–Git Sadık’tan bir votka al – dedi, Ehliman’ın yemeğe başladığı kayganayı önüne çekti.
–Ne öyle sorgularcasına şu zıkkıma bakıyorsun enik, annen sana tavuklu pilav pişirecek. Herifin kızına bak bir damlacık tuz bile ekmemiş.
Elini tuzluğa uzatırken tabağa dokundu, tabak düşerek paramparça oldu ve kaygana yere dağıldı. Bu sefer de oğluna bir tokat attı.
–Ne kötü nazarın varmış be it oğlu it, yıkıl, kaybol gözümden!
Montajda çalışan Ahat’ı bugün sarhoş olup kazaya sebebiyet verdiği için çalıştığı iş yerinden de kovmuşlardı. Zaten zehir küpü olan adam hıncını çıkaracak birilerini arıyordu. Hiddetini yatıştırmak için sesini bile çıkaracak cesareti olmayan bu zavallılardan daha uygun kimseleri nereden bulacaktı!
Menzer:
–Şimdi dükkân kapalı olur, bırak da yarım saat sonra gitsin, hemencecik ikinize de omlet yaparım.
–Bana maval okuma, defol git.
Sonra da gözlerini sonuna kadar açarak oğluna seslendi:
–Kime diyorum ben, koştursana lan.
Ehliman ceketini omzuna atarak bahçeye çıktı, gayriihtiyari üçüncü kattaki evin balkonuna baktı. Pencere sıkıca kapatılmıştı. Nasip, olanlardan haberdar olsaydı kendine laf atardı.
Yine de edindiği alışkanlık gereği bahçeden koşar adımla çıktı. Bahçenin sağında solunda sıçanların, farelerin cirit attığı çöp bidonları dizi dizi sıralanmıştı, onlardan süzülen helme bahçenin ortasına doğru akıyordu. Bazen bu küçücük bahçede yer bulup komşu çocuklarıyla birlikte futbol oynuyorlardı. Şimdi ise Nasip’ten dolayı onu da yapamıyorlardı.
Dükkân kapalı idi, kapının üzerinde “kapalı” levhası asılmıştı. Yarım saat bekleyecekti. Eli boş dönse babası lafını bile bitirmesine izin vermeden pataklardı fakat, bunu biliyordu. Son defa onu üç gün önce dövmüştü. Babası sille tokat Ehliman’ı pataklıyor, eli acıdığında ise o işi kemeriyle yapıyordu. Kemerin sırtında bıraktığı morartılar henüz geçmemişti.
Rüzgâr biraz daha şiddetlenmişti soğuktan dişleri takır takır ediyordu. Bahçe kapısının önünde Nasiplerin arabası durmuştu.
Birazdan yakası kürklü paltosuyla Nasip göründü, sürücü elinden tutmuştu. Ehliman, Nasip onu görmesin diye bir kenara çekildi. Bakışları karşılaşmış olsa Nasip onu alaylı bir eda ile süzecek, belki de bir yaramazlık yapacaktı.
Ehliman, ışıl ışıl parlayan siyah renkli arabaya bakıyordu. Nasip’in yakası kürklü paltosuna ve kulaklıklı şapkasına baktıkça sanki üzerinde ipince elbiseler varmış gibi soğuğu daha da fazla hissetti. Bir an yakalı kürklü bu paltoyu, kulaklıklı şapkayı, deri eldivenleri, yün pantolonun sıcaklığını hayal ederek daha fazla üşümeğe başladı.
Nasip ise kayıtsız bir şekilde etrafa göz gezdirip – beni görüyorsunuz işte – dercesine şoförün açtığı kapıdan arabaya atladı.
Araba hareket etti. Ehliman, arabanın ardınca ıslak asfalt üzerinde kırmızı bir bantmış gibi sürünerek uzaklaşan arka lambaların ışığına bakıyordu.
