Книга Kestaneler Altında - читать онлайн бесплатно, автор Yakup İsmail
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kestaneler Altında
Kestaneler Altında
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kestaneler Altında

İsmail Yakup

Kestaneler Altında

KESTANELER ALTINDA

Ders yılı açılış töreninden sonra meslektaşlarımla birlikte öğretmenler odasında toplanmıştık. Hepimiz heyecan içindeydik. Öğrenciler de, öğretmenler de tatil boyu hiç görüşmemişler ve birbirlerine anlatacak pek çok anı biriktirmişlerdi. Ben de heyecanlıydım. Öğretmen okulunu henüz bitirmiş, acemiliğimin içimde uyandırdığı ürkeklik ile pek de küçük olmayan bu Rodop köyüne ilk defa ayak basıyordum. Burada hiç tanıdığım yoktu. Yani benim hissettiğim diğerlerinin heyecanından hem daha farklı hem daha büyüktü. Bu yabancı köyde konuşacak, dertleşecek, kimseyle iletişim kurabilecek miydim? Meslektaşlarım nasıl kabul edecekti beni? Ya öğrenciler?

Dışarıda başlayan heyecan sınıflarda, derslerden sonra ise öğretmen odasında devam etti. Bütün öğretmenler ilk ders gününde derslerini bitirip tekrar bir araya geldiğinde müdür kapıdan içeri girdi ve “Ders yılına iyi başladık,” dedi. “Okula gelmeyen öğrencimiz yok. Açılış töreni de güzel oldu. Bediî programa iştirak eden çocuklar birkaç gün içinde çok güzel hazırlanmışlar. Şiirler, şarkılar, hepsi yerinde. Bu işi üzerine almış olan arkadaşımızı hepimizin adına tebrik eder ve kendisine teşekkür ederim. Hepinize yeni ders yılında büyük başarılar dilerim. Tahsilini henüz bitirmiş ve mesleğine bizim okulda başlayan yeni arkadaşımızla hepiniz artık tanıştınız. Ona da mesleğindeki bu ilk adımlarında başarılar dilerim.”

Onun ardından köy muhtarı da girdi içeri. O, çok heyecanlı bir konuşma yapmıştı törende. Şimdi yanımıza geldiğinde, yeni ders yılımızı bir daha tebrikledi:

“Bütün ders yılı boyunca hepinize yüksek başarılar dilerim. Köy halkı bu yıl daha bir dikkatli. Okulumuzun bu ilk ders günü için herkes çok heyecanlı. Öğrencisi olan komşular da geldi, olmayanlar da.”

“Madem Sessiz Ali de buradaydı…” dedi arkadaşlardan biri. Bunu duyunca diğerleri bayağı gülüştüler. Takdir mi ettiler o geleni, yoksa alay mı, pek anlayamadım.

“Kim bu Sessiz Ali?” diye sordum yavaşça yanı başımdaki meslektaşa. Eliyle işaret etti “Sabret, sonra anlatırım” der gibiydi.

Biraz daha oyalandık öğretmen odasında. Müdür en yakın zamanda halledilmesi gereken sorunlar üzerine konuştu ve yarından itibaren ders yılı boyunca bizlere tekrar başarılar dileyerek çıktı.

Birkaç dakika içinde okul boşalıverdi. Herkes evinin yolunu tuttu. Bir ben kaldım öğretmen odasında. Muhtarın da yardımıyla oda kiraladığım eve mi gideyim, yoksa lokantaya öğle yemeğine mi, diye tereddüt ettim durdum birkaç dakika. Saate baktım. Yemeğe daha çok erkendi. Postaneye gitmeye karar verdim. Ev sahibinden sonra bu köyde ikinci tanıştığım insan postane şefi olmuştu. Açık kalan kapıdan beni görmüş olacak ki, hemen seslendi:

“Buyur öğretmen, buyur! Gel de konuşalım! Nasıl geçti ilk ders günü? Çocukların hepsi geldi mi? Bayan öğretmenlerle tanıştın artık, değil mi?”

‘Bu postacı bayağı konuşkan galiba,’ diye geçti aklımdan. Daha dün ilk kez görüşmüştük.

