Şimdi onun için her gün, baştan çıkarıcı bir akşam beklentisi içinde, iyi bir ruh haliyle, neşeyle ve kaygısızca sona ermekteydi. Jarashan, ruhunu ve beynini uzun süre ezen ağır ve acı düşüncelerin nasıl çözülmeye başladığını bile fark etmemişti, öbür dünyaya erken göç eden karısını nadiren hatırlıyordu, neredeyse onu rüyalarında görmeyi kesme noktasına gelmişti. Ah kader! Onun güzel yüzünü, çekici gülüşünü, tatlı tavırlarını asla unutamayacağını düşünüyordu… Ama sadece birkaç yıl geçmişti – ve şimdi geceleri onu hayal etmeyi, onu hassasiyet ve özlemle hatırlamayı kesmişti. Ya da belki de onlardan tek bir ortak kan bağı kalmadığından, hiç çocukları olmadığından mıydı? Gerçekten bu yüzden mi? Yoksa cüretkar Seribek’in “Bir kere yaşıyoruz” dediği tılsımlı çığlığının etkisiyle, sevgilisinin ruhunu dolduran anılarından giderek uzaklaşıp gerçek dünyaya dönmesinde mi yatıyor? Bundan mı? Belki sadece zaman insanın en derin kalp yaralarını iyileştiriyordur?
Jarashan, herhangi bir şeyi değiştirmek konusundaki çaresizliğini fark ederek, merhum karısı hakkında giderek daha az düşünmeye başlamıştı ve aldatıcı bir hayatın bazı sevinçleriyle yetinmeye başlamıştı “Yani bir kez yaşıyoruz.”
Şimdi genç şehrin kar fırtınaları, rüzgarları, şiddetli soğukları ona rahatsız edici gelmiyorlardı. Düşünceleri normal bir akışa girmişti. O artık daha sakin ve derin bir uykuya dalıyordu.
Serikbek, akşamı odada geçirmeyi planlayan ve onun yaşındaki birisi için her akşam sağa sola takılmanın doğru olmayacağını düşünerek akşamı evde geçirmeye niyetlenen Jarashan’ı yeniden ayağa kalkmaya zorladı. Genç komşusu geri adım atmadı. Jarashan yorgunluğunu ileri sürerek ne kadar reddetmeye çalışsa da, Seribek yine de onu giyinmeye ikna etmişti ve heyecanla anlatmaya başladı ‘Ah, değerli agay, öyle bir yer keşfettim ki, siz böyle bir yeri hayatınızda görmemişinizdir, gidelim, yalvarıyorum size, kesinlikle bundan pişman olmayacaksınız, keyif çıkarmak için mükemmel bir yer. Tüm yorgunluğunuzu üzerinizden hemen atacaksınız’. Ve onu bir gece barına getirdi, burada sabaha kadar: müzik, danslar, şarkılar vardı. Jarashan ikna olmuştu. Aslında buraya geldiklerine göre boş boşuna geri dönmek, burada olup bitenlere bakmamak günah olurdu. Ve gerçekten de, Jarashan bu duruma çok geçmeden alıştı: zarif bir şekilde dans eden büyüleyici kızlara hayran kaldı, hoş müzik kulaklarını memnun etmişti, konforlu salonun loş ortamı rengarenk ışıltılarla aydınlanıyordu. Ziyaretçiler – çoğunlukla genç insanlardı – masalarda oturmaktansa dur durak bilmeden sürekli dans ediyorlardı.
Dans edenlere bakarken düşüncelere dalmış olan Jarashan, Seribek’in masalarına söğüt dalları gibi ince figürleri olan iki genç kızı getirdiğinde kendine gelmişti.
‘Görüyorum ki henüz dans etmeye niyetiniz yok, bu durumda bu sevimli hanımlarla arkadaşlık edin,” diye önerdi Seribek, alnındaki teri avucuyla silerek.
– Pekala, buyrun, oturunuz, konuşalım, – Jarashan kibarca yanıtladı, göğsünü dikleştirdi ve vücudunda bir enerji dalgası hissetti.