Aniden büyük bir süratle kaldırımdan yola fırlayan “alabaş”8 arabayı önüne katarak bir müddet sürükledikten sonra duvara toslattı. Çarpışan metallerin ürpertici gümbürtüsü duyuldu. Siyah araba çarpmanın etkisiyle akordeon körüğü gibi bükük bükük olmuştu.
Caddedekiler koşturup, yumağa dönen arabanın arka kapısını bin bir güçlükle açtılar, yüzü gözü kanla kaplanıp tanınmaz hâle gelen Nasip’in cesedini çıkardılar.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
| Şeyh Nasrullah Doğru Diyormuş
“Hayatla ilgili ne biliyorsunuz ki, ölüm hakkında da bir şey bilesiniz”
Konfiçyüs“Kutsal Meşhed şehrinde ömrünü ibadetle geçiren Şeyh Nasrullah adlı birisi peyda olmuş. Mezarlığı ziyaret ederek ölüler için dua etmeğe gitmiş ve bir dua okuduktan sonra yüksek sesle şunları söylemiş: “Ayağa kalkın ey Allah’ın mümin kulları”. Ölülerin tamamı bu sesi duyar duymaz Allah’ın yüce kudretiyle hemencecik ayaklanıvermişler”.
Mirza Celil Memmedkuluzade “Ölüler” eserinden.Nasrullah ile Fazıl mezarın üzerindeki en son iki kürek kadar kalan toprağı da atıp temizlediler. Mezarın derinliği ile yeryüzü arasında toplam iki tane yassı taş kalıyordu. Nasrullah 50-55 yaşlarında bir mezarcı idi. Sakal bırakmasa da günlerden beridir tıraş olmadığından kırçıl beyaz tüyleri yüzünü gözünü boğazına kadar kaplamıştı. Kalın kaşları kapkara idi. Otobüsün 25-26 yaşlarındaki şoförü Fazıl biraz ötede duruyordu. Koca kulaklı, sivri burunlu, avurdu avurduna geçen sıska ve çelimsizin biriydi. Nasrullah elindeki beli yere bırakarak derinden bir iç geçirdi;
–Of be, nefesimiz kesildi, bir azıcık dinlenelim.
Yüzü eskiyip yıpranan ve astarı görünen çantasından gazeteyi çıkararak yere serip üzerine iki su bardağı ile sucuğu dizdi. Sonra da sucuğu alıp cep bıçağıyla doğramaya başladı.
–Gagaş9, şu ateş suyunu getir bakalım.
Fazıl, yeşile çalan renkte yarım litrelik votkayı arabadan alıp getirdi.
–Koy bakalım.
–Dayı, işimizi bitirip sonra içsek!
–Yooo, gençsin böyle şeyleri bilmezsin. Saçlarımın sayısı kadar mezar açmışım – gayriihtiyari olarak dazlak kafasını sıvazladı- cesedi halletmeden önce kafayı iyice çekmelisin.
–Dayı, mezardan çok mu ceset çıkardın?
–Bir sürü… İyi, haydi şerefe. Ölülere rahmet, kalanlara can sağlığı. Canımız başımız sağ olsun.
Akşamın karanlığı çöküyordu.
Nasrullah, cebinden daha önce büktüğü bir sigarayı çıkarıp kibritle tutuşturdu ve bir nefes çekip Fazıl’a uzattı.
–Al bir nefes de sen çek.
–Neden?
–Çünkü gerekli.
Fazıl bir nefes çekip;
–Esrar mı?
–Evet, votka ile esrarın keyfi müthiştir, bilmiyor muydun yoksa?
Fazıl bir nefes de alıp öksürmeğe başladı.
–Ver bakalım, senin için bu kadar yeter.
–Dayı, bitirecek miyiz?
–Bitireceğiz de, öteye de geçeceğiz. Çapık saat dokuzda gelecek, tam iki saatimiz var, elbette bitiririz.
–Dayı, Allah hakkı için anlayamıyorum, bu ceset Çapık’ın nesine gerek?
–Gökçaylı mısın?