“Evet, iyi başladık,” dedim. “Çocukların hepsi geldi. Hasta falan yok. Bundan sonra hep böyle iyi devam ederiz inşallah. Bir şey sorsam, müsaade eder misin?”

“Evet?”

“Gazete satıyor musunuz? Herhangi bir gazeteyi okumak istesem nereden bulabilirim?”

“Ne gezer. Gazete satan yer sadece kasabada, belediye merkezinde var. Burada biricik vasıta abone olmak. Şimdi abone olursanız gelecek ayın birinden itibaren gazeteniz gelmeye başlar.”

“Tamam. Yaz: “Posta” ve “Edebiyat”.

Bizim postacı hemen kavradı kâğıdı kalemi:

“Olur. Derhal… Posta…ve… Edebiyat… Bunca yıldan beri “Edebiyat” gazetesi yalnız bir kişi alıyordu bizim köyde: Sessiz Ali. Siz ikinci kişi oluyorsunuz. Artık iki “Edebiyat” gazetesi gelecek köyümüze. O da on yıldan fazla bir zaman sonra… Bu gazeteyi okumaya başlayınca siz de Sessiz Ali gibi olmayasınız hey…! İşte makbuzlar.

Bundan sonra ayın sonunu beklemekten başka yapacağınız bir şey kalmadı.”

Hakikaten de çok konuşuyor bizim postacı. O da Sessiz Ali’yi anıyor. Hem de alaylı bir şekilde.

“Nasıl bir insan bu Sessiz Ali? Ne yapıyor bu adam da onun gibi olmamamı tembihliyorsunuz? diye sordum.

“Adından belli! aylarca sesini duyan yok. ‘Edebiyat’ gazetesini okumaktan başka bir şey bilmiyor.”

“Edebiyat’ gazetesini okumak kötü bir şey mi yoksa?”

“Ne buluyor onda yahu! Haber yok, fıkra yok, spor haberleri yok, bulmaca yok… Bunca sene Sofya’larda süründü durdu, bir ‘Edebiyat’ gazetesini okumayı öğrenebilmiş işte.” dedi.

Postacı ile kafa tutmaktan vazgeçtim. Öğle yemeğine gideyim dedim kendi kendime.

Sakin, güneşli bir eylül günüydü. İnsanın lokanta içinde durası gelmiyordu doğrusu. Benden önce gelmiş olan üç-dört kişilik bir grup çıkıp taraçadaki masalardan birine yerleşmişti. Ben de öyle yaptım. Diğerlerinden uzak bir masa seçtim ve oturdum. Hemen gelen garsona yemek için ne var diye sordum.

“Izgara. Başka bir şey yok.” cevabını verdi. “Tamam dedim, öyle olsun.”

“Izgara hazır oluncaya dek bir bira?” diye sordu garson. “Kahve. Bira da olur ama yemekle birlikte.” dedim. Şoka girmiş gibi baktı bana doğru. Sonra toparladı kendini, “tamam” dedi ve uzaklaştı.

Diğer masada insanlar biraların tesiri altında olduklarından herhalde, hararetli bir şekilde konuşmaya başlamışlardı. Arada sırada beni seyrediyorlarmış gibi hissediyordum. Buranın yabancısıyım, dikkatlerini çektim herhalde dedim içimden ve etrafı seyre daldım.

Taraçadan köy içi çok iyi görünüyordu. Yukarı doğru uzanan ve köyden şehre giden yola karışan sokakta giden gelen insanları, otomobilleri rahatça seyredebiliyorsun. Aşağı tarafa doğru giden sokak ise köy altında bulunan ve kuraklıktan artık yeşilliğini kaybetmiş olan çayırlara kadar uzanıyor. Oturduğum yerden görünen merkez sokak olsun, yan sokaklar olsun, hepsi asfalt döşenmiş. İçimden “işte bu köyde geçireceğim öğretmenliğimin ilk yılını.” dedim.

“Burası bizim insanlar için durak yeri,” dedi kahveyi getirmiş olan garson. “Kentten günde dört defa gelen otobüsü bekleyenler de burada oturuyor, akşamları otlaktan dönen inekleri, koyunu, keçiyi karşılamaya çıkanlar da.”

