Melik Çağrı Küçükyıldız
Uyku Mevsimi
Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi katılımcılarının yazılarından oluşan bu eseri sizlere takdim etmekten mutluluk duyuyoruz.
Edebiyatımızda pek çok nesle hocalık yapan şair ağabeyimiz Ali Akbaş’ın yürüttüğü şiir atölyesinde yazılan şiirleri, Türk hikayeciliğinin yaşayan önemli isimlerinden Osman Çeviksoy’un idaresinde sürdürülen hikaye atölyesi ve Akademisyenliği ile olduğu kadar yazarlığı ile de kültür ve edebiyatımıza önemli katkılar sunan Hüseyin Özbay idaresindeki deneme atölyesinde ortaya çıkan eserleri sizlere topluca sunmaya çalıştık. Adem Yeşil, Atalay Yağmur, Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Erhan Özel, Fatma Nur Özdemir, Hatice Üzgül, Kamuran Özaktürk, Kenan Dallı, Mehmet Fatih Mülayim, Melik Çağrı Küçükyıldız, Oğuz Atahan Başaran, Remzi Anıl Toprak ve Saffet Atak uzun bir atölye çalışmasını sabırla sürdürerek edebiyatımıza yeni imzalar olarak adım atıyorlar. Bu arkadaşlarımızın imzalarıyla “Kardeş Sesler 2012” adıyla bir ortak kitap yayınlıyoruz.
Ayrıca Aynur Turan, Berrin Müzeyyen Alpay, Oğuz Atahan Başaran ve Melik Çağrı Küçükyıldız’ın kendi eserlerinden oluşan müstakil kitaplar da Atölye çalışmaları sonunda okuyucuyla buluşmuş oluyor.
Arkadaşlarımızı tebrik ediyor edebiyatımız içindeki varlıklarının sürekli olmasını ve her birinin isim ve üslup sahibi yazarlar olarak kendi yerlerini almalarını diliyoruz.
Sevgili Dostlar,
Türk edebiyatı, her yıl 30 civarında yeni hikayecinin eserleri ile zenginleşiyor. Başka bir deyişle her yıl 30 yeni yazar, kitaplaşan hikayeleri ile edebiyatımıza giriyor. Bu yıl, AYB Edebiyat Akademisi Yazar Yetiştirme-Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi sonunda yayınlanan 4 hikaye kitabının önemi artıyor. Atölyemiz, bu yıl ülkemizde yayınlanacak olan hikaye kitaplarının %13’ünü üretmiş demektir. Buna Kardeş Sesler 2012 kitabımızı da eklersek katkımız daha da artacaktır.
Bu önemli başarıda pek çok teşekkür borcumuz var: Öncelikle uzun bir maratonu gece gündüz demeden sanat sevgisiyle sürdüren yeni yazarlarımıza, sabırla bu atölyeleri yürüten her yeni yazıda tekrar heyecanlanan hocalarımıza, projelerimizi destekleyen Dernekler Dairesi Başkanlığı çalışanlarına ve özellikle Daire Başkanı Sayın Mustafa Yardımcı’ya teşekkür ediyoruz. Ve elbette şükran borçlu olduğumuz bir diğer isim ise projenin ev sahipliğini yürüten Türk Norm Vakfı Başkanı Özcan Tokyürek. Vakıf salonlarında yapılan derslerde en az bizler kadar heyecanlanıyordu.
Avrasya Yazarlar Birliği olarak yazar yetiştirme konusundaki bu tecrübelerini Ankara ile sınırlı kalmayıp ülkemiz geneline hatta tüm Avrasya coğrafyasına taşımak arzusundayız. Ümit ederiz, bu birikim tüm Anadolu’ya ve Türk Dünyasına yayılır.
Yazarlarımızın Türk edebiyatında önemli imzalar olarak yeni ufuklara doğru yelken açacakları ümit ve dilekleriyle, eseri dikkatlerinize sunuyorum.
