Dualar edip, Yasin okuduk. Uzun bir süre mezar başında kaldık. Ayrılmak istemiyorduk. Kadere isyan ediyorduk, kabullenemiyorduk. Son kuvvetimizi kollanarak acılarla dolu evimize döndük. Annem sürekli ağıtlar söylüyordu.

– Canlarım! Oğullarım! Dünya yakışıklılarım. Toprak altında mı çürüyecek güzelim gençliğiniz? Bilal’im, bir dediğimi iki etmedin, oysa arkanda bir mezar taşı mı bırakıyorsun be oğlum. Ya sen Yusuf’um güzel karını beyaz gelinliğiyle mi bırakıyorsun? Ömer’i koklamadan mı bırakıyorsun? Oğullarım içimi yaktınız.

– Sus! Sakin olmaya çalış. Kalan çocuklarımıza sahip çıkmak zorundayız biz, bu acıya katlanmalıyız. Taş bas bağrına. Kalan çocuklarımıza moral olacağız biz. Hayatlarına devam etmelerine yardım edeceğiz.

Yakınlarımızdan biri böyle seslenmişti.

Acı günler geçmek bilmiyordu. Her gün bir şeyler onları hatırlatmaya devam ediyordu. On beş sene acı hatırlamalarla geçti. Hüzünlü zamanlarımda duygularımı gözyaşlarımla birlikte kağıtlara döküyordum.

ÖLÜMDur, gelme aceleGel diye gitme eceleYavaş git, önündeki engeli it.Kaos, tıkanıklık,belirsizlik…Düşlerinde dengesizlik.OradaDur, dikkat, tehlikeİşaretleri bulunmamakta.Prestij, zafer,BaşarıdırKurcalayan hayallerini.Durup, çıkıyorsunKüçültüp herkesiGurur gösteriyorsun.Hukuk,Kuvvet ve güçSenin elinde sanıyorsun.Ayaklarının altındaSiyah limuzinKollarında azametli bir bayan.Altın düğmeliTelefonlarınPahalı elbiselerin, senin her şeyinVillalarda yaşayanSen ve karın,Büyük olduğunuzu sanın.Restoranlara gidiyorsunuzŞık, gururlu ve ustacaGiriyorsunuz.Fark edemiyorsunuzBelki de göremiyorsunuz.Binlerce insan arasında yapayalnız kalıyorsunuz.Yalan dostlarınızlaSoğukBir yılan misali selamlaşıyorsunuzKristal bardaklardanİçmek yetmiyor,Altın çanaklardan yiyorsunuz.Onlar siziSiz onları kıskanıyorsunuz.Şeytanın oyununu oynuyorsunuz.Gözlerde gizlenmesi gerekenSıcaklık ve parlaklığınızNerelerde bir sorsanıza kendinize.Ama yokSizin karnınız yalanlarla tok.Para sevgisi gözlerinizi boyamış.Sizde iyilik denilenDonmuş, kurumuşEzelden durmuş.Eğlenceniz bittiBalolarınız da bittiSarhoş, soğuk evlerinize gitmek üzeresiniz.Olacaklardan habersizHava alanına yöneliyorsunuzUçakla uzaklara uçmak için.Kendi bedenlerinizinKendi canlarınızın bileSahipleri olmadığınızı unutuyorsunuz.İstediğinizi yapmak yokDuracaksınız, sıraya geçipBekleyeceksiniz arkadaş.Bay ve bayanlarBu noktadaGururunuz kopmaya başlıyor.Süslü, püslü olduğunuzİstediğinizi yapacakGüçte olduğunuz anlamına gelmesin sakın.Yok öyleKim ne zamanVe nerde isterse gitmek.Yalan bir tebessümleEn yakın limana çıktınızFeribotla denizleri gezmek için.Orada daGeciktirmekSıra ve bekleme karşılıyor.Sabırsızlığınıza yer yokTerbiyesizliğinize hiç yokBeklemek zorundasınız.Uçaklar geç kalacakVapurlar da bazenTirenler ve otobüsler gecikecek.KollarınızdaAltın saatleriniz bileGecikebilir.Mutluluğunuz da,Mutsuzluğunuz daZaferleriniz ve yenilgileriniz.Düğünleriniz,NişanlarınızKutlamalarınız bile geç kalabilir.Gururlu insanlarİster ya da istemeyebilirsinizHer şey gecikebiliyor.Gecikmeden, unutmadanGelenÖlümden başkası olamaz.Erkek ya da kadın,Genç ya da yaşlıFakir ya da zengin ayırımı yapmayan.Gelip, bizi silenBir daha getirmeyenUnutturana ölüm denir ölüm.Bazen hatırlanmakİstiyorsanız eğerİyilik yapacaksınız.Ufak bir iyiliktirSize unutturmayacak kadarUzun yaşatacak güç.* * *