Hakikaten de az sonra köyün üst tarafında otobüs sesi duyuldu. Taraçanın diğer ucundaki gürültülü masa biranda boşalıverdi. Ama sakinliğe sevinmeme zaman kalmadan bir hoparlör ilkin hafifçe çatırdar gibi oldu. Sonra birdenbire mümkün olan en yüksek sesle artık saatin on iki olduğunu bildirdi. Hemen ardından da spiker öğle haberlerini okumaya başladı. Ben dikkatle haberleri dinlerken postacı yanıma yanaşıp müsaade istedi.

“Buyurun,” dedim ve yanı başımda duran sandalyeyi gösterdim.

Sonra da içimden sessizliğe vakit yok diye geçirdim. Bilmişim de: “Garson, iki bira!.. Üç olsun! Sen de gel, otur yanımıza! Bugün öyle de böyle de müşterin olmayacak. Hem gel de yeni öğretmenle tanış!” diye bağırdı postacı.

Sonra bana döndü, biraz daha alçak sesle devam etti:

“Bugün şehirde pazar var. İşi olan da gidiyor, olmayan da. Eli ayağı tutana cuma günü şehre inmek mecbur gibi bir şey.”

Garson çevik bir oğlanmış meğer. Postacının dediklerini derhal yerine getirdi ve şişeleri çabuk elden açtı. Postacı devam etti:

“Tanış yeni öğretmenle! Dün geldi. Ha şimdi şerefimize!” diyerek şişeler tokuşturuldu. İster istemez ben de içtim.

“Öğretmen daha dün geldi ama gazeteye bile abone oldu!” “Hem de ‘Edebiyat gazetesine’ diye ekledim içimden. O da yüksek sesle tekrarladı zaten:

“Hem de ‘Edebiyat’ gazetesine!”

“Sessiz Ali gibi,” dedim içimden. Postacı da arkamdan tekrarladı:

“Sessiz Ali gibi!”

İçimden gülmek geliyor ama kendimi tutuyordum. “Hem de yıl sonuna kadar!” dedim. Postacı hemen tekrarladı: “Hem de yılsonuna kadar!”

Bu defa korktum doğrusu. Bu postacı içimden geçenleri bir bir okuyor mu ne? Onun yanında galiba hiçbir şey düşünmemek gerekecek!

Aşçı gişe camını tıklattı. “Siparişler hazır!” dedim içimden. “Siparişler hazır!” diye haykırdı aşçı.

‘Ne oluyor burada yahu!’ diye sordum içimden. ‘Ben mi başkalarının düşüncelerini okuyorum, yoksa etrafımdakiler mi benim düşüncelerimi okuyup tekrarlıyor bu köyde!?”

Garson yemekleri getirdi ve kısa bir zaman için de olsa masaya sessizlik çöktü. Yemekler biter bitmez postacı durur mu yine konuşmaya başladı:

“On dakika sonra kalkmam gerekiyor. Her gün devlet radyosundan verilen öğle haberlerini hoparlör vasıtasıyla halka iletmekle vazifeliyim. Nasıl, çok iyi duyuluyor değil mi? İnsanların kulaklarını doldura doldura anlatıyor anlatan. Hem radyosu olmayan dinlesin hem de saati doğru gitmeyen on ikide saatini ayarlasın devlet saatine göre. Ama öyle değil mi?”

“Öyle,” dedim ister istemez.

Az sonra kalktı, gitti. Hoparlör de sustu. Ben de rahatladım. “Oh be, dünya varmış.” dedim. Derin derin nefes aldım. Bir süre sonra garsona gelmesi için elimle işaret ettim. Hesabı öderken:

“Kim bu Sessiz Ali? diye sordum. Dudak büktü:

“Adı üstünde sessizin biri. Enayi desem enayi değil; çok okumaktan aklına bir şey olmuş desem, o da yalan. Başkalarının dediği kadar boş kafalı değil bence. İnsanların bilmediği, anlamadığı bir derdi var belki. Köyümüzde kaldıkça bir şeyler görür, duyar ve öğrenirsiniz işte.”

“Yemekten önce bira yerine kahve içeceğimi söylediğimde şaşırdınız gibime geldi.”

“Bizim köyde kahve sade sabahları içilir. Başka saatlerde…” “Yalnız Sessiz Ali içer değil mi?”