Yakup DeliömeroğluAvrasya Yazarlar BirliğiGenel Başkanı1981 yılında Kastamonu’da dünyaya gelen Melik Çağrı Küçükyıldız, ilköğrenimini Kastamonu’da, lise öğrenimini Bursa’da tamamladıktan sonra 2004 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Güverte Bölümü’nden mezun olmuştur. Üç yıl boyunca çeşitli ticari gemilerde kaptan olarak görev yaptıktan sonra İzmir’de liman işletmesinde görev almıştır. 2008 yılından beri Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nda denizcilik uzmanı olarak görev yapmaktadır.
Evli ve bir çocuk babası olan M.Çağrı Küçükyıldız’ın edebiyat dışındaki ilgi alanları arasında çeşitli topluluklarda ney sazı icra etmek ve fotoğraf çekmek de yer almaktadır.
UYKU MEVSİMİ
Dinleyiciler Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın salonunu terk ederken, sahnede piyanonun kapağı çoktan kapanmıştı. Görevliler notaları topluyordu. Kuliste ise müzisyenler üzerlerini değiştirirlerken kahkahalar birbirine karışıyor, verdikleri konser hakkında yorumlarını paylaşıyorlardı. İşlerini bitirenler enstrümanlarını kılıflarına koyuyor ve şef ile vedalaşıp oradan ayrılıyorlardı. Orkestranın en eskilerinden olan perküsyoncu Nihat, şefe gözükmeden tam arka kapıdan çıkacaktı ki, “Gidiyor musun Nihat?” diye bir ses duydu arkasında. “R” harfindeki yumuşaklıktan anlamıştı: Bu ses Türkçeyi sonradan öğrenen Avusturyalı şefe aitti. Bir an tereddütle duraksadı. Aslında duymazlıktan gelebilir ve kapıdan çıkıp gidebilirdi. Gidemedi. Döndü, ancak şefin yüzüne bakmaya cesaret edemedi. Bakışları yerde, beklemeye başladı. Ne söyleyebileceğini düşünürken şef kesin konuştu:
“Bir daha hata yaparsan benim orkestramda çalamazsın!”
Nihat “Tamam, çok haklısınız!” anlamına gelecek biçimde başını salladı ve çıktı gitti. Dışarıda sigarasını yakarken başına bu belayı açan adama ve yanındaki kadına lanet okuyordu. Bir gün tekrar görürse, onlardan bu gecenin hesabını soracaktı.
***Salona büyük bir huzur hâkimdi. Kemanların senfonik daveti sakin bir deniz yolculuğuna çağırıyordu dinleyenleri. Çellonun gövdesinde bir kadının saçlarını tutkuyla okşarcasına geziniyordu parmaklar. Yaylılar, Vivaldi’nin Dört Mevsimi’ne harika bir giriş yapmıştı. Şef elindeki batonu salladıkça hızlanıyordu melodi.
Tuğrul’un bir eli karısı Deniz’in karnında, diğer eli üşümesin diye omzundaydı. Konseri dinlerken arada bir Deniz’e dönüyor, zevkle onu seyrediyordu. Yüzünde sekiz yaşındaki çocukların masum güzelliği vardı. Deniz hiç yaşlanmıyordu, Deniz hâlâ çocuktu. Onu seyrederken telaşlı vuruyordu Tuğrul’un kalbi. Ona çocukluğundan beri âşıktı. Onu giderek büyüyen bir aşkla seviyordu. “Karnı şiştikçe daha da şirin olacak!” diye geçirdi içinden. Gülümsedi. Alnına bir öpücük kondurdu.
Deniz, başını Tuğrul’un göğsüne yaslamış, gözlerini kapatmış, hayatının en huzurlu anlarından birini yaşıyordu. O da kocasına âşıktı. Doktor kontrolünden geliyorlardı. Doktor, onlara siyah beyaz ekranda bir kesecik, kesecikte bir canlı göstermişti.
“Alkol sigara yok, gıdalarınıza dikkat edeceksiniz bundan sonra!” demişti.
Tuğrul, bu özel günün akşamı için klasik müzik konserine iki bilet alarak çok mutlu etmişti Deniz’i. Şanslıydılar, en ön sıradan son anda iptal edilen iki koltuk denk gelmişti. Tuğrul klasik müzikten pek fazla hoşlanmasa da Deniz ve karnındaki yavrularının hatırına dinleyecekti. Kim bilir, belki ileride bu tür müziği de severdi.
Hayatın bir anlamı varsa o Deniz olmalıydı. İlk aşkın unutulmaz olduğuna, vazgeçerse bir gün mutlaka pişman olacağına inanıyordu. Vazgeçmemiş, işte bu gün kendini “okayunusum” dediği kadının karnına misafir olan küçük ruhla konuşurken bulmuştu. Büyük mutluluk…
Müzik biraz ağırlaşmıştı. Tuğrul göz kapaklarının da ağırlaştığını hissediyordu. Bir ara Deniz irkildi. Anlaşılan içi geçmişti. Tuğrul karısının uykuya dalma işaretini alınca boynu ağrımasın diye başını hafifçe düzeltti. Nihayet konserin “Sonbahar” bölümü bitmiş, tempo yeniden yükselerek “Kış” bölümü başlamıştı. Şefin hareketleri gittikçe hızlanıyordu.
Tuğrul, bu işte şefin gerçekten gerekli olup olmadığı konusunda kararsızdı. Müzisyenler, önlerindeki kâğıtlardan gözlerini ayırmadıklarına göre, gerçekten de şefe gerek var mıydı? Belli ki vardı. Aksi halde şef bu kadar kendini parçalamaz, penguenleri çağrıştıran hareketlerle savrulup durmazdı…
Tuğrul, oturdukları yerin hizasında duran göbekli adamın ne iş yaptığını bir türlü anlayamamıştı. Adam, konserin başından beri hiçbir şey çalmamış, karşısında bir noktaya bakıp durmuştu. Belki sırası gelmemişti. En iyisi uyanınca Deniz’e sormaktı şu adamı. O bilirdi…
Tempo o kadar hızlanmıştı ki artık kemancıların parmakları takip edilemez olmuştu. Tuğrul, Deniz’in uyanmasından korkuyordu. Onu uyurken seyretmeyi ne de çok seviyordu… Güzel bir yağlı boya tablosuna bakıyormuşçasına keyif alıyordu. Elini daha sıkı bastırdı Deniz’in karnına.
Salondaki senfonik gürültü büyüyordu. Tam karşısındaki hiçbir şey yapmayan adam ayağa kalktı. Eğilerek yerden bir çift zil aldı. Ellerini zile geçirdi. Tuğrul adamın ne iş yaptığını anlamıştı sonunda. “Diğerleri kadar maaş alıyor mudur acaba?” diye sordu kendine. Gülümsemesi kısa sürdü. Çünkü adam ellerini iki yana açmıştı. İri cüssesinden ne kadar kuvvetli olduğu anlaşılıyordu. Tuğrul şefe baktı. Az sonra bu adam şefin işaretiyle zilleri birbirine vurmaya başlayacaktı.
Bir an adamla göz göze geldi. Tuğrul korkulu bir yalvarışla kafasını iki yana sallıyordu. Adam, bir deli konseri sabote etmeye çalışıyor diye düşündü. Sonra bu delinin, omzuna başını koymuş konserden, salondan, dünyadan habersiz uyuyan genç kadını gördü.
Yılların perküsyoncusu Nihat ilk defa ne yapacağını bilemedi. Notaya baktı, birkaç ölçü sonra sıra kendisindeydi. Zil sesiyle bu kadın mutlaka sıçrayacaktı. Görevini yapmazsa olmazdı. Zaten konserin sonlarındaydılar ve sırf bu an için uzun uzun beklemişti.
Şefe baktı. Gözlüğü iyice burnuna düşmüş, batonu derinlerden göğe çıkıyor, bir anda tekrar yere iniyordu. Sanki gözleriyle büyülüyordu müzisyenleri. Tuhaf hareketler yapan dinleyici ise yanındaki kadını işaret ediyordu. Belli ki çok değer veriyordu ona. Uyanmasını istemiyordu kadının. Kesin karısıydı, yeni evlilerdi. Ya zamanı durdurmalı, ya şef kalp krizi geçirip düşmeli, ya da salon çökmeliydi. Bunların hiçbiri olmadı.
***Konser bitmiş, şef yüzünü seyircilere dönmüş, salonu selamlıyordu. Herkes şefi ve müzisyenleri çılgınca alkışlıyordu. Tuğrul konserin sona ermiş olmasına seviniyordu. Salon yavaş yavaş boşalmaya başladı. Deniz gözlerini açmış, ovuşturuyor, mahcup gülümsüyordu. Kollarını açarak bir kedi gibi gerindi, kalktı.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 30.01.2011)
TEKİL ŞAİR
“Aylin Hanım, söyleşimize ‘Ağaca Yazılamayan Şiirler’ ile devam etmek istiyorum. Kitabınız çıkalı henüz bu kadar kısa bir zaman geçmişken geniş bir okuyucu kitlesine ulaştınız. Gördüğüm kadarıyla fuarın en çok ilgi gören yazarlarından birisiniz.”
Aylin’in övgüler aldığı ilk söyleşisi değildi bu. Oysa böyle sözleri çok yavan bulurdu. Kendisiyle söyleşi yapan bu adamın laflarına kayıtsız kalmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Adam Aylin’in içini karartan bir soru sordu sonra.
Kitabın ismi nereden geliyormuş…
“Aslında sorunuzun cevabı biraz eskiye dayanıyor. Bilirsiniz… Kimileri ağaçlara aşklarını, özlemlerini kazırlar. Daha çocukken bunu fark ettiğimde rahmetli anneme nedenini sormuştum. Annem de birbirini seven insanların unutulmamak için böyle yaptıklarını anlatmıştı. Biraz daha büyüyüp şiir yazmaya başladığımdaysa ağaçlara yazılanların aslında birer kısa şiir olduklarını düşünür oldum. Diğer şiirler kâğıtlara yazılırken; bu kısa şiirler acemi şairler tarafından ağaçlara yazılıyordu.”
Aylin daha fazla devam etmek istemedi. Az kalsın keder çuvalının ağzını açıp dökecekti içini salondakilere. Biraz daha cesareti olsaydı belki, daha annesi hayattayken son zamanlarını dargın geçirdiklerini, kitaptaki birçok şiiri bu hüzün dolu günlerde yazdığını anlatacaktı. Bunun yerine derin bir iç geçirdikten sonra “İşte kitabın ismini buradan esinlendim.” dedi ve cevabının dinleyicileri tatmin etmiş olmasını umarak sustu.
Söyleşi uzadıkça uzamıştı. Soru sorma sırası konuklardaydı. Soru için bekleyen bir sürü el havadaydı. Oysa Aylin bu salonda daha fazla kalmak istemiyordu. Bugünün tatsız geçeceğini nereden bilecekti ki? Keşke bir bahane olsaydı, atabilseydi dışarı kendini o kalabalık salondan. Neyse ki birkaç soru geride kalmış, zaman daralmıştı. Artık son soruyu cevaplayacaktı.
“Merhaba, ben ‘Kitap Dünyası’ dergisinden Rıza Yolyapan. Aylin Hanım, öncelikle baş sağlığı dilemek istiyorum, siz daha küçük bir şairken annenizle ilk kitabınız için düzenlenen imza gününde tanışmıştım.”
Aylin’in nefesi daralıyordu, yutkundu. Anlaşılan biri köşe bucak kaçtığı pişmanlıklarını hatırlatmayı vazife edinmişti kendine. Bu adamı tanıyor muydu? Daha önce hiç görmüş müydü? Üstelik annesinin bir derginin yazarıyla ne işi olabilirdi ki?
“Dostlar sağ olsun…” diyebildi.
Rıza Yolyapan devam etti:
“Soruma gelecek olursak, geçmişle karşılaştırıldığında Türk şiirinin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? ”
Aylin sorunun bittiğine sevinmişti, cevabı kısa kesti. Söyleşinin sonunda, salondakiler dağılırken annesinden bahsedip soru soran adamın hızlıca yanına gitti. Onunla konuşmak istediğini söylese de, Rıza Yolyapan programının yoğun olduğunu, acele başka bir etkinliğe gitmesi gerektiğini söyledi. Kartvizitini bırakıp oradan ayrıldı. Aylin üzülmüştü. Belki de böylesi daha iyiydi. Annesi hakkında konuştukça acılarını yeniden yaşayabilirdi.
Aylin evine gitmek için tren istasyonuna doğru yürürken geçmişi düşünüyordu. Sevdikleri geçmişte yaşamaya devam ederken, o yalnızlığa terk edilmişti. İstasyonda bedeniyle birlikte ruhunu da üşüten soğuk bir rüzgâr esiyordu. Yavaşlayarak yaklaşıp büyük bir gürültüyle duran vagonlara baktı. Camların ardından bakan onlarca göz istila etmek istiyordu ruhunu. İstemeye istemeye bu kalabalığın arasına karıştı.
Şu adamın söylediği sözler Aylin’in aklından bir türlü çıkmıyordu. Annesiyle tanıştığını iddia eden adam… Tren ilerlerken oturmak yerine ayakta kalmayı tercih etti. Tutunduğu demir, ellerden oluşan bir kuleye dönmüştü. “Aynı kadere tutunup aynı yöne doğru ilerleyen insanlar…” diye düşündü içinden. Durakları geçiyorlar, ellerden kimi gidiyor, yerine yenileri geliyordu.
Evleneceği adamla tanıştırdığında “Hayır, olmaz!” demişti annesi. Sonra âdeta yalvarmıştı. “Bak kızım, bu adam sana göre değil. Aklı bir karış havada. Ben gencecik yaşta kucağımda bebeğimle dul kaldım. Niye? Babana âşıktım. Âşıktım da ne oldu? Veda bile etmeden çekti gitti. Aynı kaderi senin de yaşamanı istemiyorum. Vazgeç…”
***Evinin merdivenlerini yavaşça çıkan Aylin anahtarıyla kapıyı açarken kedisi kapının eşiğinde belirdi. Çok sevinmişti. Çömelip kafasını okşadı bir süre. “Keser misin kızım şu miyavlamayı?” Tamam, karnın acıkmış anladık!” Tasına biraz mama koydu. Artık bu kedi Aylin’in her şeyi olmuştu. Annesi, yoldaşı, ev arkadaşı, yemek arkadaşı, her şeyi…
Aklı şu adamın anlattıklarına takıldı yeniden. Hızla çalışma odasına daldı. Annesinden bahsederek eline ne geçmişti ki? Sırf salondakileri etkilemek için de böyle bir yalan atmış olamaz mıydı? “Allah bilir, annemi hayatında görmemiştir bile…” diye düşünürken çocukluğundan beri haberleri kesip biriktirdiği kutuyu buldu. Epeydir açmamıştı.
Kutudan birer birer düzgünce kesilmiş kupürleri çıkartırken şairlik filmini geriye sarıyordu sanki. Şair Aylin’in hayat hikâyesi bir kutuya sığacak kadar basit ve kısa mıydı? Kim bilir, belki de… Yoksa şiirlerinin kurbanı mı olmuştu? Yalnızlığı durmadan çağırarak böyle bir sonu kendisi mi seçmişti?
Nihayet ilk gazete haberine ulaşmıştı. Siyah beyaz sayfada gezinen küçük bir örümcek isminin üzerinden geçti ve kutunun derinliklerinde kayboldu. Bir yanında okul müdürü, diğer yanında annesi ile beraber kitaplarının başında çekilen fotoğrafına baktı. Nasıl da gururlu ve sevimliydi… Haberin altında koyu renkle yazılmış isme baktı: “Rıza Yolyapan!” dedi şaşkınlıkla. Bu adamı bulmalıydı. Onunla konuşmalıydı. Bir fısıltı kadar zayıf olsa bile, belki annesinin kokusunu hissederdi, sesini duyardı.
***Rıza Yolyapan’ın numarasını çevirdi. Elleri titriyordu. Sanki hiç gitmemesi gereken yasak bir yere gizlice giden çocuğun suçluluğunu yaşıyordu. Telefonu kapatsa mıydı? Bu adamla konuşmak suçluluğunu hafifletir miydi, artırır mıydı bilemedi. Tek istediği şey annesine ait bir şeyler duymaktı.
“Rıza Bey, merhaba! Ben Aylin Kıyık.” diyerek söze girdiğinde heyecanı biraz yatışmıştı. Dergi hakkında konuştular bir süre. Aylin asıl konuşmak istediği meseleyi açtı:
“Rıza Bey, bugün dediniz ya annemle tanıştığınızı… O günü hatırlıyor musunuz? Biraz anlatır mısınız?” dedi ve ekledi gülümseyerek: “Annem küçük şair hakkında kim bilir neler söylemiştir…”
“Unutur muyum hiç? Anneniz çok ince fikirli bir kadınmış gerçekten. Önce gazeteyi aramıştı. Sizin yeni çıkan kitabınız için bir imza günü düzenleyeceğini anlattı ve bunu haber yapmamızı rica etti.”
“Sonra?”
Aylin balkonun kapısını kapattı. Artık sokağın gürültüsü odaya dolmuyordu.
“Tabi ben yaşınızı öğrendiğimde bastım kahkahayı. Önce bir telefon şakası zannettim. Küçük bir şair varmış… Kitap yazmış. Bir imza günü düzenlenecekmiş, şehrin bu önemli olaydan haberi olmalıymış. Anneniz sabırla durumu anlattı yani. Gerisini zaten biliyorsunuz işte…”
“Nasıl yani?” diye sordu Aylin şaşkınlıkla. Elindeki kalemle bir kâğıdı karalıyordu.
“Canım, hani okul müdürüne gitmiş ve sizi daha çok yazmaya teşvik etmek için şiirlerinizin basılması konusunda müdürden yardım istemiş ya… “
Aylin’in bakışları annesinin duvardaki resmine kaydı. Yüzündeki tebessüm ifadesi içini acıttı. Sanki resmin içinden çıkıp; saçını okşayacaktı.
“Sonra?”
“Sonra bin bir güçlükle çıkan kitabınızın çok satmadığını görünce müdürle bir imza günü düzenlemeye karar vermişler. Hatta kadıncağız mahallesindeki komşularına kitapları satın almaları için para vermiş.”
Aylin annesinin duvardaki fotoğrafına daha fazla bakamadı. Telefondaki ses “Alo! Alo! Aylin Hanım!” derken telefonu kapattı. Karaladığı kâğıtta artık beyaz bir yer kalmamıştı. Ev arkadaşı usulca yanına geldi. Miyavlayarak Aylin’in ayaklarına sürtündü.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 08.02.2011)
LUNAPARK
Ben çocukken lunaparklar daha küçük ve renksizdi. Hem de şimdiki gibi yaygın değildi. Kasabamızda lunapark yalnızca bayramlarda kurulurdu. Salıncakları bayram arifesinde kamyonların üzerinde getirirlerdi. Gecenin geç saatlerine kadar kurarlardı onları. Biz de mahalledeki çocuklarla nasıl kurulduğunu izlerdik. Ertesi gün bayram namazından çıkınca dedemin elini öper, üç beş kuruş alırdım, sonra doğru lunaparka…
Babamın elini hiç öpmezdim. Bir keresinde babamın da elini öpmeye kalkmıştım da harçlık vermemek için beni nasıl dövmüştü… Zaten babam elinde avucunda ne varsa şaraba yatırırdı.
Hangi zaman diliminde neler yaşayabileceğimizi seçebilseydik keşke… O sefil çocukluk günlerinde gözümün önünde arkadaşlarım defalarca atlıkarıncaya binerdi de hırsımdan ağlardım. Herkesin babası lunaparka götürürdü; ama benimki hiçbir zaman götürmedi. Neden götürsün ki? O beni hiç sevmedi.
Şimdiyse lunaparkın patronu sayılırım. Bugün kasada görevliyim, kim bilir, belki de gelecekte buralar benim olur. İnsanları çığlık çığlığa bırakan bu dev oyuncaklar…
Çocukken en çok binmek istediğim, ama en pahalısı olduğundan hiç binemediğim dönme dolaba işe başlayalı kim bilir kaç kere binmişimdir… Sabahları kimseler yokken rica ediyorum bizim çocuklara, onlar da kırmıyorlar beni. Hangisine istersem bindiriyorlar. “Yirmi beş yaşında adamsın!” diyor patron… Geçen beni döner salıncağa binerken görmüş. Olsun, bana ne… Benden çok daha yaşlıları biniyor bu oyuncaklara.
Geçenlerde bir tanesi az kalsın başımı belaya sokuyordu. Bir adam geldi bilet almaya. Sadece çarpışan arabaya binecekmiş. Nereden baksan altmışını geçmişti. Kel, şişko bir adam, takım elbise giymişti. Bir sürü bilet aldı. Elleri falan titriyor, benzi solmuş… Adamın kalbi sağlam olsa bari dedim içimden. Ne işin var burada be adam! Millete baktım, adamın yaşına saygısından kimse bindiği arabaya çarpmıyor. Ama o habire birilerine çarpıyor. Adamı izlemeye devam ettim. Özellikle içerisinde küçük kızların olduğu arabalara çarpıyordu. Kuşkulanmadım değil. Ama ihtiyara pek konduramadım.
Ertesi gün yine geldi ihtiyar. Bu sefer daha çok bilet aldı. Binerken yalnız değildi. Yanında küçük bir kız da vardı. Torunu olsa gerek diye düşündüm. Biraz daha dikkatli bakınca pek de toruna benzetemedim. Esmer tenli, saçları sarı, kıyafeti paspal mı paspaldı. Sonra tanıdım kızı. Gençlik Parkı’nın mendil satan çocuklarından biriydi. Onu buralarda daha önce de görmüştüm. Hatta bir keresinde güvenlik görevlisi onu kulağından çekerek götürüyordu. Belki de bir şey çalmaya çalışırken yakalanmıştı. Adam dakikalarca bindikten sonra yer değiştirdiler, direksiyona kız geçmişti. Kıza baktım, çok mutlu görünüyordu. Şüphelerim daha çok artmıştı. Lunaparkımıza belki de bir sapık dadanmıştı.
Adamın bir daha gelmemesini dilerken sonraki gün yine ortaya çıkmaz mı? Önce bilet vermesem mi diye düşündüm. Ama vermezsem patrona durumu açıklamak zor olacaktı. Neticede o kazandığı paraya bakıyordu. Adam kasaya gelince bir de baktım yanındaki çocuk sayısı artmış. Kaşlarım çatık, elindeki parayı sertçe aldım. Adam hiç oralı olmadı.
Aldığı biletlerin bir kısmını çocuklara dağıttı. Yanına yine aynı kızı oturttu. Sabrım taşıyordu. Kim bilir nasıl faydalanıyordur çocuklardan diye düşündükçe içim içimi yiyordu. Çocukları birkaç biletle kandırıyordu namussuz. Sonrasını düşünmek bile istemiyordum. Televizyonlarda her gün başka bir sapık haberi çıkıyordu. Belki bu adam da medyada yerini alacaktı: “Çarpışan araba sapığı…”
Adam arada bir kızın başını okşuyor, elini kızın omzuna atıyor, onunla konuşuyor, ciddi ciddi bir şeyler anlatıyordu. İçimden parçalamak geliyordu adamı. Beni sonunda işimden edecekti. Bir elime düşse, yaşına bakmaz, eşek sudan gelinceye kadar döverdim. Adamın dişlerini göstere göstere kıza bakarak gülmesi beni çılgına çevirdi. En sonunda dayanamadım. Fırladım yerimden. Ara verdiklerinde çıktım karşısına. Adamın omzunu sıkıca tuttum, kulağına eğildim:
“İhtiyar, sen bir yanıma gelsene…” dedim.
“Ne var, ne oldu? Sen de kimsin?” dedi şaşkınlıkla.
“Gel diyorsam gel işte!” dedim. Sertçe çektim, çıkardım arabanın içinden. Kimsenin görmeyeceği kuytu bir yere götürdüm onu. Çok tedirgindi.
“Sen ne utanmaz sapık bir herifsin be! Utanmıyor musun torunun yaşındaki kızlarla düşüp kalkmaya?”
“Ne diyorsun sen, kendine gel!”
“Kim bilir neler yaptın el kadar kıza…”
“Bak delikanlı, sınırı aşıyorsun.”
“Seni üç gündür izliyorum İhtiyar! Kıza neler yaptığını gördüm. Bir daha seni buralarda görmeyeyim!”
“Asıl sen beni dinle sersem! O kız daha önce ben parkta yürürken cüzdanımı çalmaya kalkmıştı. Geçenlerde parkta yürürken kızı yeniden gördüm. Onu terbiye etmek için bir fırsat diye düşündüm. Yanıma oturttum.”
Adamın dedikleri beni biraz düşündürmüştü. Ama yalan da söylüyor olabilirdi. Nereden bilecektim bu anlattıklarının doğru olduğunu?
“Yalan söylüyorsun! Senin gibi ahı gitmiş vahı kalmış adamın lunaparkta ne işi var? Hem cüzdanını çalan bir kıza niye iyilik edesin ki?”
“Bugün ben sırtımı dönersem, yarın sen sırtını dönersen kim elinden tutacak bu çocukların? Anasız babasız büyüdüklerini biliyor muydun?”
İhtiyar gözümde büyümeye başlamıştı. Gözlerindeki sitemkâr bakış beni utandırıyordu. Yüzüme son bir kez baktı ve çarpışan arabalara doğru hızla yürüdü. Ardından bakakaldım. Mendil satan kız adamı görünce öyle sevindi ki… Belli ki adam birden yanından ayrıldığı için çok korkmuştu. Çilli yüzündeki candan gülümsemeyi görmeliydiniz. Ben çocukken öyle korkusuzca gülmemişimdir…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi, 14.03.2011)
ÜÇ KISA ÜÇ UZUN ÜÇ KISA
Hala inanamıyorum. Geç de olsa sonunda baba oldum. Bana yıllar kadar uzun gelen dokuz ay geride kaldı, kızımız Seçil sağ salim dünyaya geldi. Yüzüne baktığımda ne annesinden ne de benden eser var. Hemşireler bile benzetemedi. Kime benzerse benzesin, daha şimdiden çok güzel. Bir peri masalından çıkmış gibi. Sanki prenses, sihirli iksiri içmiş de vücudu küçülmüş… Hastaneden daha dün çıktık. Bakalım evini, odasını sevecek mi…
Bir insan bu kadar küçük olur da dünyayı bu kadar etkileyebilir mi? Keyfi hep yerinde olsun diye etrafında dört dönüyoruz. Biliyorum, uykusuz geceler başlamadan bu zamanların keyfini çıkartın demişlerdi. Ama ben yine de bu kadar fazla uyumasından sıkılıyorum. Hele bir gözlerini açsa, masmavi gözlerini görebilsem diyorum. Dün akşam yatağının başında nöbet tutmama rağmen bir kez bile uyanmadı. Bu sabah kayın pederim geldiğinde hanımefendi lütfedip uyandı. Sanki biliyor Hasan dedesinin kulağına ismini fısıldayacağını.
“Bebeğimize çoktan Seçil diye hitap etmeye başladık. Ne gerek var törene baba…” desem de bir türlü ikna edemedim. Bana “Siz gâvur musunuz oğlum?” diye çıkıştı. Kayın pederim ilginç bir adamdır. Bir asker emeklisi… Donanmada telsiz astsubayıymış. Belki de bu yüzden dediğim dedik biri. Geleneklerine de sıkıca bağlıdır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.