Hüseyin hocayla kütüphanede çaylarımızı içerken sordu:

– Nasılsın birader?

– Fena değilim, dedim.

– Ah arkadaşım, dedi. Sabırlı ol, sakin ve de huzurlu… Hiç kimseye temiz gönlünü dalgalandıracak fırsatı verme. Biri senden bir şeyler çalmak istediğinde korkma. Allaha inan ve dua et. Yalnız Allah’tan kork ve şükret. Başına gelen her şeyin ondan geldiğini kabul et. Şimdi gitmek zorundayım. Hoşça kal.

– Allah razı olsun hocam, diye kapıya kadar uğurladım. Biraz sonra ben de çıktım. Yavaş yavaş gece olmaya başladı. İnsanlar evlerine çekiliyordu. Işıklar yandı. Yokuştan yukarıya çıkarak, yol kenarında dizilen evlerin birinde konuşulanlar sokaktan duyuluyordu. Bir başka evde ise kavga ediliyordu. Bizim köylüler böyle işte herkes kendi derdinde, bazen de başkalarının derdini düşünmekle meşgul. Yatmak için hazırlanıp, yatağıma geçtim. Televizyon izledikçe, yerel televizyon kanalı MT’de geçtiğim iş günlerimi hatırladım. Kanal komşu köyde bulunuyordu. Saatlerce eğlence programları düzenliyordum. İstekleri okuyor, tanınmış sporcu ve şarkıcılarla röportajlar yapıyordum. O zamanlar Taksi firması Şampiyonda da çalışıyordum. Orada da belleğimde yer almayı hak eden ilginç olaylar yaşandı. Onları daha sonra anlatırım.

* * *

Ertesi sabah, yaşadığıma şükredip yeni güne hazırlandım. Pazar günü olsa da ekmek getiren işçi benden önce gelip beni kapıda karşıladı, benim onu karşılamam gerektiği halde. Bakkalda durumu güncelleyip çalışabilir hale getirdim. Dışarıdaki sandalyelerde Sadullah oturuyordu. Saçı sakalı berbat, şaşkın bakışlı laf atıyordu birine. Konuştuğu kişi Eski değirmenin Goranıydı.

– Sütçülerin nerede?

– Vaktinde gelmiyorlar. Diye cevapladı Goran.

– E o zaman Avrupa Birliğine üye olmak bizde ne gezer?

– Bilmiyorum ben de.

O arada Şehmuz elinde süt dolu iki şişeyle yetişti.

– Merhaba.

– Merhaba, dediler yarım ağızla.

– Şu şişeleri boşaltalım.

– Tamam.

– Paramı getirdin mi Goran efendi?

– Hayır.

– Patronuna söyle, iki yıllık borcu var, hiç olmazsa yarısını ödesin. Parasını ödemeden süt almasını nasıl da biliyorsunuz.

– Ne dedin sen? İki yıl mı?

Sadullah şaşırmış gibi yapıyordu.

– Evet ya sen ne sandın. Şu Goran var ya, içecek içkisi kalmadığı günlerde sabahın köründe gelip dedikodu yapıyor.

– Gerçekten mi.

– Evet, evet.

– Ya Avrupa Birliğine nasıl üye olacağız böyle?

– Avrupa mı? Viyana, Paris, Brüksel gibi metropollere varlıklı vatandaşlarımız her zaman gidebilecek durumda, bizler ancak televizyonda izleriz.

– Bu ülke nasıl ülke o halde?

Sadullah sorguya devam ediyordu.

– Mükemmel beyefendi. Dünyanın en güzel Ülkesi. Sen ve senin gibiler, Batı Avrupa ülkelerinde çalışanlar, sürekli Makedonya’yı eleştiriyorsunuz, sonra gelip burada evler dikiyorsunuz. Beğenemiyorsanız neden burada tatil yapmaya geliyorsunuz? Nasıl olsa burada sizi seven bir kişi bile bulamazsınız.

– Yeter. Kısar mısın lütfen?

– Villalar gibi evler dikip, onlarla övünüyorsunuz, yılda bir geliyorsunuz. Nihayetinde tabut içinde getiriliyor yarısına kadar su dolusu mezarlara gömülüyorsunuz. Bu yüzden bu kadar alçak olmanıza bir neden yok. Sahip olduklarınızla yetinip, yoksullara ve ihtiyacı olanlara yardım edin. Şimdi de nereye gideceksen git…

Müşteriler gelmeye başladı. Elif, Elvan, Derin ve Ediz de geldi. Geçen sene Elif’e babası tarafından tecavüz edildi. Üstelik hamile bile kaldı. Bunların hepsinin fiziksel ve ruhsal eksikleri vardı. Elif’in doğurduğu bebeği, yuvaya aldılar. Babası hapishaneye girdi. Elif ne kadar eksikleri olsa da bu durumdan sürekli kaçınıp konuşmak istemiyordu.

Ardından yengeleri Şükriye de geldi. Dağınık saçı ve kirli ütülenmemiş elbisesiyle dikkat çekiyordu. Birkaç yıl önce onun da başına kötü şeyler geldi. Kocasıyla birlikte yedi yaşında bir kızını da kaybetti. Derneğimizin katkılarıyla onlara iyi yaşanabilecek küçük bir ev yapıldı. Elif’in ailesine ise köy evi verildi.

* * *

Geçilmez köyü, Rujitsa Dağı eteklerinde, Studençitsa ırmağı vadisinde kurulmuş bir köy. Köyün yarısından fazlası dışarda, batı ülkelerinde çalışıyordu. İyi donanımlı bir ilkokul ve bir de kültür, sanat ve yardımlaşma derneğine sahip. Derneğin başkanı Cemil Karacandı. Cemil köyde unutulan Türk dili ve milli bilincin dirilmesine en büyük katkıda bulunan insandı. İlk okulu bitirdikten sonra, on dört yaşında iken Türkiye’de eğitimine devam etmişti. Her şey iyiye gidiyordu. Dernek her yıl bir grup öğrenciyi Türkiye gezisine götürüyordu, Türkiyeıden misafir öğrenciler de getiriyordu.

Öğle namazından sonra, oğlum Ali ile Mert, Metin, Ayhan ve Salih bana geldiler. Kızım Nilbahar da gelmişti; on yaşında, mavi gözlü, güzeller güzeli bir kızcağız, bir gofretle meyve suyu alıp çıktı. Bıyıklı lakaplı köy berberi bir köşede oturmuş sessizce bizi izliyordu. Çocuklar futbol, okul gibi onları ilgilendiren konuları tartışıyordu. Onların motorları falan yoktu. Daha zengin ailelerin çocukları gibi, babalarının arabalarını kullanıp tiribe giren gençler gibi değillerdi. Bizim çocuklar zengin çocukları gibi alkol ve sigara tiryakisi de değillerdi, kulakları küpeli, saçları jöleli de değillerdi. Aksine sakin, anlayışlı, saygılı ve günümüzde görmeye alışık olmadığımız ama özlediğimiz çocuklardandı. Bana da çoğu zaman bakkala yeni gelen malları yerlerine dizmeme yardım ediyorlardı.

– Bıyıklı berber Misafirlerin var diyerek kapıyı işaret etti.

Andaçla birlikte Pirlepe’den Latifa isimli bir sokak satıcısı giriyorlardı.

– Buyurun, diye karşıladım.

– Oh ne kadar da yorulmuşum, dedi Latifa. Buzluktan bir dondurma alıp oturdu, sırtındaki büyük torbayı yere bırakarak. Dondurmayı iştahla yedikten sonra, getirdiği malları göstermeye başladı.

– Ben iki tişört ve on çift çorap alayım. Bugün ilk emekli maaşımı aldım, dolabı gösterip buyurun bir şeyler içelim dedi Andaç.

– Öyle mi, hayırlı olsun, diye hepimiz birden tebrik ettik.

– Teşekkür ederim, darısı başınıza. İki poğaça ve bir çikolata alayım.

Poşete koyup verdim, kasa da parayla dolmaya devam ediyordu. Karşıda bir bakkal daha vardı, fakat sahibinin kötü davranışlarından dolayı bizim kadar başarılı değildi. Sonuçta ne o ne de köydeki diğer patronlar acınacak durumda değillerdi. Hepsinin birkaç evi ve arabası vardı, isteseler sırf fakirlere inat helikopterle köyün üstünde uçabilirlerdi. Derken saate bir göz attım, Şerefsiz nerde ise gelecek, her zamanki gibi bir bahane uydurup en az iki saat gecikmezse eğer, o bahaneyi de iki litre Kola ile örtecek aklı sıra, oysa ben hep farkındaydım. Birkaç müşteri ile birlikte ayrıldım iş yerimden. Evimde güler yüzlü Gülden’im masayı kurmuş kızımla birlikte beni bekliyorlardı. Güzelce doyduktan sonra, birer yorgunluk kahvesi ile sohbete daldık. Yazın yaklaştığı gibi yakınlarımızın düğünleri de yaklaşıyordu, dolayısıyla da masraflarımız büyüyecekti.

– Biliyorsun temmuz ayı kapıda, birkaç hediye almamız gerekecek, anlayacağın biraz dişimizi sıkacağız.

– Canını sıkma, hallederiz, diye rahatlattım.

* * *

Kısa bir süre önce oğlum Ali lise ikinci sınıfı bitirdi. Düzenli ve çalışkan öğrenci olduğu kadar iyi bir oğul ve arkadaştı. Önümüzde ki günler tatil olduğu için, havalar ne kadar da uygun olmasa, birkaç günlüğüne Ohri’ye gezmeye gitmeyi planlıyordu.

– Abi! Orada mısın, nereye daldın böyle?

– Buyurun, buyurun. Hayat işte, dalıyor insan bazen derinlere, sarınca düşlerini sorunlarla çileler. Nasıl yardımcı olabilirim?

– Üç ekmek, on gevrek, bir zeytinyağı, bir de Rodeo sigaralardan alayım bir paket,

– Buyurun beyefendi, hepsi iki yüz denar, bu da paranızın üstü.

– Teşekkür ederim. İyi günler.

– Yine bekleriz.

Garip bir sessizlik bastı mekânı. Gelen giden yok. Ben varım, baş ağrım, bir de az sonra sessizliği bozacak olan buzlukların vızıltısı.

Rahmetli babam, torunumu göreceğim diye Almanya’ya gittiydi. Aralık ayıydı gittiğinde, hastalanıp torununu görmeden, bir damla suya hasret öldü, söyleyecek daha o kadar şeyi varken… Arkasından yanıtlarını tahmin edebileceğimiz sorular bıraktı. Annesinin ve ölen gencecik oğullarının yanına defnettik. Oğullarının ölümünden sonra kahramanca yaşamaya devam etti, boyu kısa, kalbi büyük insandı. Duygu’ya gelince, benim biricik kız kardeşim, yaşanan bütün bu trajedilerin ortasındaydı. Belki de uzun zaman evli olmasına rağmen, Ulm’de ki evinde henüz bebek sesi duyulmamasının nedeni yaşadığı acılardı. Kendisini Ömer’le avutup bizimle yaptığı internet görüşmeleriyle teselli ediyordu.