“Evet,” dedi garson yine o şaşkın bakışlarıyla ve usulcacık uzaklaştı oturduğum masanın yanından. Ben de bir defa da olsa yabancı bir kimsenin düşüncelerini okuyabilmiştim!

Bu köye gelişimin dördüncü yahut beşinci günüydü. Yine lokantanın taraçasına oturmuş, öğle kahvesini içiyordum. Bugün altı saat dersim vardı ve okuldan biraz daha geç çıkmıştım. Otobüs artık kente varmış, postacı çoktan iş yerine dönmüştü. Şimdiye kadar köy içinde karşılaşmadığım, otuz beş kırk yaşlarında biri geldi ve taraçanın en uzak köşesindeki masaya oturdu. Garson hemencecik kahve dolu fincanı yetiştirdi önüne. Büfeye doğru uzaklaşırken göz attı bana sanki yeni geleni gösterir gibi. Anlayamadım ne demek istediğini.

Oturduğum yerden köy içini seyre daldım yine. Evlerin çoğu yeni yapılmıştı. Sokaklar oldukça temizdi. Öyle çok fazla gezinen de yoktu.

Kır işleri henüz bitmemiş. Kimileri son tütün yapraklarını topluyor, kimileri ise topladığını evde bir gölgeye oturmuş, dizmeye çalışıyordu. Şehirdeki fabrikalara çalışmaya gidenler de az değildi anladığıma göre.

Arkamdaki masada kâğıt oynayanların sesi geldi kulağıma. İstemeyerek dönüp baktım. Az önce gelen adam, önüne bir gazete açmış hem sayfalarını yavaş yavaş çevirerek yazıların başlıklarını gözden geçiriyor, hem de kahvesini yudumluyordu. Gazetenin başlığı ilişti gözüme bir ara: EDEBİYAT. Yani Sessiz Ali dedikleri kişi şu an karşımda oturuyordu! Buraya geldiğimden beri adını hemen hemen her gün duyduğum şahıs. Zayıf ve biraz uzun boyluydu. Saçlarını da geri doğru taramıştı. Belli ki, elbiseleri her gün ütü, görüyor… Alnında artık birkaç kırışık belirmiş. Yüzünde sanki dargınmış gibi ne üzüntü ne de herhangi bir memnuniyet ifadesi hakimdi. Anlaşılması meçhul bir ifade işte.

O günden sonra hemen hemen her öğle onu lokantada kahve içerken ve gazete sayfalarını karıştırırken görüyordum. Daima aynı masaya, hatta imkân dahilinde aynı sandalyeye oturuyordu. Sessizce geliyor, sessizce gidiyordu. Kimselerin masasına gitmiyor ama başkalarının onun yanına gelip oturduğu oluyordu, o da başka boş yer bulamamışlarsa. Kimseyle konuşmuyordu. En azından ben hiç duymadım. Hatta garsonla bile. Oturur oturmaz kahvesi geliyordu. İçerisi tenha ise saatlerce oturuyor, gazetesini sakin sakin okuyordu. Müşteriler kalabalık ise çabucak kalkıp gidiyordu. Kim bilir, kalabalıktan ve gürültüden mi hoşlanmıyordu, yoksa yer işgal edip de müşterilere ve lokantacıya engel olmak mı istemiyordu? Garsonu bir kez olsun beklemiyor, gereken parayı kahve fincanının yanı başına bırakıp gidiyordu.

Artık buraya geleli iki ay olmuştu ve hemen hemen bütün köy halkını tanıyordum. Kim ne işle uğraşıyor, kim hangi sokakta, hatta hangi evde oturuyor, biliyordum. Elbette ki, öncelikle öğrencilerin hanelerini öğrenmiştim. Sonra gençlerin. Kimisiyle kahve içerken, kimisiyle futbol alanında, kimisiyle gençler kulübünde kitap ve dergi karıştırırken yahut yine satranç oynarken tanışmıştık ve en nihayet tanımadığım kimse kalmamıştı köy içinde. Yalnız işte şu Sessiz Ali dedikleri beyefendiyle senli benli değildik hala. Köy yerinde herkes herkesi tanıdığı için kimse kimsenin yanından selam vermeden geçmiyordu. Bu kaide icabı ve evvelki alışkanlık üzere ve daha küçük gibi Ali ağabeyle karşılaştığımda ona daima selam veriyordum. İlk zamanlarda cevap veriyor muydu, vermiyor muydu, pek fark edemiyordum. Ama sonra sonra sesini hafif de olsa duymaya başlamıştım.