–Nereden anladın?
–Gökçaylılar yemin ederken “Allah hakkı için” diyorlar da. Komşumuz da Gökçaylı idi.
–Annem Gökçaylı, babam Bakü’lü.
–Yaşıyorlar mı?
–Hııı.
–Allah uzun ömür versin.
–Dayı, bu cesedin Çapık için neden gerekli olduğunu söylemedin ama bu onun neyine gerek?
–Onu yalnızca Allah bilir. Estağfurullah. Bir de Çapık’ın kendinden başka kimse bilemez. Dök bakalım. Albinos ne demek duydun mu?
–Hayır, kim ki, İngiliz mi?
–Kara cahilin biri işte… Albinos bizim dilimizde akçıl demektir, onların her tarafı bembeyaz oluyor, saçları sakalları bile.
–Olsun, ne var bunda?
–Japon bilim adamları böyle insanların tüylerinin de, kemiklerinin de birçok derdin dermanı olduğunu bulmuşlar. Öyleleri öldüklerinde akrabalarıyla konuşup anlaşıyor, ölülerini önce saygıyla gömüyorlar, sonra da gizlice mezardan çıkarıp dışarıya satıyorlar…
Fazıl ağzı açık bir şekilde aval aval bakakalmıştı.
–Bak hele, dünyada neler varmış be, şeytanın bile aklına gelmez. Yani sen Çapık’ın da Japonlarla birlik olduğunu mu söylüyorsun!
Nasrullah kafasını salladı;
–Onu diyemem, bana rapor falan vermemiş be… Falancayı mezardan çıkar, paranı da al der. O kadar. Bu cesedi ne yapacak kendi bilir, bana ne?!
Bardağı kaldırıp içmek için söylenmeğe başladı;
–Ölüp mezarda da rahat yatmak o kadar kolay değil koçum. Hadi, ölüp gittikten sonra kimselerin bizi rahatsız etmemesine içelim…
İçtiler.
Alaca karanlık etrafı hazin bir renge bürüyor, mezar taşlarının kara siluetleri açıkça seçiliyordu.
Nasrullah aşağılarda bir yeri gösterip sordu;
–Oranın neresi olduğunu biliyor musun?
–Dayı, göldür işte.
–Öylesine bir göl falan değil aslanım… Kanlı Göl’dür. Ona neden Kanlı Göl diyorlar biliyor musun?
–Yooo, nerden bileceğim.
–Bin dokuz yüz otuzlu yıllarda GPU polisleri insanları kurşunlayıp bu göle atıyormuş.
–GPU dediğin de kim dayı, o da Japon mu?
–Çoşka10 ki, çoşka… Yahu sen acayip biriymişsin be… GPU’nun ne olduğunu bilmiyor musun? ÇEKA, NKVD…
Fazıl aval aval ona bakıyordu.
–Gagaş, kırılma ama zırcahilmişsin be… Gizli polis teşkilatı demiyorlar mı? O vakitler bu adla anılıyormuş işte. Et Ağa’nın11 ceddine yemin olsun ki, kan dökmekten haz duyuyorlarmış. Kurşunları bittiğinde kurbanlarının ellerini, kollarını bağlayarak boyunlarına taş bağlayıp göle atıyorlarmış.
–Vay anasını…
Nasrullah bir nefes çekti.
–Evet delikanlı, böylesi zamanlar da olmuş… Bu günümüze şükürler olsun.
–Peki, sen bunları nereden biliyorsun?
–Babam anlatırdı.
–Baban da mezarcı mı olmuş?
–Babam da, dedem de. Bütün ecdadımız binlerce yıl bu mezarlıkta ömür çürütmüş. Dedem mollalık da yapıyormuş ancak Sovyet döneminde korkusundan mollalığı bırakarak mezarcı olmuş. Bazen gizlice Yasin suresini okurdu. Güzel sesi vardı. Dök bakalım şu ateş suyundan.
–Yetmez mi? Ben araba kullanacağım, cesedi götüreceğim.