Başlangıçta kızlar onun üzerinde bir etki yapmamışlardı, ancak kızların çok rahat hareket ettiklerini, her hangi bir çekinme ve sıkılma olmadan, hararetli bir şekilde konuşmaya rahatça girdiklerini ve her hangi bir konuda fikir yürütebildiklerini farkedince onlarla sohbete dalmıştı. Ancak, sadece bununla yetinmemişti. Yavaş yavaş, Jarashan kendisine daha yakın oturan sevimli varlığa sempati duymaya başlamıştı. Gizlice kıza bakarken, yanındaki varlığın mükemmelliğin ta kendisi olduğuna, gerçek bir güzellik abidesinin durduğuna giderek daha fazla ikna olmuştu – ince asil özelliklere sahip açık tenli bir yüz; yumuşak, şeftali rengi yanaklar, gülümsediğinde üzerinde beliren sevimli gamzeler; incelikle şekillendirilmiş burun; bir tel ile çekilmiş iri gözlerin gizemli parıltısı; minyatür bir ağız… Ona bir mıknatıs gibi çekiliyordu ve Jarashan sanki kazara uzun parmaklarına ya da yuvarlak dizlerine dokunmaya çalışıyordu. Bu kısacık dokunuşlardan, kalbi genç bir delikanlının ki gibi, tatlı bir şekilde çarpıyordu. Ve ne kadar büyüleyici bir gülüşü vardı! Gümüş bir çanın tekrarlayan sesleri gibi, ruhunda bir tepki uyandırıyordu. Ancak Jarashan belirsiz bir şaka yapar yapmaz, kızın yanaklarında haşhaş rengi gibi bir mahcubiyet kızarması anında belirip kayboluyordu. Kırk yaşını çoktan doldurmuş, ömrü boyunca pek çok güzellik görmüş olan Jarashan’a, bu kızın onlardan hiçbirine benzemediği düşüncesi hakim olmuştu. Ve sadece görünüşü, endamı ile değil, baştan çıkarıcı bir gülüşü, hafifçe dolgun şehvetli dudaklarıyla… Hayır, o büsbütün benzersiz, olağanüstü! Bu bir doğa mucizesi, cennetvari, meleksel bir yaratıktı. Bütün varlığıyla, güzel ellerinin her hareketiyle, mermer sütunlu boynunun, zarif başının hafif bir dönüşüyle, göğsündeki baştan çıkarıcı dolgunluklarıyla, kız, kalın kirpikli gözlerinin altından durgun, davetkar bakışlarıyla büyüleyici bir çekici güç yayıyordu. Bu tılsımlar erkeklerde karşı konulmaz bir çekiciliğe neden olurdu ve kadın güzelliğinin incelikli bir uzmanı olan Jarashan da bir istisna değildi. Baştan çıkarıcı gizem, içinde karşı konulmaz bir tutkuyu alevlendirmişti, bu ilahi bedene dokunma, dalgalı saçlarının gür buklelerini parmaklarına dolama, saten tenini öpücüklerle kaplama arzusu onu ele geçirmişti…
Jarashan sanki şok halindeydi, bir türlü bütün bunlara bir anlam veremiyordu, ya da kızın güzelliğinden ve çekiciliğinden hipnoz durumuna düşmüştü, ya da bu açıklanamaz bir masal büyüsüydü, veya bütün bu duyguların hepsini kapsayan bir duygu ortaya çıkmıştı, – bazen ilk görüşte aşk olur ya.
Bu onun başına gelmiş olamaz mı? Bir düşünce fırtınası tarafından boğulmuş, bir süre konuşma gücünü kaybetmiş gibi görünüyordu, sanki bir şey ruhunu felç etmiş gibiydi. Ateşli gözlerini bu güzellikten ayırmadan sessizce oturuyordu. Genç kız ise sürekli konuşuyordu, sinsice derinden hareket ediyor, davetkar gözleriyle ona bakıyordu, sanki onu uzun zamandır tanıyormuş gibi özgürce, rahat davranıyordu. Bir kırlangıç gibi tatlı bir şekilde cıvıldıyordu. Bu hayalden uyanan Jarashan şu sözleri duydu:
– Biliyor musunuz, hayat geçicidir. Bugün – var, yarın – yok, öyle değil mi? – kız ona sorgular gibi bakmıştı.