En nihayet bir gün lokantada onu yalnız yakaladım. Artık havalar soğumuş, müşteriler o kadar çok tercih ettikleri taraçayı terk etmişlerdi. Ali ağabey yine yapayalnız oturuyordu. Önünde gazete, yanı başında kahve fincanı. Taze getirilmiş herhalde ki, dumanı üstünde tütüyordu.

“Merhaba Ali ağabey,” dedim ve oturabilir miyim diye sorar gibi baktım. Onun masasına oturmaya iyice kararlı olduğumu, benden kurtulamayacağını anlamışçasına baktı ve karşısındaki boş sandalyeyi eliyle işaret etti, “Buyur, otur” der gibi.

Oturdum. Garsonun getirdiği kahveden bir yudum aldım. Sonra pencereden dışarı bakarak:

“Havalar soğudu. Çok gitmez bu yel, bu bulutlar, güz yağmurlarını getirir artık.” dedim. “Evet, zamanı artık,” diye cevap verdi alçak ve sakin ses tonuyla.

“Zamanı. Kasım çoktan geldi geçti.” dedim. Sonra ikimiz de sustuk. Hem de uzunca bir zaman. Kahvelerden birer ikişer yudum aldık. Susmayı daha fazla devam ettirmemek için sordum:

“Hangi gazeteyi gözden geçiriyorsun?”

Gafil avlanmışçasına bir ifade kapladı yüzünü. Hatta kızarır gibi oldu. Gazetenin bir tarafını hafifçe kaldırdı, “İşte bak, gör” der gibi. Gördüm ben de. “Edebiyat” gazetesi.

“Enteresan bir şey var mı?”

Cevap yok. Yalnız dudaklarını büktü “Kim bilir?” der gibi. O sustu, ben de aynı. Ne o, ne de ben konuşacak bir konu bulamıyorduk. “İç kahveni, sorup durma.” dedim kendi kendime ve pencereden dışarısını seyre daldım. Artık kalkmaya niyetlenmiştim ki o, benden acele davrandı. Gazeteyi dörde katlayıp cebine soktu, kalktı ve kapıya doğru gitti. Ardından garson elinde iki bira şişesiyle geldi. “Benden mi kaçtı?” diye sordum.

“Bilir miyim senden mi, benden mi?” diye cevap verdi garson omuzlarını silkerek ve ekledi: “Bayağı konuştunuz. Birer bira içeriz değil mi?”

“Olur.” dedim.

Gülümsedi cevabımı duyunca.

“Sessiz Ali gibi kahveden başka hiçbir şey içmeyi bilmiyorsunuz sanmıştım.”

“Ama yine de bira teklifinde bulundunuz.” “Napayım gelen giden yok, canım sıkıldı.” “Aç biraları. Hem içer hem konuşuruz.”

Konuştuk hakikaten de. Anladım ki, gencinin de yaşlısının da dilinde Sessiz Ali. Sessiz Ali demek suskun kişi demek, kahveden başka bir şey içmeyen demek. Okuyacak başka gazete bulamayıp da “Edebiyat” ı okuyan demek. Lokantada ayrı masaya oturan demek… Adamın her tutumu alayla karşılanıyordu bu köyde. Ama neden suskun duruyor, neden her karşıladığı kimseye sadece baş eğmekle selam veriyor? Neden kalabalığa karışmıyor? Bunları soran yok. Hakikaten de neden acaba? Köy burası, hem de ne kadar küçük. Herkes herkesle senli benli. Aralarında kavga edenler bir, iki, bilemedim üç gün kin tutuyorlar, dördüncü gün birbirlerini af ediyorlar ve hemen birlikte bira yahut kahve içmeye oturuyorlar. Şakası da, sohbeti de yeniden başlıyor. Ali ağabey bunların hepsinden uzak. Bugüne kadar hiçbir kimseyle kavga etmemesine rağmen ne sohbet ettiği var ne de şaka yaptığı. Hiç mi derdi yok, hiç mi dertleşeceği insan yok bu köyde, neden böyle uzak duruyor herkesten? İşte bu sorular yoruyordu kafamı bir hayli zamandan beri. Bunları garsona da açacak oldum. Bana:

“Ama yine de bayağı konuştunuz.”