–Endişelenme, nasıl gerekiyorsa öyle de götüreceksin, hem de Çapık’ın tam söylediği yere.
–Diğer cesetleri de Çapık’ın siparişi ile mi söküp çıkardın?
–Hayır, her birinin siparişçisi vardı. Hey Gagaş, bildiklerimi, gördüklerimi söylersem tüylerin diken diken olur.
Votkayı alıp kafasına diktikten sonra sigarasından derin bir nefes çekti.
–Söylersem inanmayacaksın. Her Cuma günü cinler bu Kanlı gölün kenarında öylesi bir şamata düzenliyorlar ki, anlatamam.
Fazıl ağzını açmış hayretle bakakalmıştı:
–Ne yapıyorlar ki?
–Ne yapacaklar, çalıp çağırıyorlar. Çalıp söyledikleri de bizim buraların havasına hiç mi hiç benzemiyor. Bir iki defa beni de davet ettiler, gitmedim. Bir defasında uzaktan seyrederek neler yaptıklarını görmek istedim. Büyük bir hengâmeydi, tasvir edemiyorum.. Amaaan bana ne.. Gitmedim, onların toplantısında ne işim var, hükümete ispiyonlayıp işimden mi kovdursunlar…
Fazıl’ın gözleri fal taşı gibi açılmış yerinden fırlayacakmış gibi olmuştu, kafası da git gide dumanlanıyordu. Diğer taraftan zamanın akıp geçtiğini, birazdan Çapık’ın geleceğini ve söylediğini yapmadıklarını görüp kazanacağı paradan olacağını düşünüyordu. Pek de kati olmayan bir lisanla söylendi;
–Dayı, artık mezarı açsak mı?
–Neden acele ediyorsun be, cesedin oradan kaçıp gideceğini mi düşünüyorsun?
–Yooo, hayır, Çapık gelesiye kadar işimizi bitirelim diyorum, mezarı onun yanında açmayalım dedi ya.
–Peki, senin dediğin olsun, bunu da içip işimize başlayalım. Hadi kaldır, ölülerin sağlığına. Ekmek paramızı onlardan çıkarıyoruz…
Fazıl’ın kafası tamamen dumanlanmıştı, gözleri akıp akıp gidiyordu… Nasrullah ise sanki ne içmiş, ne de esrar çekmişti. Doğrulup mezarın üzerine kapatılan taşın bir tarafından yapıştı.
–Yapış bakalım öbür ucundan. Biraz canlı ol.
–Ya Allah.
Ikınıp bir hamlede yassı taşı kaldırıp aldılar. Nasrullah kırış kırış olmuş kirli mendilini çıkarıp boynunun ve alnının terini sildi.
–Hıı Gagaş, sıkı yapış bakalım.
İkinci taşı da kaldırıp kenara koydular. Nasrullah nefeslenip:
–Elli gramımız kalmış onu da bitirelim, cesedi sonra çıkarırız.
Nasrullah, sırtı açılan mezara doğru oturmuştu, votkayı bardaklara koydu.
–Bakıyorum da, pek yiyip içene benzemiyorsun, senden hoşlandım. Senin sağlığına içiyorum.
Kadehi ağzına yaklaştırdığı anda Fazıl’ın yüzünde beliren dehşet ifadesini gördü. Kadeh elinden düştü, votka gazetenin üzerine saçıldı, ıslanan yerlerde de kara lekeler oluştu. Nasrullah, Fazıl’a baktı.
–Ne?
–O.. o… raya… bak…
Nasrullah kafasını çevirip mezara doğru baktı. Bembeyaz kefeninin içinde kımıldayan ceset mezardan çıkmaya çalışıyordu. Fazıl deliye dönmüşçesine yerinden fırlayıp arabaya doğru koştu, ayağı takılıp tökezledi ve yere devrildi, tekrar kalkıp bin bir güçlükle kendini otobüse atıp kontağı çevirdi, motoru çalıştırıp anında oradan uzaklaştı.
Nasrullah votkayı kafasına dikip kederli kederli gülümsedi ve kendi kendine; —Allah bilir ya, çocuk ki, çocuk, ömründe hiç hortlayan birini görmemiş sanki – diye söylendi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kaybolan Garaj
Kiminle konuştuğumu bilmiyor muyum? Ne demek istediğimi biliyorsun artık, bunu gözlerinden okuyorum. Sırrımı senden saklayabilecek miyim? Bu sırrımı kendi dilimden mi duymak istiyorsun? O zaman öğren: Biz seninle değil, onunlayız.
Dostoyevski (Karamazof Kardeşler)Eğer gözlerin hafızası silinmeseydi psikolojik körlük, yeni görülen objeleri tanımama gibi bir problem de olmazdı. Göz hafızasının körelmesi psikolojik körlüğe sebep oluyor. Bazı insanlar nesneleri iç dünyalarıyla görüyorlar, ama açık olan gözleriyle onları tanıyamıyorlar.
Anrı Bergson (1859-1941) (Hafıza ve Beyin)Çöpçü Dadaş dehşete kapılmışçasına eve geldi ve elini yüzünü yıkamadan eşine:
–Kadın çabuk bir bardak çay ver, sana öyle şeyler anlatacağım ki, tüylerin diken diken olacak – dedi.
Ocakta çayı demleyene kadar Dadaş’ın sabrı yetmedi ve eşinin yanına, mutfağa gitti.
–Dışarıda tuvaletin yanında garaj var ya…
–Orada garaj mı var?
–Var, var, tuvaletin öbür tarafında. Şimdiye kadar görmemiştim, bahçeye girince göze çarpmıyor.
–Var, var tamam, ne çıkar?
–Dinle, şu yukarıdaki komşumuz var ya..
–Ee… Ne söyleyeceksen desene.
–Bugün arabayı sürüp o garajın önüne gitti.
–Onun arabası mı var?
–Varmış demek…
–İyi, ne var bunda? Varsa var…
–Arabadan indi, garajın kapısını açtı, ben de oraları süpürüyordum, yan gözle garajın içine baktım. Ne görsem iyi?
–Ne gördün be, söyle de ödümüzü koparma.
Dadaş, karısının koyduğu çaydan bir yudum alıp:
–Baktım…
–Hııı…
–Baktım garajın bir tarafında türlü türlü araçlar dizilmiş. Filmlerde bile o tür şeyleri görmedim. Dürbün müdür, projektör müdür nedir, kocaman camları oluyor ya… Ona ne diyorlar?
–Hangi camlar?
–Ne bileyim be, bilim adamları kitap okudukları zaman bakıyorlar ya…
–Mikroskop mu?
–Ne? Yıldızlara da mı onunla bakıyorlar ya?
–Yoo, o teleskoptur. İyi de, ne var bunda?
–Her tarafta büyüklü küçüklü aynalar.
–Herif, galiba senin işin gücün bitmiş, ayna aynadır işte, ne olmalı peki!
–Yahu dur, lafımı kesme – çaydan bir yudum daha aldı – aynaların altında, üstünde, yanında büyüklü küçüklü nazar boncukları asılmış. Hani sen televizyon aldığında birini alıp ona asmıştık ya.
–Galiba o da arabasına kötü nazar falan dokunmasın diye alıp asmış. Yabancı marka mı?
–Ne bileyim, arabadır işte… evde pişmemiş, komşudan da gelmemiş.. Acele etme, kabuksuz yumurtlama dur hele.
–Yahu çıkarsana baklayı ağzından, bir kelime laf edeceksin meraktan çılgına çeviriyorsun insanı…
–Otur şu sandalyeye de sonra yere devrilme.
–…
–Arabadan bir çuval çıkardı, ağzını açtı, yalan olmasın elli altmış tane fareyi garaja bıraktı.
–Ne?
Hayretten donakaldı.
–Ne diyorsun be herif, o deli mi?