Hafifçe gülümseyerek, yine de başıyla onaylamıştı:
– Hayır, katılmıyorum. Mesela, sizin gibi bir güzelliğe sahip olan için, böyle harika verilerle, harika bir figürle, muhteşem bir yüzle hayat geçici olabilir mi?
– Benim özelliklerimi fazla abartıyorsun, dedi – kız utanarak.
– Ama yine de hayat hızla geçiyor. Dedikleri gibi, “geçmiş ile gelecek arasında sadece bir an vardır.”
– Güzellik zamana tabi değildir! – diye coşkuyla haykırdı Jarashan. – Bilmek istersen, hızlı akan zaman gerçek güzelliğe hayrandır ve ona imrenir. Ve en azından bir an için zaman kırılganlığını, geçiciliğini unutur.
– Meğerse siz, bir filozofmuşsunuz! – diyerek güldü genç kız. – Muhtemelen, her kız sizi dinledikten sonra bir gün yaşlanacağını ve hayatının uçup gideceğini unutacaktır.
Jarashan kızın eline nazikçe dokundu, elini şefkatle okşadı.
Bir cevap yerine – ‘Tek kelimeyle harikasın’!, diye fısıldayarak, dudaklarını kızın narin parmaklarına dokundurdu.
Kız utanarak gözlerini indirip, güldü. Onun güzelliğinden başı dönen Jarashan, anlamlı bir ifadeyle şunları söyledi:
– Benzersiz bir çekiciliğe sahipsin, sende diğer güzellerden ayrılan bir incelik var. Sen özel birisin…
Bu sözlere kız gülümsemedi, ama kaprisli bir şekilde dudaklarını büktü:
– Kesin bunları, lütfen. Belki sadece size güzelim gibi geliyor, diğerlerinin dikkatini bile çekmiyorum.
– Hayır, hayır, öyle demeyin! İnan bana, sen gerçekten en güzelisin, bir benzerin yok. Sadece kendi kıymetini bil. Kendine iyi bak ve güzelliğine saygı duy.
Yüzünde ani bir gölge dolaştı genç kızın ve cevap vermeden bakışlarını uzaklara dikti. Görünüşe göre, onun sözleri, bir şeyler onu incitmişti.
Jarashan, bu akşamın kendisini benliğinden kopardığını, duygularını kontrol edemediğinin giderek daha çok farkına varıyordu. Seribek buna anında tepki vererek, hemen açık yüzlü kadına ima ederek fısıldadı:
– Amca senden hoşlandı. Onunla gider misin?
Kız başıyla onayladı. Bir süre sonra, Seribek’in ustaca taktiği ile eğlence mekanından uğurlanan çift, artık Jarashan’ın odasındaydı. O ise, güzel konuşma krizine dalmış bir şekilde, kıza olağanüstü güzelliği hakkında hayranlıkla sözler sarfediyordu. İlhamı bitmek tükenmek bilmiyordu, yüce sözleri aralıksız bir şekilde akıyordu ve sanki ona söylemek istediklerinin yalnızca yüzde birini ifade etmiş gibi geliyordu. Jarashan, bunlardan tekrar tekrar bahsetmek, onun içini kaplayan duyguların yoğunluğunu ifade etmek için en samimi, en canlı kelimeleri bulmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu.
Ancak, Jarashan’ın güzel konuşmalarından yorulan genç kız, konuşmacının sözünü kesti, şevkini soğuttu ve coşkulu hayranını göklerden günahkar dünyaya geri döndürdü.
– Affedersiniz, elbette, güzellik hakkında çok güzel konuşuyorsunuz, daha önce güzellik hakkında bu kadar çok kelime duymamıştım. Ancak, estetik üzerine bu çok ilginç dersiniz uzayacak gibi görünüyor, hatta bugün ve yarın da bitmeyebilir. Daha özel konuşmaya geçmenin zamanı gelmedi mi sizce?..