“Ne konuşması? Bir cümle ben söyledim, bir cümle o!” “Sen ne söyledin, o ne cevap verdi?”

“Merhaba Ali ağabey, oturabilir miyim?” diye sordum.

“Büyük yanlışlık yapmışsın Öğretmen Bey, çok büyük yanlışlık!” “Nasıl yani?”

“Onun adı Ali değil ki!” “Ne?!”

“Onun adı Hayri! Ali takma adı. Başkalarının uydurması. Ali deyince bayağı gücenmiştir!”

Günlerce üzüldüm yaptığım yanlışlığa. Nasıl olmuştu da hakiki adını hiçbir kimsenin ağzından işitmemiştim!? Hiç kimse mi onun hakiki adını anmamıştı benim yanımda? Onun yüzüne nasıl bakacaktım bundan sonra? Ne yüzle çıkacaktım onun karşısına?

Günlerce Hayri ağabeye görünmemeye çalıştım, günlerce onun gittiği saatlerde lokantaya uğramadım, günlerce onun geçtiği sokaktan geçmemeye çalıştım.

Yine bulutlu, soğuk bir gündü. Kar yağdı yağacak. Kuzey rüzgârı sokağa her çıkanın yüzünü yakıyor, gözlerini yaşartıyordu. Köy için deki gezintiler iyice tenhalaşmıştı. Tütün tarlaları çoktan boşalmış, son diziler de tamamlanmıştı. Artık son iş, yani ürünü satışa hazırlayıp tacirlere teslim etmek kalmıştı.

Problemli iki öğrencim vardı sınıfımda. Oyuna mı fazla kaçıyorlardı, yoksa evde işe mi çokça koşuyorlardı anne ve babaları, öğrenmem gerekiyordu. Evlerini ziyaret etmek için yola çıktım.

Birinci öğrenciyi evde tütün elpezelerken buldum. Anne ve babasının çocuklarının okuldaki başarısıyla ilgilenmeyen kimseler olduklarını derhal anladım. Bugünlerde çok iş olduğunu, tütünü en yakın zamanda satmak gerektiğini anlattılar. Kız çocuğu değil mi, adını yazmayı öğrenmiş ya, daha fazla okumak neye gerek? Doktor mu olacak sanki? Bu konuları uzun uzun konuştuk. Öğrencim de bir köşede dinliyor, yarın okula yine hazırlıksız geleceğinden sıkılıyordu. En nihayet derslerini hazırlaması için çocuğa imkân vermelerine ikna edebildim aileyi ve oradan ayrıldım.

İkinci öğrencim köyün alt tarafında yaşıyordu. Vardığımda kimseyi bulamadım evde. Dış kapı kilitliydi. Bir yere gitmiş olmalıdırlar diyerek döndüm. Beş on adım atmamıştım ki, komşu evden bir ses geldi:

“Ne o öğretmen, bize uğramak yok mu?”

Döndüm ve sesin geldiği tarafa baktım. Sokağın üst tarafında yaşayan Koca Ahmet dede dedikleri komşuydu seslenen. Onun torunu da benim sınıfımdaydı. Annesi ve babası Batıya işe gitmişler, oğlan babaannesi ve dedesinin yanında kalmıştı. Öğrenciyle bir problemim olmadığı için onu ziyaret etmeye niyetim yoktu ama Ahmet dede oralarda döndüğümü pencereden görmüş olacak ki, setresini omuzlarına atarak kapıya çıkmış ve şimdi beni biraz da olsa utandırmaya çalışıyordu.

“Gel bakayım. Bizim evde su çıkmadı. Hem birer kahve içelim hem de bizim yaramaz hakkında biraz konuşalım.” dedi.

Geri döndüm ve girdim. Ahmet dedenin eşi soba başında akşam yemeğiyle, torun ise pencere boyundaki masada yarınki dersleriyle meşguldü.

“Günaydın!” dedim.