Dadaş, söylediklerinin karısını bu derece şaşırtmasından son derece memnun olmuştu.
–Evet, küçük küçük fareler.
–Peki sonra ne yaptı?
–Sonrasını göremedim, garajın kapısını hemen kapadı.
–Yahu herif, diyorum şu organlara bir haber salsan, adam casus falan olur, belki de farelerin eliyle halkımızı mahvetmek istiyordur.
–Boş boş konuşma be kadın, farenin de eli mi olurmuş?
–Eli olmasın ayağı olsun. Belki de canı çıkasıca herif fareleri kullanarak halkımıza hastalık falan bulaştırmak istiyor.
–İyi de, ne diyorsun kadın, şimdi ne yapalım. Belki de dediğin gibi casus falandır, halkımızı zehirlemek istiyor, yoksa bu kadar fare adamın neyine gerek?
–Bu kadar fareyi nereden toplamış be… Hayır, sen bu durumu mutlaka büyüklere ulaştırmalısın.
–Bugün artık çok geç, yarın erkenden nere gerekiyorsa oraya giderim.
Bütün gece boyu kadın da, adam da rüyalarında farelerle uğraştılar. Rüyalarında fareler pencerelerinden içeri girerek evlerini dolduruyordu. Küçükhanım, rüyasında yüzünü fareler tırmalamaya başladığında can havliyle haykırıp uyandı.
–Hey, herif, baban annen cennetlik olsun, çabuk kalk nere gerekiyorsa oraya var durumu anlat, sonra onlara niye haber vermedik diye başımıza iş açarlar vallahi…
Dadaş kalkıp alelacele giyindi. Kahvaltıyı bırak bir bardak çay bile içmeden binadan avluya ayak basınca karşısına garajın sahibi çıktı. Adam Dadaş’a uzun uzun dikkatle baktı, sanki Çöpçü’yü ilk defa görüyordu, verdiği selamını bile almadan dönüp uzaklaştı.
Dadaş, birden kahvaltı yapıp çay içmediğini hatırladı ve tekrar eve döndü.
–Gittin mi?
–Nereye gitmeliydim?
–Büyüklerin yanına gideceğim demiyor muydun?
–Büyüklerin yanında ne işim var?
–Yahu herif, dün, büyüklerin yanına varıp durumu anlatacağım demedin mi?
–Hangi durumu be kadın, ne saçma sapan şeyler konuşuyorsun!
–Saçma sapan konuşan sensin, şu fareler konusunu anlatan sen değil miydin?
–Ne faresi be kadın, aklını mı oynattın?
–Artık sana diyecek lafım yok. Dün tıknefes gelip yukarıdaki komşumuz garajına fareleri doldurdu dedin, ben de gece boyu rüyamda farelerle cebelleştim.
–Kadın, sen aklını oynatmışsın vallahi, git de pabucu büyüğe okut.
–Asıl o işi sen yap. Dün türlü türlü masallar anlatan sen değil miydin, bir çuval fare, falan… ne bileyim ne..
Dadaş elini karısının alnına koydu.
–Hayır, ateşin falan yok, iyi de neden sayıklıyorsun peki?
–Yahu herif beni delirteceksin, komşunun garajında.. diyen sen değil miydin?
–Hangi garajda?
–Şu tuvaletin yanındaki garajda…
–Orada garaj mı var?
BEŞİNCİ BÖLÜM
Defnimden Üç Gün Üç Saat Sonra
“Akın eden kazançların üzerinden atlayıp geçerken geçmişi, geleceği ve ikisi arasında kalan şeylere de takılma, boş ver gitsin. Eğer düşünme yeteneğin hür ise, ne olursa olsun tekrar dünyaya gelmeyeceksin ve yaşlanmayacaksın”.
Dhammapada (M. Ö. III veya IV. yüzyılda yapılan Budist anıtı)“Birçok örnek, insanın maddi âlemden mana âlemine geçerken fizîki varlığından başka her şeyi kendisiyle birlikte götürdüğüne inanmamı sağladı”.