Sözlerini yarıda kesti ve utanarak mırıldandı, heyecanla kelimeleri bulmaya çalıştı:
– O halde… Ne demek istiyorsun?.. Bunu mu demek istiyorsun… Şey mi…
– Evet, onu kastediyorum… Kısacası, konuya gelelim…
Neden bahsettiğini tahmin eden Jarashan aceleyle yaklaştı, kızı belinden tuttu, sıkıca kollarına aldı ve yatağa çekti. Güzel kız nazikçe geri çekildi ve adamın ihitirasını bastırarak şakacı bir şekilde gülümsedi.
– Bir dakika… Bana, yani önce bir karara varalım. Her şeyden önce, anlaşmamız gerekir …
– Ne hakkında? – Jarashan aceleyle sordu. Ve tahmin ettikten sonra şaşkınlıkla ağzını açtı:
– Sen… bir para mı ima ediyorsun?
Kız başını salladı.
– Peki ne kadar?
– Elli dolar… Oldukça makul bir ücret.
– Hayır hayır! Şok olmuştu Jarashan, önünde bir canavar görmüş gibi bağırdı. – Yani… Böyle bir güzellikle… Böyle bir çekicilikle… Sadece bozulmuş olanlar vücudunu satar. Peki, sen… Senin entellektüel bir güzel olduğunu sanıyordum…
Güzel kız inatçılaşmıştı. Talihsiz ve saf hayranına, eğer ödeme gücüne sahip değilse, sarılmalar ve öpücüklerle ona dokunmanın bir anlamı olmadığını ve güzellik hakkındaki tüm konuşmalarının da beş para etmeyeceğini açıkça belirtti. Jarashan’ın kalbinde rahatsız edici bir şekilde ağrı belirmişti. İlhamının alevi sönmeye, küçülmeye, gri bir küle dönüşmeye ve bu kül tabakasının altında kaybolmaya başlamıştı. Yüce duyguların, güzellliğin vermiş olduğu sarhoşluğun yerine, güzelliğin büyülü dünyası için titreyen özlem yerine, ruhunda acı bir tat kalmıştı. Görünen o ki, hiçbir sır, harika bir gizem yoktu. Her şey tiksinti noktasına kadar banal bir şekilde basitti. O anda Jarashan’ın gözleri, en değerli şeyi kaybediyormuş gibi kapanmaya başlamıştı. Göğsünde her şey kabarıyordu, öfkeden ve iğrentiden yüreği yanıyordu.
– Sen… – zorlukla konuşmaya başlamıştı, uyuşukluğunu üzerinden atarak. ‘Sen… güzel vücudunu takas ediyorsun, vücudunu hiç utanmadan açık artırmaya çıkarıyorsun… Güzelliğini nasıl bu kadar acımasızca ayaklar altına alabilirsin?’ Neden böyle bir itinatsızlıkla, böyle bir alaycılıkla, güzelliğini ilk tanıştığın kişinin ayaklarına atıyorsun?
Kız utanmak yerine yüksek sesle güldü ve onun şaşkınlığını ve ezikliğini görünce daha da fazla kahkaha attı.
– Bugün aydan mı düştün yoksa ne? Hangi fantezi dünyasında yaşıyorsun?.. Kısacası – dinle. Zevk almak istiyorsan – parasını ödersin. Bu kuralı ben koymadım, bunu zaman belirlemiş. Ve zaman bizim yegane hükümdarımızdır…
“Hiçbir şey anlamıyorum,” dedi Jarashan şaşkınlıkla. – Yani, sence, vicdan azabı duymadan kolayca bir duyguyu, şefkati, insani bir duyguyu, bir güzellik duygusunu satabilir misin? Mesela, sana para ödersem, o zaman bana karşı tutku duyacak mısın, gerçekten bana karşı sevgi hissedecek misin? Tüm ruhunla teslim olacak mısın?
“Eh, bakarız,” diye omuz silkti güzel kız. – Önce bir öde…
– Ama bu bir taklit, zavallı bir sahtelik! Bu durumda aşık olmanın gerçek hissini bilebilir misin? Büyük şairlerin söylediği saf, kristal, güzel duygu nerede? – diye sordu Jarashan pes etmeyerek.
– Duygu! Duygu! Güzellik! Neden hep aynı şeylere takılıp kaldın?.. Şimdilerde duyguyu anlayacak ve güzelliği takdir edecek bir erkek mi kaldı? Bunu onlar umursamıyorlar. Herkes ve her şey hayatın kırılganlığının kölesidir. Burada herkes büyük bir iştahla lezzetli bir lokmayı kapmaya çalışır. Bunu anlayamayan birisi olarak nereden karşıma çıktın? Yüce değerler hakkında konuşuyorsun, ama kendin vücudumdan bedavadan zevk almak istiyorsun. Öfkesine hakim olamayan güzel kız, küçümseyici bir şekilde ona – ‘Ve sen ahlaktan bahsediyorsun’ diye haykırdı.
Mahzunlaşan Jarashan o anda zavallı bir izlenim bırakmıştı. Bir duraklamadan sonra umutsuzca haykırdı:
– Tanrım, ne kabus bir zamanda yaşıyoruz, duygular bile pazarlık konusu olmuşsa!
Kızın yüzüne bakmadan, artık söylenecek başka bir şey olmadığını açıkça ifade edercesine eski, ezilmiş koltuğuna çöktü. Genç kız ise, üstüne hiç alınmadan, çevik bir şekilde oturduğu yerden fırladı ve aceleyle giyinmeye başladı. Hareket halindeyken düğmelerini ilikleyen kız, dişlerinin arasından alaycı bir şekilde fısıldadı:
– Öf! Ne çok zamanım boşa gitti…
O anda, Jarashan hiçbir duygu hissetmiyordu, son zamanlarda tutkuyla yanıp tutuşan ruhu donmuş gibiydi.
Daha sadece bir veya iki saat önce hayran olduğu ve aklını yitirecek derecede aşık olduğu kişinin bir iz bile bırakmadan kaybolduğuna bakmadan: ‘Duygu!.. Pazarlığın konusu haline gelen duygu …” diyerek – umutsuzca ve acı bir şekilde serzenişte bulundu.
Jarashan, sanki dayanılmaz bir yük tarafından eziliyormuş gibi, omuzlarını istemsizce indirerek sarkmış bir halde oturmuştu. Ve kalkmak, uyuşukluktan kurtulmak için kendisinde güç ve istek bulamıyordu.
“İnsan imajı, dış özelliklerin, düşüncelerin saflığının, karakter özelliklerinin, gerçek duyguların bir kombinasyonundan oluşur ve eğer sıradan bir ölümlü bu nitelikleri ve erdemleri kaybederse, o zaman ne olur?
Kendisinin en emin olduğu görüşlerinde bu şekilde acımasızca aldatılmış olarak hayale uğrayan Jarashan, insan denilen varlığın, ne kadar çekici bir dış güzelliğe sahip olsa da, ahlaki temellerden ve katı prensiplerden mahrum olması durumunda, onun eninde sonunda itici bir etki yaratacağını ve tiksinti doğuracağını acıyla düşündü.
Ağır bir şekilde içini çekti. Bu, onun ruhunu karıştırarak çekip giden güzel kızla birlikte, bu ölümlü ve tezatlar dünyasında güzel, büyülü ve harika olan her şeye yürekten olan inancını anında kaybeden duygusal ve acı çeken bir kişinin iç çekişiydi.
Tüyleri diken diken olmuştu. Bu durum, şiddetli rüzgarların ve çatırdatıcı soğukların etkisinden değil, başka bir şeyden ortaya çıkmıştı…
* * *…İnsanların güzelliğin cazibesine boyun eğmeyi bırakmakla kalmayıp, aynı zamanda alaycı bir şekilde bir kızın onurunu açık artırmaya çıkardığı, içinde bulunduğumuz çağın görünümüne dikkatlice bakın! İğrenç görünümüne yakından bakın, Mirza Jarashan!
İşte, sana gerçek hayat…
DOĞUM EVİ POLONEZİ
Doğumdan önceki sıkıntıların zorluğuFiruza’nın morali bozuktu. Ve doğum evinin kapısından girer girmez bu durum daha da belirginleşmişti .
Ama bugün, öyle görünüyor ki, durumu biraz daha iyiye doğru değişmişti. Dünkü gibi değildi. Belki de bu yüzden Firuza karamsar düşüncelere dalmamıştı, son zamanlarda çok baskı altında olduğu gerçeğinden kendini uzaklaştırmaya çalışıyordu. Daha bir kaç gün önce, şiddetli ağrıları ortaya çıktığında, ruhunda, ne pahasına olursa olsun, rahmindeki istenmeyen ceninden kurtulma kararı vermişti. Gün batımından önce, alacakaranlıkta başlayan doğum sancıları Firuza’ya dayanılmaz geliyordu. Tombul bir Tatar olan ev sahibesi, onu böyle içler acısı bir durumda bulunca, bir kadın olarak içtenlikle endişelenmeye başlamıştı:
– Ah canım, yüzünde renk kalmamış, doğumunun çok yakın olduğunu hissediyorum… Yani bekleyecek ve zaman kaybedecek bir şey yok, ambulans çağırmak gerekiyor…
Ve ev sahibi kadın hiç tereddüt etmeden hemen acil servisi aradı. O olmasaydı, Firuza doğumun yakında başlayacağını düşünemezdi bile. Ama tombul ev sahibesi bu kadar telaşlanınca Firuza’yı da bir korku almıştı, bu yüzden ambulans çağırmayı kabul etmişti.
Ev sahibesinin tavsiyelerini her zaman dinlerdi. Ve bu da sebepsiz değildi. Hamileliğini öğrenir öğrenmez ve bu sırrını saklamaya çalışırken, Firuza acilen kendine bir daire aramaya başlamıştı. Günlerce tüm sokakları bir aşağı bir yukarı şekilde umutsuzca dolaşmıştı, ta ki bu Tatar kadına rastlayıncaya kadar.
– Evim rahattır. Küçük çocuk yok. Yalnız yaşıyorum, kendi odan olacak, bu yüzden daha iyisini bulamazsın ”demişti ev sahibesi.
O günden sonra Firuza ve Tatar kadın aynı çatı altında sakin ve dostane bir şekilde yaşadılar.
İlk başta, ev sahibesi hiçbir şeyden şüphelenmemişti, ancak birden kiracısının karnının gözle görülür şekilde yuvarlak bir şekil aldığını görünce gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı:
– Aman Tanrım! Demek sen… hamileymişsin!
‘Evet, öyle oldu işte…’ Firuza, bunu daha fazla saklayayamacağını anlayarak utanmıştı.
Bununla birlikte, ev sahibesi – iyi kalpli biriydi – kiracısını evi tutarken hamile olduğunundan bahsetmediği için azarlamadı. Aksine, buna sempatiyle, kibar bir şekilde tepki gösterdi, akrabasıymış gibi koruyucu davrandı ve moralini yükseltmeye çalıştı:
– Gören de bir felaket oldu sanır! Çocuk – en değerli servettir. Ayrıca, olan biten her şey onun suçu değildir. O halde tereddüt etme, vazgeçme, doğur çocuğunu! Mutlaka doğur! Bu durumda olan ilk sen değilsin!
Ev sahibesinin bu kadar yardımsever ve sıcak tavrı, ruhunu ısıtmış ve talihsiz kıza güç vermişti. Kim bilir, şefkatli bir Tatar kadınının yerinde başka bir kadın olsaydı, kayıtsızca nasihat ederdi: ‘Neden ellerini bağlayacaksın ki? Kürtaj yaptır ve bu dertten kurtul!’ – o zaman Firuza, belki de böyle yapmak isteyecekti…
Ve genç yaşamının bu zor döneminde tam da bu sempatik kadınla tanışması ne kadar iyi olmuştu. Kiracısının hamileliğini öğrendikten sonra hemen onu eğitmeye, pratik tavsiyelerde bulunmaya başlamıştı:
– Hamilelik sırasında canım, ani hareketler yapmamalısın. Kendine dikkat etmelisin, ağır şeyler kaldırma. Kendine iyi bakacaksın – o zaman bebek beklendiği gibi gelişir – diyerek bir anne bilgeliğini onunla paylaşıyordu.
İlk aylarda, karnında kolik ağrılar olduğunda, hiçbir sebep yokken, başı sık sık dönüyordu, ev sahibesi Firuza›yı sakinleştiriyordu:
– Sabırlı ol canım. Bunlar olur. Korkacak bir şey yok. Ancak dokuzuncu ayda biraz daha zor olacaktır. Özellikle sancılı spazmalar…
…Ve şimdi, öyle görünüyor ki, Firuza’nın çok korktuğu, o uzun zamandır beklenen sancılar başlamıştı. Çok şükür, ev sahibesi o anda yanında bulunuyordu. Kader buydu ki, bu iyi huylu ve sevecen kadın kendi hayatında talihsiz bir insandı. Firuza’nın yaşlarındayken iki kez hamile kalmış, ancak hiçbir zaman anne olamamıştı- her iki bebek de anne karnında ölmüştü. Sonra da kocası bir araba kazası geçirmiş ve bu kazada ölmüştü. Ve anne mutluluğunu yaşamak kısmet olmadan, kalbindeki acıyla yıllarca yalnız yaşamak durumunda kalmıştı. Allah ona çocuk vermemiş, hiç değilse bu zavallı kızcağız, inşallah çaresizlikten aptalca bir şeyler yapmaz da sonradan pervasızlığı için pişmanlık duymaz, diye düşünüyordu.
– Çocuk, Yüce Allah’ın bir armağanıdır. Doğum yapmalısın. Çocuk çabuk büyür ve bu yükün ileride sana nasıl destek olmaya başladığını fark etmezsin bile.
Bu sözler Firuza’yı büyük bir güçle teselli etmişti.
Ambulans oldukça hızlı bir şekilde gelmiş ve sokakları tiz bir siren sesiyle sağır edercesine hamile kadını doğum evine teslim etmişti. O geceden beri Firuza iki gündür buradaydı ama bu yükten henüz kurtulmamıştı.
Ağrısı biraz dinip sağlığı düzeldiğinde, kız koğuşta doğum yapmaya hazırlanan başka bir kadın daha olduğunu fark etti. Bu yaklaşık otuz beş-kırk yaşlarında, saçları paspas gibi darmadağınık bir kadındı. Her yöne doğru uzanan bu saç tellerine hiç tarak değmediği izlenimi veriyordu. Geleceğin anneleri tanıştılar. Büyük olanın adı Fatima idi.
‘Sen, canım, görünüşe göre, buraya erken gelmişsin,’ diye seslendi bir uzman havasıyla. – İlk doğum sancıları çoğunlukla aldatıcıdır. Bir süre daha evinde, sıcacık yatağında kalsan daha iyi olurdu. Ne de olsa, burası bir doğum evi… Her zaman gürültülü… Ve bu kargaşada gerçek doğum sancılarını bile gözden kaçırabilirsiniz. Böyle durumlar da oluyor.
Firuza neredeyse kahkahayı patlatacaktı. ‘Ev, sıcacık yatak’… Görünüşe göre, anne babasının evinden geldiğini sanıyordu… Sadece bir yatak için yeri olan küçük ve sıkışık bir odada yaşadığını bilseydi. Ancak, Fatima bunu nereden bilebilsin ki? Doğum evindeki koğuşta bütün gün gürültü olmasına rağmen, koğuş Firuza’ya neredeyse bir cennet köşesi gibi görünüyordu. Temiz yatak… Bedava yemek…
– Bu arada, daha önce doğum yapmış mıydın? diye sordu Fatima. – Yoksa ilk doğum mu?
– Daha önce mi? Ben mi? Firuza ürpermişti. – Ben daha gençim… On dokuzuma daha bu yıl gireceğim…
‘Pekala, peki’ diye kıkırdadı Fatima. – On dokuz, diyor! Bu ilk doğum için küçük bir yaş mı? Bu on altı-on yedi yaşındakilerin neler yapabildiklerini bilmiyormuş gibi konuşuyorsun… İşte, geçenlerde on beş yaşında bir genç kızın buraya karnı burnunda geldiğini duydum… Bu genç ve erken gerçekten!
Firuza tiksintiyle yüzünü buruşturdu:
– Neden bahsediyorsunuz? Bu olamaz! Eğer bu doğruysa…
– Tabii ki doğru! Dahası! Çok yakın zamandaydı… Daha bir lise öğrencisi… Kabahatini ebeveynlerinden gizleyerek gizlice doğum evine gitmiş ve şöyle demiş: ‘Cenini bir an önce rahmimden çıkarın, yoksa derse geç kalacağım’…
– Ah, ne ayıp! Bu doğru mu sahiden?
– Doğru! Neden yalan söyleyeyim?
Firuza arkasını dönmüştü: Bu tür hikayeleri dinlemek onun için hoş bir şey değildi. Ancak Fatima pes etmedi. Şimdi de başka bir şey hakkında öğretici bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
– İlk hamilelik büyük bir sınavdır. Anne adayı psikolojik olarak ona hazır olmalıdır… Kapsamlıca… Ne de olsa artık küçük bir kız değilsin, genç bir kadınsın, günden güne anne olacaksın. Yani hayatta seni büyük değişiklikler bekliyor. Ve bunu tüm benliğinle kavraman gerek… Bü yükün altından kolayca kalkman için sadece olumlu olarak düşünmelisin, ilk yavrunun geleceğine dair tahminlerde bulunup hayaller kurmalısın, onun büyüdüğünde nasıl biri ve ne olacağını, hayatta hangi yolu seçeceğini zihninde canlandırmalısın… İşte o zaman nasıl doğum yaptığını farketmezsin bile.
Bu sözler Firuza’nın hoşuna gitmişti ve komşusuna döndü.
– Abla, söyle bana, doğum yapmak zor mu olacak?
‘Neden zor olsun ki’ Fatima küçümseyici bir şekilde gülümsedi. – Zor mu, diyor! Neden zor olsun? Esas zor olan kasılmalardır. Onlara direnirsen, doğumu normal şekilde geçirirsin. Sadece cesur olmalısın…
‘Eğer dediğiniz gibiyse’, Firuza rahatlayarak içini çekti.
– Hayır, başka ne söyleyeceğimi dinle. Kasılmalar farklıdır. Örneğin, senin kasılmaların hayatındaki ilk olanlardır. Ve çoğu zaman yanıltıcıdırlar… Gelip geçerler. Hiçbir şey olmamış gibi. Ama gerçek kasılmalar geldiğinde…
– Peki, sonra ne olur?
– O zaman anlarsın! Ancak, sabredersen…
– Dayanırım! Oğlum için her şeye katlanırım…
– Ah, donup kaldım! Ah, sen daha bir çocuksun!.. Önce söyle bana, orada, ana rahminde bir oğlun olduğunu nereden biliyorsun, ha?
– Biliyorum!
– Nereden?
– Ultrason filminden.
Bak sen şu işe… Devir hızlılar devri! Daha doğurmadan her şeyi biliyorsunuz. Bizim gibi değil… Koca bir karınla, kız mı, oğlan mı taşıdığımızı bilmeden, doğum anı gelene kadar tahmin yürüterek zamanımızı geçirirdik. Şimdi siz gençler, her şeyi önceden biliyorsunuz …
– Abla, buradaki konu gençliğin atikliği ile ilgili değil. Artık zaman farklı. Teknolojik ilerleme çağında hamilelik geçiriyoruz. Bilgisayar çağı geldi…
– Ah, saf kız, bu aptal bilgisayar hakkında konuşmayı bırak. Onun yüzünden çocuklar aptallaşıyor, gergin oluyorlar, gözleri bozuluyor…
– Öyle düşünmemelisiniz! Bilgisayar çağın büyük bir başarısıdır. O olmadan gelecek yok. 21. yüzyıl bilgisayar yüzyılı…
– Amma da laf ettin!.. ‘Onsuz gelecek olmaz’ diyorsun… Kazakların tüm sorunları, onsuz yüzyıllarca mükemmel bir şekilde hayatlarını idrak ettiklerini düşünürsek, bu bilgisayarlara mı dayanıyor?
– Aynen böyle! Bu çağın talebi. Bilmek isterseniz, söyleyeyim, şimdi genç bir uzmanı, isterse üç diploması olsun, bilgisayar kullanamıyorsa hiçbir yerde işe almıyorlar. Artık talepler böyle.
– Bununla şunu mu demek istiyorsun? Deneyimli bir muhasebeci olan ben, aptal bilgisayarı kullanmayı bilmiyorsam, o zaman iş bulamayacak mıyım?