“Günaydın,” diye cevap verdiler üçü birden. Pencereden dışarı bir göz attım. Bütün sokak ve alt taraftaki evler ayna gibi görünüyordu. Ahmet ağabey hemen oğlana emir verdi.

‘‘Sen kitaplarını kavra ve haydi yukarı kata. Biz burada şimdi senin okuldaki rezaletlerini gözden geçireceğiz. Bakalım ne belalar yaptın son günlerde. Öğretmenle konuşmalarımızı dinlemen lazım değil haydi bakalım.” diyerek çocuğu yukarı gönderdi. Fakat sesinde bir tatlılık vardı. Belli ki, oğlanla olan münasebetleri yerli yerindeydi. Sonra bana döndü:

“Buyur, otur öğretmen. Hanım, haydi hemen bize iki kahve hazırla.”

“Neden iki? Üç yaparım. Ben de sizin yanınıza oturup, insan gibi bir kahvecik içerim.” diye cevap verdi eşi.

“İşittin mi öğretmen? Bizimle bir tutuyor kendini. Eheee! Bir zamanlar kadınlar sorulmadan cevap mı verirdi? Feracesini başına çekmeden yabancı erkek yanına mı çıkardı? Elinin hamuruyla erkeğin işine karışmaz, karışmaya cesaret bile edemezdi. Şimdiyse… “diye konuştu.

“Şimdiyse erkeklerin sultanlığı sona erdi değil mi? Seneler boyu kadınların hakları erkeklerinkilerle eşittir diye anlatıp duruyordunuz. Bunları anlatıp durmayın, bu işin sonu size yaramaz, pişman olursunuz.”

Ahmet ağabey bana bakarak omuzlarını kaldırdı:

“Ne diyeyim öğretmen? Bu söylenenlerden sonra bana susmaktan başka hiçbir şey kalıyor mu? Kalmıyor!”

“Evet Ahmet ağabey kalmıyor. Susman gerekiyor. Kadın haklı.” diye cevap verdim.

Kahveler çabucak hazır olmuştu. Tabla üç fincanla ve şeker kavanozuyla masaya geldi. Şerife abla kendine bir sandalye çekti ve yanımıza yerleşti·.

“Ha buyurun Öğretmen Bey, kahveler şekersiz. Ne kadar istersen o kadar koy.”

“Şekersiz içsem Şerife abla?” diye sordum.

“Daha iyi olur. Kahve ikramını daha az masrafla halletmiş olurum. Bak sen bizim Öğretmene, benim şekerim israf olacak diye korkmaya başlamış.”

Bu kadın hakikaten de şakacının şakacısı. Kahvelerden birer yudum aldık. Laf olsun diye:

“Şerife abla, ne yazıyor sizin kahve tablasında? Bana biraz ters geliyor, okuyamıyorum,” diye sordum.

“Sen o sözleri Ahmet ağabeyine okut. Okusun da kafasına koysun. Koysun da kahveyi hep yalnız içip durmasın.”

“Okuyayım,” dedi o da. “Okuyayım. Çevir şunu bana doğru. Tamam:

“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane.Gönül ahbap ister, kahve bahane!”

Anladın mı hanım?”

“Ben onu çok daha evvelsi okudum ve anladım. Sen şimdi okudun. İnşallah kafana koymuşsundur. Bugünden sonra kahveni yalnız içmezsin.”

“Tamam tamam. Tenkidini kabul ediyorum.”

Onların tatlı atışmalarından sonra, uzun uzun konuştuk. Havadan, sudan, gelen kıştan … Çok şeylerden bahsettik. Şerife abla geniş geniş ilgilendi sağ olsun ev durumumla. Annemi de sordu, babamı da. Kardeşim var mı yok mu, kimdir, ne işle meşgul, nerede yaşadığımı, nerede çalıştığımı gelip görmeyecekler mi, nasıl olmuş da onların köyüne düşmüşüm, evlenmek için ne düşünüyorum. Bu meseleyi daha fazla uzatmasam daha iyi olmaz mı? Yalnızlık iyi bir şey olsaydı, kimse evlenmez, birbirinin kahrını çekmezdi, vesaire vesaire… Bir ara Ahmet ağabey bir sigara yaktı ve söze karıştı:

“Öğretmenin canını sıkmaya başladın hanım. Onun her işine laf katmasan daha iyi olmaz mı? Tanıştın tanışmadın…”

“Tamam tamam, diye teslim oldu Şerife abla. Susacağım artık. Ben oğlana kötü yol göstermek istemiyorum. İyi oğlan göründü gözüme de büyüğü gibi nasihatte bulunayım dedim.”