E. Svedenborg (1688-1772) İsveçli gizemciKefenin içinde çabalıyor, bütün gücümle haykırıyordum.
–Hey, birileri var mı? İmdat, çıkarın beni buradan!
Bir müddet sonra birilerinin yaklaştığını duydum.
–Çabuk ol, aç da çıkar beni buradan.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Roza Mira” adlı eserin yazarı Daniil Andreyev meşhur Rus yazar Leonid Andreyev’in oğludur. Kendi de yazar olan Daniil, cellat Stalin’in sürgün ve yok etme siyasetinin kurbanlarından biridir.
2
Bakü’nün bir ilçesi.
3
Azerbaycan’ın görkemli yazarı Celil Memmedkuluzade’nin “Ölüler” adlı eserinin kahramanı.
4
22. 2. 1869 Nahçıvan-4. 1. 1932 Bakü. Azerbaycan’da yenileşme harekâtından sonra gelen millî bağımsızlık döneminin gazeteci ve yazar olarak en önemli simalarından, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan süreçte halkın aydınlanmasında, bağımsız ve millî devletçilik ülküsünün yerleşip gelişmesinde önemli kilometre taşlarından biridir.
5
Üzeyir Hacıbeyli’nin, 1956 yılında filme alınan, “O Olmasın Bu Olsun” adlı eserinin kahramanıdır. Bakü’de geçen filmde Server ve Gülnaz’ın aşkları, para ve cehalete karşı yapılan savaş, Gülnaz’ın babası Rüstem Bey, eş, dost ve tanıdıkları, tacirler, kabadayılar, gerici ve satılmış gazeteciler mizahi bir dille filmde yansıtılıyor. Yukarıdaki ifade Gülnaz’ı parayla babasından satın alacağını zanneden Meşedi İbad’ın dilinden söylenen bir ifade olmakla birlikte, Azerbaycan halkının dilinde gereksiz yapılan bir davranışın veya söylenen sözün yersizliğini bildiren bir deyime dönmüştür.
6
Azerbaycan’da “Suna” adı “Sona” olarak yazılıp, okunuyor ve hitap ediliyor.
7
Bakü’de bir semtin adı.
8
Ön kısmı çıkıntılı otobüs.
9
Azerbaycan’da erkek çocuklar için kullanılan bir hitap ve seslenme şekli.
10
Domuz yavrusu
11
Et Ağa, Azerbaycan Türkleri tarafından son derece saygı gösterilen bir şahıs olan Mir Muhsin Ağa’dır, kendisi Ulu Peygamberimiz Hz. Muhammed’in neslindendir. Yaşadığı dönemde efsanevi bir nüfuz ve ün kazanmış, ünü Azerbaycan dışına taşmıştır. Binlerce insanın, onun kerameti sayesinde maruz kaldığı kötü durumlardan kurtulduğu ifade ediliyor. Özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde Ruslar tarafından savaşa götürülen halk, evlatlarının sağ salim dönmesi için gidip onun duasını alıyorlardı. Asıl adı Seyitali’dir ve 1883 yılında Mir (seyit) Talip’in oğlu olarak dünyaya gelmiş, fiziki yönden zayıf ve felçli olduğundan dolayı daha sonra “Et Ağa” şeklinde anılmıştır. Uzun yıllar Bakü’de İçerişeher’de Firdevsi sokağındaki 3 numaralı evde yaşamış ve 67 yaşında vefat etmiştir. Mezarı ziyaretgâhtır. Azerbaycan Türkleri muhataplarını kendilerine inandırmak için kutsal kabul ettikleri “Et Ağa, veya Mir Muhsin Ağa” şeklinde adını anarak ona yemin ederler ve muhatapları da bu yemine mutlak surette inanır, çünkü ona yemin eden şahıs asla yalan söylemez, söylerse korkunç bir biçimde çarpılacağına inanır.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов