banner banner banner
Tanrı Dağından Sesler
Tanrı Dağından Sesler
Оценить:
 Рейтинг: 0

Tanrı Dağından Sesler

“Hayatta ve sanatta ‘tamir edilemez’in içeriği her zaman bir olmaz. Geleneksel açıdan baktığınızda Romeo ve Jülyet’teki Jülyet’in ölümünü nasıl izâh edersiniz? Ümitsizliğin ve tamir edilemezliğin ifâdesi, ruhî olarak zayıf olan bir insanın intihârıdır. Sanat açısından Jülyet’in ölümü nedir? Bütün belirtileriyle aynı şeymiş gibi görünüyor. Fakat, Shakespeare bu tamir edilemezliği kahramanının ruhî kudreti, kuvveti, onun tereddütsüzlüğü, vazgeçmezliği ve kaderi olarak gösteriyor. Aynı zamanda, aşkın ve nefretin, rekâbet ve vefânın, sadâkatin ifâdesidir. Hayat pahasına da olsa kendi kendini kabul ettirmedir. Beyaz Gemi’nin isimsiz çocuğu, normal bir çocuk gibi düşünmez ve davranmaz. Fakat, böyle karakterler olmadan da dünya varolmaz.

Aytmatov, “İnsan, önceden sevmek zorunda olduğu için değil, sevmeden yapamayacağı için sever” derken ne demek istediğini pekâlâ biliyor.

Louis Aragon, Cemile’yi okuduktan sonra, “O, dünyada yazılmış en güzel aşk hikâyesinin yazarı” demişti. Cemile, Aytmatov’un iç dünyasının mükemmel şekilde ifâdesini bulduğu hikâyesidir. “Cemile karakterinde büyük annemin gençliğini yeniden canlandırdım. Onun da aynı benim kahramanım gibi davranacağını biliyorum.”

“Ağlayışı” Müziğe Uyarlamak

Yazar, aşk konusu ile devam ederek, “âşık olmak aslında ürkütücü, çünkü ihtiras ateşinde yanmak pekâlâ muhtemel. Anna Karanina’nın ölümünden niçin bu kadar sarsılıyoruz? Düşmüş bir kadın kendini trenin altına atmasından değil -sanırım Tolstoy orijinal olarak bunu göstermek istedi- olağanüstü birisi değil ve kadını ‘o insan’ yapan da aşktır. Bunun mânâsı, âşık olup ölmektense âşık olmamak ve hayatta kalmak daha iyi demek midir? Bin kere hayır! Sanırım hepimiz, bir anlık bir aşk için hayatımızdan vazgeçmeye hazırız. Aşk, insanın lâyık olması gereken bir lütufdur.”

Bu noktada, Kierkegard’ın bir sözünü iktibâs ettiğimi hatırlıyorum:

“Şâir nedir? Istırabının feryâdı, hârika bir müzik olan ve işkence edilmiş kalbi ile mutsuz olan adam.”

“İşte bu!” diye tasdik etti, Aytmatov. “Asıl nokta, feryâdı müziğe aktarabilmek, dönüştürebilmektir. Bu da benim, Cemile’deki Seyit’in ve “Erken gelen turnalar”daki Sultan Murat’ın çocuksu aşklarını tasvir ederken yapmak istediğim şeydir.”

Şayet Hemingway, ‘yazarın mutsuz bir çocukluk devresi olması lazım’ dediğinde haklı olsaydı, Aytmatov örneğinde bunun gerçek payı olurdu. Yetimdi ve kalbi baba sevgisiyle ağrıyordu. “Özellikle geceleri, bin bir farklı düşünceyle işkence gördüğüm zaman çok kötüydü.” Onun baba hasreti, büyüklerin bile dost olmakta uzun süre güçlük çektikleri çocuğun, parçalayıcı güçle ifâdesini bulan acısının işlendiği “Erken gelen turnalar’da ortaya çıkar.

Konuşmalarımızdan biri esnasında yazar, ahlâkî anlayışını şu şekilde izâh etmişti: “Belki de insiyâkî olarak putlardan ve sorumsuz insanlardan, bunların da üzerinde, büyük ve sesli konuşanlardan uzak durdum.”

Yazarın kendisi birkaç kelimenin adamı, zapt edilmiş ve hatta bir nevi sert, müsamahasız. Özellikle onu aralarında meşhur birisi olarak görmek isteyenler, sık sık onun kayıtsızlığını, gurur, kibir olarak kabul ederler. Onun isminin böyle bir koleksiyonda geçtiğini duyduğumu hatırlamıyorum. Hatta kendisinin, böyle koleksiyon yapan bir gruba dâhil olduğunu da sanmıyorum. “Arkadaşlığı kutsal bir şey olarak kabul ediyorum. Kendisine kardeşinden daha yakın bir arkadaşı olan insan gerçekten çok şanslıdır.”

Gerçeğin İçindeki Dersler

Aytmatov, bir şeyin veya bir başkasının korkusunu işlemenin, riyakârlık, bir tür bencillik ve yüksek değerlere davet eden insanı inkâr etmeye râzılık, olduğuna inanır. Bütün bunlar da, uzun bir zaman diliminde, baskı altında kalmış acılar, unutulma ve yalnızlık, bunların da ötesinde, pişmanlık, hayata karşı kin ve hak etmediği halde sebepsiz yere mutlu olan insanlara karşı nefret tehlikesidir. Beyaz Gemi’deki küçük çocuğun trajik kaderinin ahlâkî tarafı nedir?

Aytmatov, “hürriyet içinde kıssa” diye cevapladı. “İnsanların beni, insafsız diye, kahramanımın ölümüne engel olmak istememekle ve hatta onu kenara kadar itmekle suçladıklarını hatırlıyorum. İnsafsız olan, ben değil, gerçeği görmek istemeyenlerdir. Onlar için böylesi daha kolaydır. Niçin beni konuşuyorlar? Dostoyevski’yi, acı, ıstırap verdiği ve belki de psikolojik bir tehlike olduğunu düşündükleri için okuyamayacak bir sürü insan tanıyorum! Onun gerçekleri körleştiriyor. Fakat bundan kurtuluş çaresi de yok. Bizi her yerde yakalıyor; insan şuuruna nasihat ediyor ve yalvarıyor, bizi itiyor- evet, şeytandan nefret etmemiz için bizi itiyor. Okuyucunun, yazarın duygularının cehennemine girmesi ve sonuna kadar açılmış gözlerle gerçekleri kabul etmesi, büyük cesaret ister. Girebilenler ise pâklanırlar. Bu da, özellikle de her zamankinden daha âcil olarak insanlığın varlığını tehdit eden korkunç tehlike de dâhil olmak üzere, son derece hayatî ve ahlâkî problemlerle karşılaştığımız zamanımızda, sanatın en büyük misyonu, vazifesidir. Sanat ve edebiyat çok şey yapabilir. Halkın şuurunu yükseltebilir, onlara cesaret verebilir, içlerine insanlık şırınga edebilir; bütün dünyayı onların görüşüne açabilir. Bundan dolayı da insanlar, sadece son saatte güçlü kalmakla değil, kendilerinin de görevlerle yükümlü insanlar olduklarını, ahlâkî ve ruhî enerjilerini iyi şeylere, tarihî ümide ve barışa vakfetmeyi unutmazlar.”

Böyle bir görevin, bütün dünya edebiyatlarının önüne koyduğu ortak sosyal, felsefî ve ahlâkî mesele nedir?

“Buna geçici olarak, ‘çağdaş düşüncelerin, mânâların çalışması meselesi’ diyeceğim. Her şeyin üstünde, sosyalizm ile eşit olan, sonsuza kadar düşünme kabiliyeti, yapıcı insancıl fikirler, bütün milletler tarafından bir araya getirilen farklı milletlerin kültürlerine, dillerine ve sanat değerlerine gerçek saygıdır. Aynı zamanda, zaman ve mekân içinde düşünebilme, geleceğin çağrısını idrâk edebilme ve işitebilme kabiliyetidir. Eğer bizim ikinci tabiatımız, yeni tabiatımız olacaksa zamanımızın şümûlü gerçekten çok mühimdir.”

Filozoflardan biri, bir zamanlar “düşünmek”i, “evrensel insan düşüncesine katılmak” olarak tarif etmişti. Çağdaş düşüncenin imkânsızlığı ile “evrensel düşünce”yi kendiniz için nasıl tasavvur edebilirsiniz?

“Barışı düşünmekten daha önemli hiç bir şey yoktur. Barış için çalışmak evrensel bir şuura doğru kararlı bir adımdır. Diğer bütün şeylerin haricinde, arkadaşlık ve kardeşlik duyguları ile barış için çalışmak, müşahhas (somut) ve tam bir akis, test ve çağdaş düşüncenin idrâki, barış fikirlerinin tenvîri (aydınlatması) ve milletlerin birliğidir.”

Yazar, kaçınılmaz olarak, dünya anlayışını romanda ifâde edebilmek için yeni bir tür talep etti ve romana yöneldi.

Gün Uzar Yüzyıl Olur

Okuyucu, Cengiz Aytmatov’un ilk romanı Gün Uzar Yüzyıl Olur (o zamana kadar hikâye üzerinde yoğunlaşmıştı) romanının hareketli hayatına girebilmeye özellikle gayret etmek zorundadır.

Nasıl bir çaba gerekli? Her şeyden önce şiirsel hayâl ve gerçeğe felsefî açıdan yaklaşım.

Romanın dünyasına girmekle, geleneksel açıdan bakıldığında izâhı lüzumsuz kanunlara göre, çok özel olarak yaratılmış bir zaman ve mekâna girmeyi kastediyorum. Daha, romanın başlığında ifâde edilen mantığa aykırı zaman mefhumunu görür görmez mesajı alıyorsunuz. Buna rağmen, istinât edilen zamanın, fizikî olmaktan çok, ahlâkî ve felsefî muhtevâsını tahmin edebiliyorsunuz.

Yazarın yarattığı dünya, ne statik bir kopya veya görülen dış dünyanın bir modeli ne de kesin kombinasyonlarla yazılmış ve sunulmuş yakalanan anların bir mozaiğidir. Eğer öyle olsaydı, gün 24 saate eşit olurdu, fakat romanda gün yüzyıldan bile uzundur çünkü o tarihe eşittir. Bu dünyada masal âniden, bugünün maddî gerçeğinin yerini alır. İkisi de, okuyucunun hayâlini gökyüzüne taşıyan ve onu yeryüzüne tekrar geri getirecek olan fanteziye müsaade ederler. Realiteden kozmik hafiflik (ağırlıksızlık) durumuna geçmenin, alışmaya bağlı olduğunu itiraf etmemiz gerekir.

Aytmatov’un sanat prensibi, hayâlî gerçek ve hayâlin gerçekliğidir. Bunun hakkında yazar şunları söylüyor: “Hayalî şey, bizim, hayatı yeni ve beklenmedik bir ışıkta görmemize yardım eden metafordur. Metaforlar, özellikle zamanımızda, yalnızca ilmî ve teknolojik gelişmelerin geçmişin fantezilerine yaptığı saldırıdan değil, içinde yaşadığımız fantastik dünyadan dolayı ihtiyaç hâline geldi.”

Dünyanın hayâlî (fantastik) tabiatını hissetmeden çağdaş düşüncenin imkânsız olduğunu mu demek istiyorsunuz?

“Kesinlikle, özellikle bugün, her birimiz robot veya insan olmak tercihi ile karşı karşıya olduğumuzdan dolayı.”

“Uslûb Ruhun İfâdesidir”

Aytmatov’un üslûbunun kökü, aslı nedir?

Yazar, “üslup ruhun ifâdesidir” diyor. “Bunun mânâsı da ‘benim köklerim, masallar, halk hikâyeleri ve okyanus kadar zengin olan Kırgız destanı Manas’ın yapısında var olan halk şiirinde’ demektir. Gerçek realist olarak tanınsam bile, Manası bütün dünyanın hazinelerine değişmem.” (Aytmatov burada, gazete yazısı tarzında tanınmış bazı münekkitlerin onu mitolojiye eğilim gösterdiği için tekrar tekrar ele almaları gerçeğini kastediyor.) Benim inancım (imânım) gerçeğe ve sadece gerçeğedir. Fakat gerçekçilik, gerçeğin körü körüne yeniden üretilmesi değildir. O, içinde insanlara ve tabiata ilhâm veren, onları yükselten, içlerini tükenmez bir aşkla, sevindirici bir idrâkle ve gelecek hakkında değiştirilemez bir inançla dolduran ölümsüz şiirini keşfettiğimiz bir oluşumdur.

Yazar Sergei Zalygin, Aytmatov’un üslûbuna temasla, Beyaz Gemi hakkında: “Ondan alınan bir paragraf tek başına bir halk hikâyesini andırsa da bütün olarak, nefis bir Rusça ile yazılmış tamamen realistik bir eserdir” demişti.

Özellikle bugün bu o kadar açık ki, Aytmatov’un eserleri kendileri için yapılan sınıflandırmalara girmiyorlar. Onlar, bütün tenkidî sınıflandırmaları aşmışlardır. Dünün güzel görüşleri, değerlendirmeleri ve fikirleri, bugün birden çok dar görünmeye başladı. Burada önemli olan nokta, onların uzağı görememeleri, lüzumsuz yere duygusal veya kifâyetsiz kanıtlanmaları değil, Aytmatov’un yaratıcılığının, yeri geldiğinde onun yarattığı fikrî ve duygusal dünyasını yenileyebilirliği, her zaman yenidünyayı algılayabilirliğidir. Çünkü, onun kitaplarının kahramanları sanatta somutlaşmaya arzulu, isteklidirler. Onlar, bizim çağdaşlarımız ve gelecek için alışılmışın dışında kuvvetli duyguları olan insanlardır. Bu da, elbette, yazarın çağdaşlığının en canlı göstergesidir.

İnsanlar, Aytmatov›un eserlerini okurlar, yeniden okurlar ve tartışırlar. Her yeni eser, hararetli tartışmalar (polemikler) ortaya çıkarır, çünkü hepimiz biliyoruz ki geleceğin okuyucusu, Aytmatov’un yazdığı en güzel eserleri ve diğerlerini okuyarak bizim ve zamanımız hakkında karar verecektir. Bu da biz tenkitçilerin yazarla niçin aynı veya ayrı fikirde olduğumuzu gösterir. Esaslı olmayan kavgalara gururumuz yüzünden girmeyiz. Sadece iyi dileklerimizi ifâde ederiz. Onun, gelecek nesiller üzerinde yapacağı tesir hakkında herkes hemfikirdir.

Birisi, edebiyatın ‘postaya herkes için verilmiş bir mektup’ olduğunu söylemişti. Bu mukayese hakkında Aytmatov’un ne düşündüğünü sormuştum. “Yazar için, bir kimsenin, onun eserlerini toplamasından daha güzel bir ödül yoktur. Ve sanırım, bir insanın güvenini kötüye kullanmaktan da kötü bir şey yoktur. Bu da, yazarın en çok korkması gereken şeydir. Gerçeği aramak vazifesi yazarın kendini adayabileceği en büyük görevidir.”

İki satır hayat: Kazat Akmatov

Samet Azap: Kırgız edebiyatında önemli bir yere sahipsiniz. Kendi ağzınızdan sizi tanıyabilir miyiz?

Kazat Akmatov: Ben Kırgızistan’da nesir türünde eser veren yazar olarak anılırım. Issık Göl Bölgesinin Bosteri Köyü’nde doğdum. Kırgız Devlet Üniversitesi’nde gazetecilik bölümünü okudum. Ondan sonra Moskova’da Büyük Komsomol Okulunda eğitim gördüm. Sonra Komsomol’da ve partide üyelik yaptım, çeşitli görevlerde bulundum. Eserlerimde günümüz olaylarını anlatıyorum.

Gençken şiirle de ilgilendim, biraz şiir yazdım. 1974 yılında askerde subaylık yaptığım dönemde Boz Ulan (Genç) adında ilk kitabım yayımlandı. Boz Ulan adlı kitapta benim ilk hikâyelerim toplanmıştı. Bu kitapta “Eki Sap Ömür” (İki satır hayat) adındaki ilk hikâyem de yer almıştı. Bu hikâyem o dönemde bile eleştirmenler tarafından beğenilerek, Rusça’ya çevrildi. Moskova’da 9 milyon nüsha basıldı. Orada, Gazeta adında büyük bir dergi vardı. Bu dergi çok meşhurdu ve dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde okunurdu. O dönem Moskova bu konuda inanılmaz güce sahipti. İşte, bu dergide yayımlanan ilk hikayem, “Genç Yazarlar Ostrovskiy” adındaki ödülü kazandı.

O zamandan günümüze benim 17 kitabım yayımlandı. Onlardan 5’i roman, 4’ü oyun, 5-6 civarında uzun hikâye, diğerleri de kısa öykü kitaplarıdır. Geçenlerde Komsomolskaya Pravda gazetesinin verilerine göre, benim yüzden fazla öyküm mevcutmuş. Ben ise gazetenin söylediği, gençken yazdığım öykülerin büyük çoğunluğunu hatırlamıyorum artık.

Eskiden hem Kırgızca hem Rusça yazardım. Fakat sonra sadece Kırgızca yazmaya başladım. Çağdaşlarım bana şu telkinde bulundu: “Bırak Rusça eser yazmayı, Kırgızcayı geliştirmekte daha çok fayda var. Rusçayı, Rusların kendisi geliştirsinler, o artık onlara kalmış bir şey. Sen ana dilinde yaz.”

“İki satır hayat” adlı hikâyemi yazmadan önce, Rusça küçük bir hikâye yazmıştım. İşte o ilk Rusça yayımlanan öyküm Literaturnıy Kirgizistan adlı dergide yayımlanmıştı. İlk Rusça yazma denememin olumsuz tepki olması beni üzdü. O günden itibaren Kırgızca eser kaleme almaya çalıştım.

Dediğim gibi yüz civarında eserim yayımlanmıştı. Fakat geçenlerde yayımlanmış yedi ciltlik külliyatımda eser sayısı yüzden azdır; belki de Moskova’da farklı dergilerde yayımlanan eserlerim olabilir.

Dört oyunum Akademi ve Tunguç tiyatrolarında sahnelendi. Komparti, benim o dönem yayımlanmış bazı eserlerimi yoğun şekilde eleştirdi. İlk saldırı, benim Mezgil adlı romanıma yapıldı. 1980’lerin ilk yıllarında Mezgil romanım, “Toktogul Devlet Ödülü” için önerilmişti. Toktogul Ödül Komitesi, benim bu romanımı beğenerek ödül vermek istedi. Rakip eser olarak, Şükürbek Beyşenaliyev adlı yazarımızın “Kıçan” adlı hikayesi de seçilmişti. “Kıçan” hikâyesi, Parti’nin iftihar ettiği ve desteklediği önemli eser olarak bilinirdi. Rejimi öven eserin ödülü kazanmayıp, yerine başka bir romanın kazanması söz konusu bile olamazdı.

Toktogul Ödül Komitesi üyeleri o zamanlarda şu isimlerden oluşuyordu; Aalı Tokombayev, Tügölbay Sıdıkbekov, Cengiz Aytmatov, Toktobolot Abdımomunov, Abdrasul Toktomuşev ve Kubanıçbek Malikov gibi seçkin aydınlarımız idi. Onların arasında genç Beksultan Cakiyev de vardı. Ödül Komitesinde ilk olarak “Kıçan” hikayesini destekler şekilde oylama yapmışlar. Fakat oylamayı “Kıçan” hikayesi değil, benim hikayem kazanmış. Böylece ortalıkta büyük tartışma çıkmış.

O dönem Kırgız Yazarlar Birliği Başkanlık görevini Tendik Askarov yapıyordu. Tendik Askarov’a Merkez Komite’den kararnâme gönderilmiş: Mezgil romanı ortadan kaldırılsın, biz ödülü “Kıçan” hikayesine vereceğiz. “Kıçan” hikayesi, o dönem okullarda meşhurdu, siyasi açıdan büyük öneme sahip bir eserdi. Bu nedenle eserin mutlaka bu ödülü kazanması gerekiyordu.

Tendik Askarov, ilk başta benim eserimi destekliyordu, yani bu konuda hemfikirdik. Fakat hükümet karşısında yetkisinin sınırlı olduğundan yardım edemedi. Bu arada benim eserimi karalayan olumsuz makaleler ve eleştiriler yayınlanmaya başladı. Bu konuda bilhassa Azım Nuruşev ve diğer önde gelen eleştirmenlerimiz yeteneklerini gösterdiler. Bunlar Mezgil romanı Ruslara karşı, bu tür bir eser, “Toktogul Ödülü”nü kazanamaz!” diyerek eserime karşı olumsuz eleştiriler kaleme aldılar.

“Toktogul Ödülü” Komitesi azaları bu konuyu Merkez Komite’de Usubaliyev’in yanında tartıştılar. Tartışma sonucunda ödülü, Mezgil romanım listeden çıkartıralarak yerine “Kıçan” hikayesi kazandı. Yani büro ne kararda bulunduysa sonuç öyle oldu. Böylece eserim okul kitaplarından çıkartıldı. Hiçbir yerde hiçbir zaman yayımlanmasın diye karar alındı.

Mezgil romanından hemen sonra “Acıraşuu Tünü” adlı bir tıyatro eseri yazmıştım. Tiyatro eserim Akademi Tiyatrosu’nda sahnelenecekti. Fakat bu eserim de ondan önceki eserimin yaşadığı sansüre uğrayarak sahneden atıldı. Çünkü eser, başkanımız T. Usubaliyev hakkında yazılmıştı. Esere göre başkanımız adaletsizce davranan diktatör biriydi ve kafasına ne eserse onu yapan biri olarak yansıtıyordu.

Oyunda kahramanlardan biri, büronun kayıtsızlığı ve adaletsizliği yüzünden intihar eder. Tiyatro eserim sahneleneceği sırada, hükümet tarafından suçlanarak yazdığım tiyatro metni yakıldı. O dönem Merkez Komite bürosunda çalışıyordum. Fakat “Acıraşuu Tünü” adlı oyunum dolayısıyla işimden atıldım. Benim işimden kovulmam için yazılan dilekçede şu satırlar geçiyordu: “Bundan sonra Kazat Akmatov’u herhangi bir görevde bulundurmak yasaktır…”

Böylece sokakta işsiz ve beş parasız kaldım. 1983-1986 arası idi. Geçinmek için bir iş bulamıyordum. Gazete ve dergilerde ne yazılarım ne de makalelerim yayımlanıyordu. Çalışacak iş de bulamıyordum. Nihayet o dönem başkentimiz Frunze’de (Bişkek) bir okulda bekçi olarak çalışmaya başladım. 3 yıl sonra T. Usubaliyev görevinden ayrıldıktan sonra onun yerine Apsamat Masaliyev geçti. O dönem Cengiz Aytmatov, Kırgız Yazarlar Birliği’nde başkanlık yapmaya başladı. Fakat önceden Aytmatov, bu göreve bir türlü yaklaşamıyordu.