Kalktı, boş fincanları toplamaya başladı.

“Eline sağlık Şerife abla! Kahve çok güzeldi!” dedim.

“Sağ ol. Siz konuşmaya devam edin, ben de diğer odada kendime başka iş bulayım.”

Ahmet ağabeyle gelişimin daha ilk günlerinde tanıştık ve çabucak senli benli olduk. Öğrencilerimi tanıdıktan sonra ebeveynlerle tanışıp görüşmek, bağlantı kurmaktı gayem. Her gün hademeyi yanıma alarak köyü ev ev gezdim ve bir hafta sonra hangi öğrencim hangi evde yaşıyor, annesi ve babası neyle meşgul, çocuğuna dersleri hazırlamada yardım ediyor mu, yardım etmek için imkânı var mı, yok mu, öğretim işlerine görüşü doğru mu değil mi, hepsini öğrenmiştim. Hepsinin içinde en çok Ahmet ağabey dikkatimi çekmişti. Belli ki çok görmüş, başından çok şeyler geçmişti. Herkesle, hatta torunuyla bile yaşlıyla konuşur gibi konuşuyordu. Öğretmenin vazifelerine ve tavsiyelerine anlayışlı bir şekilde yaklaşmasıyla hayran etti beni. Sonradan öğrendim ki, uzun yıllar köy muhtarıymış ve okulun kurulması, sokaklara asfalt döşenmesi, köye su getirilmesi ve daha birçok şeyler hep onun çabasıyla hallolmuş. Hatta ihtisası olmamasına rağmen kendi tabiriyle kıtlık yıllarda iki yıl öğretmenliği de varmış.

Odada ikimiz kaldığımızda:

“Ahmet ağabey, birkaç zamandan beri size bir şeyler sormak istiyorum ama…” dedim.

“Buyur öğretmen, neymiş o?” diye hemen merakını gösterdi. “Köyünüze geldiğim günden beri dikkatimi çeken bir sorun var.

Zaman zaman kurcalıyor kafamı. Sessiz Ali dediğiniz Hayri ağabey kapanıklığı ile suskunluğu ile herkesin dilinde. Hakikaten de kimseyle mi konuşmuyor, konuşmak istemiyor? Nasıl bir insandır biliyor musunuz?” diyerek merak ettiklerimi sordum ve gözlerimi hane sahibine çevirdim. Yüzünde beliren her hareket, her mimik, her tavır ilgilendiriyordu beni. O da mı alaylı alaylı konuşacaktı Hayri ağabey için, o da kulak asma böyle şeylere mi diyecekti? İlgilenme onunla, bırak şu enayiyi mi diyecekti? Bu akşamki konuşmamızı Hayri ağabeye yöneltmekle yanlışlık mı yaptım acaba? “Seni ne ilgilendiriyor” demeyecek miydi? Şimdiye kadar düşünmemiştim, belki de akrabaydılar. Bayağı bir gerginlikle bekledim.

Ahmet ağabey öncelikle bakışlarını yere çevirdi. Yüzü bayağı ciddileşmişti. Masa üzerindeki tütün kutusunu açtı, kalınca bir sigara sardı ve yaktı. Derin derip çekti tütün dumanını.

“Öğretmen,” dedi değişik fakat dargın olmayan bir tavırla. “Bu çok uzun bir mesele. Hayri bir hayli zaman öncesi böyle değildi. Pek çok kişinin bilmediği, çok kişilerin anlamadığı bir iş var işin içinde.”

Sustu. Nasıl devam edeceğini bilemeyen bir duruma düşmüş gibiydi. Sanki devam etsin mi etmesin mi, bildiklerini söylesin mi söylemesin mi diye soruyordu kendi kendine. Sigarasını bir daha asıldı derin derin ve kül kabına bıraktı. Kollarını göğsüne bağladı ve ağır ağır anlatmaya başladı: