Böyle bir görevin, bütün dünya edebiyatlarının önüne koyduğu ortak sosyal, felsefî ve ahlâkî mesele nedir?
“Buna geçici olarak, ‘çağdaş düşüncelerin, mânâların çalışması meselesi’ diyeceğim. Her şeyin üstünde, sosyalizm ile eşit olan, sonsuza kadar düşünme kabiliyeti, yapıcı insancıl fikirler, bütün milletler tarafından bir araya getirilen farklı milletlerin kültürlerine, dillerine ve sanat değerlerine gerçek saygıdır. Aynı zamanda, zaman ve mekân içinde düşünebilme, geleceğin çağrısını idrâk edebilme ve işitebilme kabiliyetidir. Eğer bizim ikinci tabiatımız, yeni tabiatımız olacaksa zamanımızın şümûlü gerçekten çok mühimdir.”
Filozoflardan biri, bir zamanlar “düşünmek”i, “evrensel insan düşüncesine katılmak” olarak tarif etmişti. Çağdaş düşüncenin imkânsızlığı ile “evrensel düşünce”yi kendiniz için nasıl tasavvur edebilirsiniz?
“Barışı düşünmekten daha önemli hiç bir şey yoktur. Barış için çalışmak evrensel bir şuura doğru kararlı bir adımdır. Diğer bütün şeylerin haricinde, arkadaşlık ve kardeşlik duyguları ile barış için çalışmak, müşahhas (somut) ve tam bir akis, test ve çağdaş düşüncenin idrâki, barış fikirlerinin tenvîri (aydınlatması) ve milletlerin birliğidir.”
Yazar, kaçınılmaz olarak, dünya anlayışını romanda ifâde edebilmek için yeni bir tür talep etti ve romana yöneldi.
Gün Uzar Yüzyıl OlurOkuyucu, Cengiz Aytmatov’un ilk romanı Gün Uzar Yüzyıl Olur (o zamana kadar hikâye üzerinde yoğunlaşmıştı) romanının hareketli hayatına girebilmeye özellikle gayret etmek zorundadır.
Nasıl bir çaba gerekli? Her şeyden önce şiirsel hayâl ve gerçeğe felsefî açıdan yaklaşım.
Romanın dünyasına girmekle, geleneksel açıdan bakıldığında izâhı lüzumsuz kanunlara göre, çok özel olarak yaratılmış bir zaman ve mekâna girmeyi kastediyorum. Daha, romanın başlığında ifâde edilen mantığa aykırı zaman mefhumunu görür görmez mesajı alıyorsunuz. Buna rağmen, istinât edilen zamanın, fizikî olmaktan çok, ahlâkî ve felsefî muhtevâsını tahmin edebiliyorsunuz.
Yazarın yarattığı dünya, ne statik bir kopya veya görülen dış dünyanın bir modeli ne de kesin kombinasyonlarla yazılmış ve sunulmuş yakalanan anların bir mozaiğidir. Eğer öyle olsaydı, gün 24 saate eşit olurdu, fakat romanda gün yüzyıldan bile uzundur çünkü o tarihe eşittir. Bu dünyada masal âniden, bugünün maddî gerçeğinin yerini alır. İkisi de, okuyucunun hayâlini gökyüzüne taşıyan ve onu yeryüzüne tekrar geri getirecek olan fanteziye müsaade ederler. Realiteden kozmik hafiflik (ağırlıksızlık) durumuna geçmenin, alışmaya bağlı olduğunu itiraf etmemiz gerekir.
Aytmatov’un sanat prensibi, hayâlî gerçek ve hayâlin gerçekliğidir. Bunun hakkında yazar şunları söylüyor: “Hayalî şey, bizim, hayatı yeni ve beklenmedik bir ışıkta görmemize yardım eden metafordur. Metaforlar, özellikle zamanımızda, yalnızca ilmî ve teknolojik gelişmelerin geçmişin fantezilerine yaptığı saldırıdan değil, içinde yaşadığımız fantastik dünyadan dolayı ihtiyaç hâline geldi.”
Dünyanın hayâlî (fantastik) tabiatını hissetmeden çağdaş düşüncenin imkânsız olduğunu mu demek istiyorsunuz?
“Kesinlikle, özellikle bugün, her birimiz robot veya insan olmak tercihi ile karşı karşıya olduğumuzdan dolayı.”
“Uslûb Ruhun İfâdesidir”Aytmatov’un üslûbunun kökü, aslı nedir?
Yazar, “üslup ruhun ifâdesidir” diyor. “Bunun mânâsı da ‘benim köklerim, masallar, halk hikâyeleri ve okyanus kadar zengin olan Kırgız destanı Manas’ın yapısında var olan halk şiirinde’ demektir. Gerçek realist olarak tanınsam bile, Manası bütün dünyanın hazinelerine değişmem.” (Aytmatov burada, gazete yazısı tarzında tanınmış bazı münekkitlerin onu mitolojiye eğilim gösterdiği için tekrar tekrar ele almaları gerçeğini kastediyor.) Benim inancım (imânım) gerçeğe ve sadece gerçeğedir. Fakat gerçekçilik, gerçeğin körü körüne yeniden üretilmesi değildir. O, içinde insanlara ve tabiata ilhâm veren, onları yükselten, içlerini tükenmez bir aşkla, sevindirici bir idrâkle ve gelecek hakkında değiştirilemez bir inançla dolduran ölümsüz şiirini keşfettiğimiz bir oluşumdur.
Yazar Sergei Zalygin, Aytmatov’un üslûbuna temasla, Beyaz Gemi hakkında: “Ondan alınan bir paragraf tek başına bir halk hikâyesini andırsa da bütün olarak, nefis bir Rusça ile yazılmış tamamen realistik bir eserdir” demişti.
Özellikle bugün bu o kadar açık ki, Aytmatov’un eserleri kendileri için yapılan sınıflandırmalara girmiyorlar. Onlar, bütün tenkidî sınıflandırmaları aşmışlardır. Dünün güzel görüşleri, değerlendirmeleri ve fikirleri, bugün birden çok dar görünmeye başladı. Burada önemli olan nokta, onların uzağı görememeleri, lüzumsuz yere duygusal veya kifâyetsiz kanıtlanmaları değil, Aytmatov’un yaratıcılığının, yeri geldiğinde onun yarattığı fikrî ve duygusal dünyasını yenileyebilirliği, her zaman yenidünyayı algılayabilirliğidir. Çünkü, onun kitaplarının kahramanları sanatta somutlaşmaya arzulu, isteklidirler. Onlar, bizim çağdaşlarımız ve gelecek için alışılmışın dışında kuvvetli duyguları olan insanlardır. Bu da, elbette, yazarın çağdaşlığının en canlı göstergesidir.
İnsanlar, Aytmatov›un eserlerini okurlar, yeniden okurlar ve tartışırlar. Her yeni eser, hararetli tartışmalar (polemikler) ortaya çıkarır, çünkü hepimiz biliyoruz ki geleceğin okuyucusu, Aytmatov’un yazdığı en güzel eserleri ve diğerlerini okuyarak bizim ve zamanımız hakkında karar verecektir. Bu da biz tenkitçilerin yazarla niçin aynı veya ayrı fikirde olduğumuzu gösterir. Esaslı olmayan kavgalara gururumuz yüzünden girmeyiz. Sadece iyi dileklerimizi ifâde ederiz. Onun, gelecek nesiller üzerinde yapacağı tesir hakkında herkes hemfikirdir.
Birisi, edebiyatın ‘postaya herkes için verilmiş bir mektup’ olduğunu söylemişti. Bu mukayese hakkında Aytmatov’un ne düşündüğünü sormuştum. “Yazar için, bir kimsenin, onun eserlerini toplamasından daha güzel bir ödül yoktur. Ve sanırım, bir insanın güvenini kötüye kullanmaktan da kötü bir şey yoktur. Bu da, yazarın en çok korkması gereken şeydir. Gerçeği aramak vazifesi yazarın kendini adayabileceği en büyük görevidir.”
İki satır hayat: Kazat Akmatov
Samet Azap: Kırgız edebiyatında önemli bir yere sahipsiniz. Kendi ağzınızdan sizi tanıyabilir miyiz?
Kazat Akmatov: Ben Kırgızistan’da nesir türünde eser veren yazar olarak anılırım. Issık Göl Bölgesinin Bosteri Köyü’nde doğdum. Kırgız Devlet Üniversitesi’nde gazetecilik bölümünü okudum. Ondan sonra Moskova’da Büyük Komsomol Okulunda eğitim gördüm. Sonra Komsomol’da ve partide üyelik yaptım, çeşitli görevlerde bulundum. Eserlerimde günümüz olaylarını anlatıyorum.
Gençken şiirle de ilgilendim, biraz şiir yazdım. 1974 yılında askerde subaylık yaptığım dönemde Boz Ulan (Genç) adında ilk kitabım yayımlandı. Boz Ulan adlı kitapta benim ilk hikâyelerim toplanmıştı. Bu kitapta “Eki Sap Ömür” (İki satır hayat) adındaki ilk hikâyem de yer almıştı. Bu hikâyem o dönemde bile eleştirmenler tarafından beğenilerek, Rusça’ya çevrildi. Moskova’da 9 milyon nüsha basıldı. Orada, Gazeta adında büyük bir dergi vardı. Bu dergi çok meşhurdu ve dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde okunurdu. O dönem Moskova bu konuda inanılmaz güce sahipti. İşte, bu dergide yayımlanan ilk hikayem, “Genç Yazarlar Ostrovskiy” adındaki ödülü kazandı.
O zamandan günümüze benim 17 kitabım yayımlandı. Onlardan 5’i roman, 4’ü oyun, 5-6 civarında uzun hikâye, diğerleri de kısa öykü kitaplarıdır. Geçenlerde Komsomolskaya Pravda gazetesinin verilerine göre, benim yüzden fazla öyküm mevcutmuş. Ben ise gazetenin söylediği, gençken yazdığım öykülerin büyük çoğunluğunu hatırlamıyorum artık.
Eskiden hem Kırgızca hem Rusça yazardım. Fakat sonra sadece Kırgızca yazmaya başladım. Çağdaşlarım bana şu telkinde bulundu: “Bırak Rusça eser yazmayı, Kırgızcayı geliştirmekte daha çok fayda var. Rusçayı, Rusların kendisi geliştirsinler, o artık onlara kalmış bir şey. Sen ana dilinde yaz.”
“İki satır hayat” adlı hikâyemi yazmadan önce, Rusça küçük bir hikâye yazmıştım. İşte o ilk Rusça yayımlanan öyküm Literaturnıy Kirgizistan adlı dergide yayımlanmıştı. İlk Rusça yazma denememin olumsuz tepki olması beni üzdü. O günden itibaren Kırgızca eser kaleme almaya çalıştım.
Dediğim gibi yüz civarında eserim yayımlanmıştı. Fakat geçenlerde yayımlanmış yedi ciltlik külliyatımda eser sayısı yüzden azdır; belki de Moskova’da farklı dergilerde yayımlanan eserlerim olabilir.
Dört oyunum Akademi ve Tunguç tiyatrolarında sahnelendi. Komparti, benim o dönem yayımlanmış bazı eserlerimi yoğun şekilde eleştirdi. İlk saldırı, benim Mezgil adlı romanıma yapıldı. 1980’lerin ilk yıllarında Mezgil romanım, “Toktogul Devlet Ödülü” için önerilmişti. Toktogul Ödül Komitesi, benim bu romanımı beğenerek ödül vermek istedi. Rakip eser olarak, Şükürbek Beyşenaliyev adlı yazarımızın “Kıçan” adlı hikayesi de seçilmişti. “Kıçan” hikâyesi, Parti’nin iftihar ettiği ve desteklediği önemli eser olarak bilinirdi. Rejimi öven eserin ödülü kazanmayıp, yerine başka bir romanın kazanması söz konusu bile olamazdı.
Toktogul Ödül Komitesi üyeleri o zamanlarda şu isimlerden oluşuyordu; Aalı Tokombayev, Tügölbay Sıdıkbekov, Cengiz Aytmatov, Toktobolot Abdımomunov, Abdrasul Toktomuşev ve Kubanıçbek Malikov gibi seçkin aydınlarımız idi. Onların arasında genç Beksultan Cakiyev de vardı. Ödül Komitesinde ilk olarak “Kıçan” hikayesini destekler şekilde oylama yapmışlar. Fakat oylamayı “Kıçan” hikayesi değil, benim hikayem kazanmış. Böylece ortalıkta büyük tartışma çıkmış.
O dönem Kırgız Yazarlar Birliği Başkanlık görevini Tendik Askarov yapıyordu. Tendik Askarov’a Merkez Komite’den kararnâme gönderilmiş: Mezgil romanı ortadan kaldırılsın, biz ödülü “Kıçan” hikayesine vereceğiz. “Kıçan” hikayesi, o dönem okullarda meşhurdu, siyasi açıdan büyük öneme sahip bir eserdi. Bu nedenle eserin mutlaka bu ödülü kazanması gerekiyordu.
Tendik Askarov, ilk başta benim eserimi destekliyordu, yani bu konuda hemfikirdik. Fakat hükümet karşısında yetkisinin sınırlı olduğundan yardım edemedi. Bu arada benim eserimi karalayan olumsuz makaleler ve eleştiriler yayınlanmaya başladı. Bu konuda bilhassa Azım Nuruşev ve diğer önde gelen eleştirmenlerimiz yeteneklerini gösterdiler. Bunlar Mezgil romanı Ruslara karşı, bu tür bir eser, “Toktogul Ödülü”nü kazanamaz!” diyerek eserime karşı olumsuz eleştiriler kaleme aldılar.
“Toktogul Ödülü” Komitesi azaları bu konuyu Merkez Komite’de Usubaliyev’in yanında tartıştılar. Tartışma sonucunda ödülü, Mezgil romanım listeden çıkartıralarak yerine “Kıçan” hikayesi kazandı. Yani büro ne kararda bulunduysa sonuç öyle oldu. Böylece eserim okul kitaplarından çıkartıldı. Hiçbir yerde hiçbir zaman yayımlanmasın diye karar alındı.
Mezgil romanından hemen sonra “Acıraşuu Tünü” adlı bir tıyatro eseri yazmıştım. Tiyatro eserim Akademi Tiyatrosu’nda sahnelenecekti. Fakat bu eserim de ondan önceki eserimin yaşadığı sansüre uğrayarak sahneden atıldı. Çünkü eser, başkanımız T. Usubaliyev hakkında yazılmıştı. Esere göre başkanımız adaletsizce davranan diktatör biriydi ve kafasına ne eserse onu yapan biri olarak yansıtıyordu.
Oyunda kahramanlardan biri, büronun kayıtsızlığı ve adaletsizliği yüzünden intihar eder. Tiyatro eserim sahneleneceği sırada, hükümet tarafından suçlanarak yazdığım tiyatro metni yakıldı. O dönem Merkez Komite bürosunda çalışıyordum. Fakat “Acıraşuu Tünü” adlı oyunum dolayısıyla işimden atıldım. Benim işimden kovulmam için yazılan dilekçede şu satırlar geçiyordu: “Bundan sonra Kazat Akmatov’u herhangi bir görevde bulundurmak yasaktır…”
Böylece sokakta işsiz ve beş parasız kaldım. 1983-1986 arası idi. Geçinmek için bir iş bulamıyordum. Gazete ve dergilerde ne yazılarım ne de makalelerim yayımlanıyordu. Çalışacak iş de bulamıyordum. Nihayet o dönem başkentimiz Frunze’de (Bişkek) bir okulda bekçi olarak çalışmaya başladım. 3 yıl sonra T. Usubaliyev görevinden ayrıldıktan sonra onun yerine Apsamat Masaliyev geçti. O dönem Cengiz Aytmatov, Kırgız Yazarlar Birliği’nde başkanlık yapmaya başladı. Fakat önceden Aytmatov, bu göreve bir türlü yaklaşamıyordu.
Cengiz Aytmatov Yazarlar Birliği’nde başkanlık görevine başlaması ile hemen beni yardımcısı olarak yanına aldı. Böylece okuldaki bekçilikten Yazarlar Birliği’nde Başkan yardımcısı oldum.
Yazarlar Birliği’nde Cengiz Aytmatov dahil beş vekil bulunuyorduk: Öskön Danikeyev, Colon Mamıtov, Kenes Cusupov ve ben.
Göreve başladığımız zaman Aytmatov, Mihail Gorbaçov’un yardımcısı olarak Moskova’ya gitti. Bu arada çağdaşımız şair Colon Mamıtov hastalandı. Ben başkan vekilliği yapmaya başladım. İşte bu dönem Kırgız yazarları olarak, demokratik oluşumu başlattık: Kasım Tınıstanov, Moldo Kılıç ve Moldo Niyaz gibi aydınlarımızın itibarını iade etmek için gazetelerde yazılar yayımlamaya başladık. Ama bu gayretimiz ülkemiz başkanı Apsamat Masaliyev tarafından hoş karşılanmadı. Bizim milli gurur ve itibarı iade etme konusunda çalışmalarımızın başlaması, Parti’nin hoşuna gitmedi. Böylece tekrar hakkımda tenkit dilekçeleri yazılmaya başlandı ve hükümet tarafından takibe alındım. Bu arada benim Kündü Aylangan Cıldar (Güneşi Dolaşan Yıllar) adlı romanım yayımlanmıştı. Hükümet, bu romanı Parti’ye karşı sakıncalı gördü ve tekrardan işsiz kaldım. Eserlerim yayımlanmadığı için parasız kalıp ailemle zor günler yaşadık.
Böylece 90’lara gelindi. 90’lı yılların başlarında özgürlük rüzgârı esmeye başlamıştı. Bazı aydınlarımız yeni hayat anlayışından bahsediyordu. Fakat henüz bağımsızlığımız yoktu.
Ukrayna, Letonya, Litvanya ve Estonya gibi ülkeler kendi bağımsızlıklarına ulaşmak için çaba gösteriyordu. Sovyetler Birliği’nde bulunan bizim ülkemiz sanki o dönemlerde, hiçbir şeyden habersiz uykuda yatıyordu.
90’lı yılların başlarında “Cogorku Keneş” (Büyük Meclis) üyeliği için oylamada ben de kendimi milletvekili adayı olarak gösterdim. Oylamayı kazanmıştım. Böylece milletvekili görevine başlamaya hazır bulunuyordum.
Milletvekili olduktan sonra, ilk olarak Demokratik Hareket başlığı altında bir siyasi hareket veya bir siyasi akım oluşturdum. Benimle birlikte Topçubek Turgunaliyev de vardı. Beraber bağımsızlık yolunda çalışmaya başladık. Ukrayna, Gürcistan, Türkiye ve Baltık ülkelerinden anayasa örnekleri getirerek “Bağımsız Kırgızistan Anayasası”nı oluşturmaya çalıştık. Sonra bu çalışmalarımızı kontrol etmesi için parlamentoya verdik. Kendim de milletvekili olarak komisyon üyeliğine dahil oldum. O dönem KGB ve Parti hâlâ güçlü idi ve biz devamlı siyasi baskılara maruz kalıyorduk. Bu sırada KGB bazı çağdaşlarımızı tutuklayıp hapise atıyordu. Milletvekili olduğumu hatırlatan rozet nedeniyle tutuklanmıyordum ilk zamanlar. Fakat Demokrat Parti üyeliğinde bulunan diğer çağdaşlarım tutuklanmıştı. Önce Cekşeyev’i sonra Turgunaliyev’i yakaladılar. Sonra diğer üyelerimizi tutuklayarak partimizi yok etmeye çalıştılar.
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ülkemiz bağımsızlığına kavuştu. Parlamentoda Egemenlik Bölümü açıldı. 114 millet vekili seçildi. Bunlar hem eski Parti hem yeni Parti üyelerinden oluşturuldu. Gündeme modernleşme meseleleri gelerek yeni sorunlar tartışıldı. Ülkemizin bağımsızlık belgesi anayasası hakkında, bağımsızlık meseleleri, başkentimizin ismini değiştirmek, devlet dilini belirleme vs. gibi konular gündeme geldi.
Ben bu sırada Bağımsızlık Bölümü Komisyonunda başkandım. Kırgız milli bayrağı ve armasını kabul eden komisyonda ben yine başkanlık yaparak bütün bu siyasi ve milli açıdan önemli olayların tanığı oldum.
Egemenlikten sonraki ilk Cumhurbaşkanımız olarak Askar Akayev’i seçtik. Tarihimizde onun sayesinde yaşadığımız iyi kötü olaylar artık konuşulur oldu.
Sonra ülkemiz Kurmanbek Bakiyev’in iktidarına geçti. Şimdiyse yeni Cumhurbaşkanımız Almazbek Atambayev’in iktidarı sürmekte. Bundan sonraki hayatımızı ben cidden merak ediyorum. Halkımızın barış, huzur ve refah içinde olmasını diliyorum. Çünkü Almazbek Atambayev’in Devlet Başkanı olarak seçilmesinde büyük katkıda bulunmuştum. Onun hakkında olumlu konuşmalar yaptım, yazılar ve makaleler yazdım. Başkanlık seçimlerinde hep yakından ilgilenerek propagandasını yaptım.
Bunların dışında yine eserlerime dönecek olursak; en son yazıp yayımlanmış eserim Arhat romanıdır. Bu eseri oluşturma düşüncesi yaklaşık yirmi yıl önce zihnimde oluşmuştu. Arhat romanı ve Hindu hakkındaki düşüncelerim dolayısıyla ortaya çıkmış eser olarak bilinir.
Üniversitede öğrenciyken ben Hindu hakkında bir eser okumuştum. Eseri okudukça çok ilgimi çekti. Kitabı sakladım. Bu konuda yazılmış kitaplar alarak, bilgiler toplayarak evde Hindu hakkında bir kütüphane bile oluşturdum. Hindu’nun hayatını araştırıyordum. Onun babasının adının Şodhodon, annesinin adının da Maya olduğunu öğrenince daha çok ilgilenmeye başladım. Çünkü Kırgızca Maya ismini Umay olarak, Şodgodon’u ise Şodokon olarak biliyorduk. Hindu ile ilgili bilgilere baktığımda Türkçe kelimelerde türeyen bazı sözcüklere rastlayınca, Hindu dilinin daha çok Sankritçe’ye benzediğini farkettim. Bütün bunları araştırırken Hindu hakkında bir roman yazmak düşüncesi oluştu. Fakat sadece Hindu’nun hayatı romana konu olamazdı. Ben güzel bir konu olsun istiyordum. Düşüne düşüne Arhat adında romanı yazmaya başladım.
Hindu’nun insanoğluna iletmek istediği en önemli mesaj, reenkarnasyon/yeniden dirilme, yani ruh gücü veya tenasühtür. “Hayatını kaybeden insanın tekrar doğması.” Hinduizm, işte bu anlayışla yaygınlaştı. Bu fikir sayesinde şu an, bildiğim kadarıyla 1,5 milyar insan Hinduizm’i benimsemektedir. Eğer din, insana ebediyeti, sonsuzluğu ifade ediyorsa, demek ki o gerçek dindir. Çünkü ölümsüzlüğün çözümünü sağlamaktadır.
Aslında tüm dinlerde ölümsüzlük meselesi olsa da, herbirinde bu fikir farklılaşmış ve çeşitli yönlerden açıklanmıştır. Fakat Hinduizm’de bu fikir başlıca mesajın yerini almaktadır.
Hiristiyanlarda ölümsüzlüğü İsa Peygamberin getireceğine inanılır. Bence bu biraz masala benziyor. Aynı şekilde Hinduizm dininin anlayışı bilim açısından daha açık, daha net açıklamalara dayanmaktadır. “Doğma” anlamına gelen Müslüman dininin göstergelerine göre, insan öldüğünde, bedeni kalıp ruhu uçup gider. Ruh, ebedidir. Bu konuyu söyle algılıyorum: peygamberimiz Hz. Muhammed, yaşayan insanlarla ölmüş insanları kendi aralarında birleştirmiştir. Kırgızlarda “Ölenleri saymadan hayattakilere hürmet gösterilmez” anlamına gelen atasözü yaygındır.
Böylece bir sürü eser okuduktan ve bilgi topladıktan sonra Ar-hat romanını oluşturdum. Bu arada Moskova’da düzenlenecek olan Dünya Kitap Festivali’ni duyduk. Arhat, Hinduizm’in en büyük derecesidir. Romanı da aynı adla belirttim. Bu festival, kitap festivaliydi. Festivale 17 ülke katıldı. Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya önde gelen devletlerdi. Rusya Federasyonu başkanı V.V.Putin’in eşi Lyudmila (Людмила Путина), tüm kitapları bir araya getirmişti.
İşte bu Festivali düzenlemeden önce L. Putina 17 memleket başkanına kendi ülkelerinde yayımlanmış olan yeni romanları yollamaları için mektup yazmış. O dönem ülkemiz başkanı, Kurman-bek Bakiyev’di. Eski başkanımız edebiyata, romana pek ilgisi olmayan biri olarak bilinirdi. K. Bakiyev mektubu Kültür Bakanı’na gönderdi. Kültür Bakanımız, Kanıbek İmanaliyev adlı yazarımızın Deputat (Millet Vekili) adlı kitabını seçmiş ve Moskova’ya yollamıştı. Moskova, o kitabı kabul etmemişti. Lyudmila Putina’nın akrabalarından olan K. Bakiyev’in eşi Tatyana Vasilyevna, bu festivali düzenleyen Proje Komitesine üye olarak, Kanıbek İmanaliyev’in, benim ve benzeri otuz civarında yazarımızın eserini toplayarak Moskova’ya yolladı.
Başkanımızın eşi Tatyana Vasilyevna ve bazı yazarlarımızdan oluşan heyetle birlikte Moskova’ya gittik. Gittiğimizde, Moskova’da bir yayınevi tarafından benim Arhat romanımın Rusçası beş bin nüsha olarak yayımlanmış olduğunu öğrendim. Bana şöyle dediler: “Eğer izin verirseniz, sizin romanı bizim okullarda, üniversitelerimizde tanıtalım.” Ben de izin verdim. Beş bin nüshalık eserin yayımlanmasında benden bir kuruş bile istemedilerse ben niye izin vermeyeyim ki. Yayınevinden bana iki yüz kitap verdiler ve diğerlerini de Moskova’da dağıttılar.
Dünya Kitapları Festivali’nin benim açımdan önemi büyüktü; çünkü Projeyi düzenleyenler, bu festivale getirilen kitaplardan bazılarını seçerek, onların tanıtımını yaptı. Benim Arhat adlı eserimin de tanıtımını yaptılar. Eserimi oyunlaştırarak sahnelediler.
Tanıtımı yapılan eserleri yayımlama hakkı için Moskova’da çok tanınan yayınevlerinin yarışmasını Parnas yayınevi kazandı. Böylece Arhat adlı eserimin ikinci baskısını Parnas yayınevi yaptı.
Eserim İngilizce yayımlandıktan hemen sonra bana Hindistan’dan mektup geldi. 2011’de Hindistan’da “Dünya Hindu Kongresi” sürüyordu. Mektupta şöyle bir mesaj geçiyordu: “Kırgızistanlı Kazat Akmatov adlı yazarın Hindu hakkındaki eseri dolayısıyla “Dünya Hindu Kongresi”ne onur konuğu olarak katılmasını istiyoruz. Kongreye sizin Arhat isimli romanınızı tanıtmak amacıyla gelmenizi talep ediyoruz…”
Böylece Hindistan’a Cengiz Aytmatov’un oğlu Askar Aytmatov ile beraber gittim. Askar, önceleri bakanlık görevinde bulunduğu için, tanıdıkları vardı.
Eserimin tanıtımını yaptıktan sonra Tibet Budistlerinin başrahibi ve başkanı Dalay Lama ile görüşmeyi planladılar. O arada Dalay Lama Delhi’de bulunuyormuş. Fakat Çin budistleri Dalay Lama’nın konferansa katılmasını yasaklamışlar. Çin budistleriyle Tibet budistlerinin bir araya gelmemesini/uyuşmazlığını bu olayda, Çin’in Tibet karşısındaki politikasından açık bir şekilde anlayabiliriz.
Biz, Dalay Lama’nın yardımcısına mektup yazdık ve yardımcısı mektubu aldıktan sonra bizim Dalay Lama ile görüşmemizi sağladı. Görüşme, sabah saat 5’te Dalay Lama’nın kaldığı otelde gerçekleşti. Dalay Lama’ya eseri uzattığımda memnun kalarak “okuyacağım” anlamında yan tarafına koydu. Bundan başka Dalay Lama’ya bir armağan daha verdim: Eskiden bir çayın kenarında mavimsi yuvarlak taş bulmuştum. Taşın üzerinde beyazımsı bir ufak leke vardı. Aslında bu taşı ben on yıl önce bulmuştum ve taş dikkat çekici olduğundan özel kütüphanemde yer vermiştim. Tam Hindistan’a gidecekken o taş gözüme çarptı ve şaşırdım: Eskiden önemsemediğim ufak leke Tibet’in coğrafi bölgesinin haritasını andırıyordu! Hemen taşı alarak Kıyal (hayal) pazarına gittim ve taşa uygun olarak süsleme yaptırdım. Dalay Lama’ya gittiğimde o taşı hediye ettim. Taşı alınca “Bu ne?” diye sordu. Ben de “Taş, dünyadır, bu leke de Tibet’tir.” diye cevap verdim. Cevabı duyunca Dalay Lama taşı göğsüne bastırdı ve üzerine giydiği kıymetli bornozunun iç taraftaki büyük ve geniş cebine koydu.
Sonra benim nereden geldiğimi sordu. Cevap verdim. O dönem için söylüyorum, belki de şu an için yanlış söylemiş olabilirim tabi ki. Güney taraftaki ülkeler, bilhassa Hindistan’ın bazı bölgelerinde Kırgızistan’ı bilmezler, Kırgızları hiç tanımazlar bile. Fakat Dalay Lama Kırgızistan deyince anladı galiba. Kırgızistan’da düzenlenen arkeolojik kazılarda Hindu anıtlarının bulunduğunu söyledi. Eğer Kırgızlar, Kırgızistan’da kazılıp bulunmuş anıtları esas alarak bir konferans düzenlerse, o zaman memnuniyetle ülkemizi ziyaret edeceğini söyledi. Dalay Lama o zaman 84 yaşında idi.
Konuşmadan sonra Askar ile ikimize beyaz bant taktı. Bizi yanına alarak fotoğraf çektirdi. Dalay Lama, Bombey’e gideceğini söyleyip bizimle vedalaştı.
Dalay Lama’nın bulduğu tavsiyesini dikkate alarak bizi Drahsalam Bölgesine götürdüler. Orada yirmi binin üzerinde Tibetli bulunuyordu. Biz oraya gidip Arhat eserimin tanıtımını yaptık. Drahsalam’daki Dalay Lama’nın oturduğu sarayı, ofisi gezdik. Drahsalam, Hindistan’ın Dalay Lama’ya bir armağanı olduğunu ve Dalay Lama’nın tüm şehre sahip olduğunu öğrendik. Drahsalam şehrinde toplam 40 bin kişi yaşıyorsa, bunun yarısı Tibetlilerdi.
Orada eserimin tanıtımını yaptık. Tanıtımdan sonra eserimi İngilizce’ye çevireceklerini ve İngilizce’den Tibet diline hemen aktaracaklarını söylediler.
Şu an eserimi çeviriyorlar. Çeviriyi bitirdikten sonra bana mektup yollayacaklar.
Ben Kırgızistan’a döndükten sonra ülkemizde bulunan Hindu Kuruluna gidip Dalay Lama’nın söylediklerini ilettim. Bildiğim kadarıyla, kurulun başkanı şu an arkeolojik konferans düzenleme projesi üzerinde çalışıyor olmalı.
Arhat romanından sonra ben iki roman daha yazdım: Erika Klaus’un On Üç Kadamı (Erika Klaus’un On Üç Adımı) adlı romanımın tanıtımını Londra’da yaptım. Bu eserim önce Rusça yazıldı sonra İngilizce yayımlandı. Romanın Kırgızca tercümesi ise henüz yok. Burada şu tesbiti yapmak gerekir. Bizde, Kırgızistan’da bir dilden diğer bir dile edebi eseri hızlı çeviren mükemmel tercümanlarımız çok az. Hatta şu an için yoktur. Eseri önce Kırgızca yazıp, onu Rusça’ya aktarıp, sonra da İngilizce veya Türkçe’ye çevirttirmek uzun sürerdi. Bu nedenle işi uzatmamak için romanı Rusça yazarak hemen İngilizce’ye çevirttirdim. Bu işimi çok kolaylaştırdı. Şu an 70 yaşının üzerinde bir ihtiyarım. Benim için işi uzatmak yanlış olurdu.