Книга Genç Tulpar Hareketi - читать онлайн бесплатно, автор Amircan Alpeyisov. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Genç Tulpar Hareketi
Genç Tulpar Hareketi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Genç Tulpar Hareketi

Başkalarının hakkını gasp edip, mutlu bir toplum kurmayı hayal eden bir devletin geleceğinin belirsiz olacağı muhakkaktır. Nitekim Alaş aydınları öldürülmelerinden önce, Sovyetler Birliği’nin bir gün muhakkak yıkılacağını öngörmüşlerdi.

Mağcan Cumabayev (Jumabayev):

“Ongun ülkem, gür, kara ağacım8,Cesaretli, heybetli, er Alaş’ım,Yıkılır kendi, verme sırrın, sabır kıl,Ancak ahmak, fark edemez öz gücün.”

diyerek Alaş aydınlarının hayalperest, akıldışı Sovyet devletinin yıkılacağına nasıl inanmış olduklarını dile getiriyordu.

1929 yılı ocak ayında da Mirjakıp Duvlatov (Miryakub Duvlatoğlu/Duvlatulı/Dulatov), gelecek kuşaklara öğüdünde:

“(Alaş aydınlarının) Sovyet iktidarına karşı mücadele ile seslerini yükseltmeleri, Kazak halkı kendi kendi yöneterek ömür sürsün denilen gayeden doğan niyettir, yalnızca. Öz vatanımız kendimize bırakılsın diyoruz… Ömür yetse, kader yazsa milletimin geleceği için çalışmaya, var güç-kuvvetimi sarfetmeye borçluyum. Yanıldıysam, halkımla birlikte yanıldım; aydınlık yola doğru atılırsam da, milletimle birlikte atılırım” diyordu.

XX. asır Kazak halkına, ömründe görmediği felaketli, facialı yıllar getirdi. Maruz kalınan trajedilerin bazıları şunlardı:

İlk olarak, 1919-1921, 1931-1933 yıllarında, Sovyet iktidarı eliyle hazırlanan Açlık’tan dolayı Kazakların nüfusu yarı yarıya azaldı.

İkinci olarak, savaşlar, milli idraki zayıflattı.

Üçüncü olarak, Kızıl İmparatorluk, planlı şekilde, Kazak aydınlarının tamamına yakınını kıyımlara, idamlara kurban etti. Halkı, yol göstericilerinden, önderlerinden ayırdı.

Dördüncü olarak, Sovyet iktidarı, sınıf mücadelesi bahanesiyle Kazakların parmakla sayılacak kadar az kalmış aydınlarını da ikiye bölüp, birbirlerine karşı düşman hale getirdi.

Beşinci olarak da, sosyalist ideoloji, millet, milliyetçilik gibi dünyadaki en asil kelimeleri, halkın beynine, öcüleştirerek yerleştirdi.

Bunların sonucunda Kazakların milli bünyesi, sınıf ayrımına dayanan komünist ideolojiye karşı mücadele edebilecek bağışıklık sistemini kuramadı. Milli şuuru, kaygının kara bulutları örttü. Ne var ki milliyet duygusu da, Kazak bozkırında ezelde ortaya çıkıp, zaman içinde gelişerek sonsuza kadar silinmez bir nitelik kazanan, her Kazak’ın iliklerine kadar işlemiş bir özellik idi.

Toplumların gelişme tarihlerine göz atarsak, fetret dönemlerinde, zor ve meşakkatli zamanlarda milletlerinin yanlış yolda kaybolmalarını engelleyecek, zifiri karanlıktan alıp çıkaracak alp şahsiyetlerin topluca dünyaya geldiklerini görürüz. Halkına önderlik edecek, “sekiz kırlı bir sırlı” yani on elinde on marifet olan bu şahsiyetlerin sayısı ne kadar çok olursa, ülkenin gelişmesi de o derece hızlı olur. Kazak halkı da yetenekli, milleti için canını feda edebilecek oğul ve kızlarından hiçbir zaman mahrum olmadı.

İşte sözü edilen o fetret döneminde de, halkımızın manevi ve kültürel gelişme yolunu, çağın gereklerine uygun olarak yeniden kanalize edecek olan, yüz yılda bir yaşanacak bir gelişme oldu ve tarih sahnesine Alaş aydınları çıktı. Aynı anda Alihan Bökeyhanov (Bökeyhan/Bökeyhanulı), Ahmet Baytursunov (Baytursınov/Baytursun/Baytursınulı), Mirjakıp Duvlatov, Mustafa Çokay (Şokay) ve diğer öncüler, Jüsipbek (Yusufbek) Aymavıtov, Mağcan Cumabayev, Sultanmahmut Torayğırov, Muhtar Avezov gibi üstün yetenekli insanların dünyaya gelmeleri olağanüstü büyük bir hadisedir. Ne var ki biz, “eldeki hazinenin” kadrini bilemedik, onu koruyup, saklayamadık. Tanrım da, bize, iki elin parmaklarından az aydını çok gördü.

Kruşçev Ilımlılığı’nin getirdiği atmosfer, Kazakların mizacında da inkılaba yol açtı. 1950’lerdeki siyasi düşünce hareketi, insanların yönetime karşı bireysel karşı çıkışları ile başladı. Toplumda karşılık bulunca da sosyal düzeni sarsabilecek boyuta ulaştı.

Dirilmeye başlayan milli şuur, ahmakça uykudaki halkı da uyandırdı; ülkenin kılcal damarlarına dokundu. Halk, kendisini düşünen ve önderlik eden aydınlarla birlikte, bazen açık, bazen de gizli şekilde mücadeleye atıldı. Bildiriler yazıp dağıtma, iktidara, Komünist Parti komitelerine şikâyet mektubu yazma rutin bir eylem haline geldi. Genellikle üst makamlara, bireysel ya da toplu şekilde mektuplar yazıldı. Böylelikle Kazakistan’da da, “milliyetler politikası”ndaki haksızlıkları açık olarak kınayıp, itirazlarını bildiren insanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar, İkinci Dünya Savaşı döneminde fedakârca yiğitlik göstermelerine rağmen sadece Kazak oldukları için “kahraman” ünvanını alamayanlara yapılan adaletsizlikten başlayıp, köylerdeki vaziyeti, özellikle kolhozda yaşayanların karşı karşıya bulundukları hayat zorluklarını gündeme getiriyorlardı. O sırada Rahımcan Koşkarbayev, Kasım Kaysenov ve Bavırcan Momışulı’nın fedakârlıkları halkın dilinden düşmüyordu. Ama onlar, Kazakistan’daki tüm kolhozcular gibi, çalışma karneleri olmaması bir yana öz iradeleri ile hiçbir yere gidemeden köle gibi ömür sürdüler. Halk, değişimi, farklı şekilde ömür sürmeye imkân sağlanmasını talep ediyordu.

Lakin çoğunluğun homurdanmaları, genellikle, sıcak ocağın başından, serilen sofranın etrafından öteye geçemedi. Yönetimin adaletsizliği, halkın ihtiyaçlarına kimsenin ilgi göstermemesine eleştiriler her yerde yapılan sıradan konuşmalara dönüştü. Buna rağmen, yüzlerce bilge, binlerce tulparın yani yiğidin doğduğu bu topraklarda, sözle yetinmeyip, harekete geçenler de oldu. 1951 yılında Karagandı şehrinde, savaş gazisi K. Jaksılıkov’un öncülüğü ile B. İskakov, A. Nareşev, K. Temirov ve başkaları, “Elini (Ülkesini) Seven Erler Partisi” (ESEP) adıyla gizli bir teşkilat kurdular. ESEP, propaganda faaliyetlerinde bulunup, gençleri, milletini sevmeye, halkına sahip çıkmaya çağırdı. Maalesef, teşkilatın faaliyeti çoğunluğun desteğini göremeden, kısa süre içinde sonlandırılmak zorunda kaldı. Savaş sonrası henüz kendine gelemeyen halk şuuru, karın tokluğu, insanların kara başlarının selametini düşünme tasasından öteye geçememişti.

Sovyetler Birliği’nde, hükümet ile emekçi halk arasındaki ilk silahlı çatışma, 1959 yılında Kazakistan’ın Temirtav şehrinde meydana geldi. Bu başkaldırıya, çelik fabrikası inşaatında çalışan tüm Kazak gençleri katılmıştı. Özgürlük içinde ömür sürmeye alışmış; bağımsızlık isteği ruhunda yer etmiş bozkır insanı, yönetimin adaletsizliklerine korkmadan karşı çıktı. Böylelikle Vatan Savaşı’ndan9 sonra, Sovyetler Birliği’ndeki Komünist Parti politikasına karşı ilk silahlı başkaldırı, enternasyonalist toplum modeli olarak örnek gösterilen Kazak topraklarında vuku buldu.

Ne var ki, toplumsal hareketlerle ortaya konulan meselelere yönetim tarafından kulak asılmadı, çözüm bulunmadı. Çünkü bu hareketlerin tüm talepleri, eninde sonunda, egemenliğe, milli meselelere gelip dayanıyordu. Milli kültürün, ana dilin geliştirilmesi, yerleşmiş adet-ananeleri koruma komünist sistemin ilkelerine aykırı görülüyordu…

Vatan Savaşı’nın ardından, “sınıf düşmanları”nı yok etme siyaseti farklı bir boyutta yeniden zemin buldu. Ülkesini, halkını düşünen aydınlar, sosyalist ideoloji tarafından şüpheli kişiler haline getirildiler. Komünist Parti yönetimindeki Sovyet hükümeti, halkları milliyetsizleştirme politikasında yeni bir aşama başlattı.

Kazak milliyetçilerinin kimliklerini güç zoruyla açığa çıkarma çabaları, 1951 yılı ekim ayında yapılan “Kazakistan Cumhuriyeti Parti Örgütündeki İdeolojik İşlerin Durumu ve Onu İyileştirme” konulu genel toplantı sonrası daha da yoğunlaştı. Bu bağlamda, örneğin, burjuva milliyetçisi olarak suçlanıp tutuklanan tarihçi bilim adamları E. Bekmahanov ile B. Süleymenov’u destekleyenler, kovuşturma ve baskı altına alındılar. Bekmahanov’un derslerini takip eden Kazak Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencilerinin tümü, Kenesarı Kasımov’un milli kurtuluş hareketini eleştirel şekilde incelemek, tarih dersini yeniden alarak bir kez daha sınavlara girmek zorunda bırakıldılar. Parti yetkilileri ile sosyal bilimler fakülteleri arasında yapılan toplantıların sıklığı arttırıldı.

1954 yılında yapılan Yazarlar Birliği III. Kongresi’nde Komünist Parti ideologu N. D. Jandildin yoldaş, K. Bekhojin, K. Amanjolov ve K. Şangıtbayev’in eserlerini milliyetçi, zararlı olarak nitelendirdi. Aynı şekilde K. Satıbaldin’in “Aliya”, M. Hakimjanova’nın “Manşuk” şiirleri, milliyetçilikle suçlandı. Sözünü kaybeden yurdun kendisinin de kaybolacağı kuşkusuzdur. 1959’da, Kazakistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (Kazak SSC) Yüksek Sovyeti tarafından, “Yükseköğrenime giriş imtihanları sadece Rus dilinde yapılsın” şeklinde gizli bir karar alınarak hayata geçirildi. Bunun sonucunda Kazakça okuyan bir çocuk üniversite kazanamaz hale geldi, kazansa da okuyabilmesi zorlaştı. İnsanlar, bu güçlük karşısında çocuklarını Rus okuluna göndermeye mecbur kaldılar. Kazaklar, öz ana dillerinden kaçar hale geldiler. İnsan hangi milletin dilinde konuşursa, hangi dilin kültürünü benimseyip, örf-âdetini devam ettirirse, o millete benzer. Nitekim Çarlık Rusyası döneminde, 1897 genel nüfus sayımında, kim hangi dilde konuşuyorsa o dilin ait olduğu millete dâhil edilmişti. Böylece ülke, yeniden elemin koyu kara bulutlarına bürünmeye başladı.

“Kruşçev Ilımlılığı”, beklenen neticeyi vermeyince sistemce dışlanan vatandaşlar, kendi imkân ve güçlerine, siyasi bilinç düzeylerine göre sosyalist sistemle mücadelelerini arttırdılar. Düşüncelerini açıkça dile getirmeye, bildiriler dağıtıp sosyalist sistemin eksikliklerini ortaya dökmeye başladılar. Başka cumhuriyetlerde olduğu gibi Kazakistan’da da, başka çıkar yol bulamayıp çaresiz kalan insanlar, milli çıkarlarını korumak amacıyla Sovyet iktidarına karşı mücadele için harekete geçmeye başladılar. 1962 yılında Kostanay’ın Rudnıy kenti sakini Mahmet Kulmağambetov, siyasi düşüncelerinden dolayı, Ceza Kanunu’nun 58. maddesine göre 10 yıla mahkûm edildi. Kulmağambetov, Alaş aydınlarının ardından, yeni nesil arasında, milliyetçi olduğu gerekçesiyle tutuklanan ilk Kazak vatandaşı oldu ve adı, Helsinki’deki siyasi mahkûmlar listesine alındı.

Mahmet Kulmağambetov, cezasını çekip çıkınca Batı Almanya’ya kaçtı ve Azatlık Radyosu (Radio Liberty)’de çalışmaya başladı. Mahmet Kulmağambetov, Mustafa Çokay’ın “Bütün Türkistan” görüşünü kendine rehber edinip, Azatlık Radyosu’nun Türkistan redaksiyonunu kuran Karıs Kanatbay, Mavlikeş Kayboldıulı, Davlet Tağiberdi, Jakebay Bapış ve Hasan Oraltay’larla birlikte çalıştı, halkının dertleriyle dertlendi. O, Almanya’da Alman dilinde yayınlanan “Cennetten Jetken Jansavğa Üni” romanının müellifi, filozof-yazar Mavlikeş Kayboldıulı’yla birlikte Ahmet Baytursınulı, Alihan Bökeyhanulı, Mağcan Jumabayulı, Jusipbek Aymavıtulı ve diğer Alaş aydınlarının eserlerini radyo aracılığıyla tanıtıp, kamuoyuna mal etti. Azatlık Radyosu Türkistan redaksiyonunun ilk başkanı olan Mavlikeş Kayboldıulı ile çok yakın dost olmuşlardı. Mavlikeş Kayboldıulu (Asan Kaygı), Leningrad Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü tamamlayan yetenekli bir şair, milliyetçi bir insan idi. Onun 1969 yılında Münih kentinde kimliği belirsiz kişiler eliyle öldürülmesi de Şakarim, Amire, Estay’ların ölümleri gibi muammalı bir olaydır. O, Kazakistan’daki zulmü Batı ülkelerine duyurup, haberdar olmaları için çalışıyordu. Alaş aydınlarının sesi olmuştu.

İnsanın fert olarak değeri, manevi gelişimine bağlıdır diye kabul edilir. Komünizmin denetimi altındaki sosyalist ideoloji, “halkların hapishanesi”ne dönüşen Sovyetler Birliği’nde yaşayan halkların maneviyatlarını planlı şekilde zayıflattı. Bu hücuma en çok maruz kalanlar ise Kazaklar oldu. Sosyalist ideolojinin bu başarısı, mankurtluk zihniyetinin zemin bulmasına ortam hazırladı. Açlık ve savaştan bezgin düşüp gücü tükenen, aydınlarının hemen hepsini kaybeden ve kendi de soykırıma maruz kalan Kazak halkının manevi gelişimi, onlarca yıl boyu sürecek bir kesintiye uğradı. Milli değerleri korumak zorlaştı.

Komünist Parti, ilk olarak geçmişini bilen, bugününü araştırıp inceleyebilen dirayetli aydınlara karşı bir kampanya başlattı. Alaş aydınlarının keskin zekâsına, çok yönlü bilgilerine, milli ruhuna karşı duramayan Sovyet yönetimi, onların hepsini katletti. Amaç, yedi ceddini, soy-sopunu tanıyıp büyüyen, neslini bilerek yaşayan, dost canlısı Kazak halkını açmaza düşürüp, çaresizliğe duçar ederek birlik ve beraberlikten ayırmaktı. Bunda belli bir başarıya da ulaştı. Bir süre sonra geçmişini unutan, bugününü anlayamayan, geleceğini göremeyen yeni bir nesil vücut bulmaya başladı. Bilimsel komünizm eğitiminin sonucu olarak, yalan olduğunu bilse de, öğretilenlere, Kur’an’a inanır gibi inanan yeni bir insan tipi inşa edildi. Geçmişinin zenginliğinin farkına varamayan, yiyip-içip, yüzeysel bir şekilde yaşayarak, hallerinden memnun olanların sayısı arttı. Tarihi hafızası, vicdanı olmayan; fakat, enternasyonalist düşünceyi benimsemiş yarı cahillere geniş meydan açıldı. Ülke yönetimine; korkak, dönek, ruhsuz ve halkına yabancılaşmış insanlar getirildi. İhtilalci sosyalizm düşüncesini destekleyenlerin sayısı arttı. Dil, bozulmaya; kültür, harap olmaya başladı. Geçmiş tarihimiz, tümüyle, feodalizm kalıntısı olarak nitelendi. Ata geleneklerinden iğrenenler ortaya çıktı.

Bir zamanlar Türkistan’a Turan denirdi,Yiğit Türk’üm Turan’da doğup büyüdü.Turan’ın dolambaçlı yazgısı var,Başından geçmişti nice güzel zamanlar.

diye seslenen Mağcan Cumabayev’in tüm Türk dünyası halklarının milli marşına dönüşen “Türkistan” şiirinin dizeleri unutuldu. Totaliter sosyalist sistem, Kazak halkını, giyecek giysisi, karnının tokluğu ile savaş olmaması düşüncesinden öteye geçirmedi. Kazak, yalandan sırtının sıvazlanmasından, yalan övgüden mest olur hale geldi.

Milletinin geleceği kaygısıyla onun tarihini araştırıp, eğitimleri için ders kitapları yazıp, milli kimliği inşa etmeye başlayan Alaş aydınlarının ortadan kaldırılmasıyla, halk, sahipsiz kaldı. Mağcan Cumabayev gibi şairler, Kazakları bir bütün olarak dizelerine konu ederlerken; devrimin yalan rüzgârına kapılmış, düzenin adamı şair ve yazarlar ortaya çıkıp, sosyalist-enternasyonalist düşüncenin borazanlarına dönüştüler. “Halk şairleri”, Kazak halkını elemin kanında boğan Komünist Parti lideri Stalin’i övebilmek için kelime bulmakta zorlandılar.

Sovyet yönetimi, siyasetle hiç ilgisi olmayan, Kazak kültürünün halk arasındaki temsilcilerini de sürgüne mahkûm etti. Karıncayı bile incitemeyecek kadar narin ruha sahip Amire Kaşavbayev (Kaşaubayev)’in ölümü, halk tarafından sevilen şair Estay’ın kimliği meçhul kişilerce katledilmesi can yakıcıydı. Amire Kaşavbayev’in, 1925 yılında Paris’e yaptığı çok ilgi uyandıran seferi sırasında Mustafa Çokay ile görüştüğü gerekçesiyle gizli polis teşkilatı NKVD’ce sorguya alınıp, bir gece içinde aniden ortadan kaybolması hiç sorgulanamadı. Amire’nin cesedi, ancak 1974’te bulunabildi. 1931 yılında kurşuna dizilen halkımızın ünlü şairi Şakarim’in kemikleri de aradan otuz yıl geçtikten sonra, 1961’de toplanıp, toprağa verilebilmişti.

Kazak halkı, Komünist Parti Kazak Bölge Komitesi Sekreteri F. Goloşekin10 yönetiminin kıyımıyla 70 bin aydınını kaybetti. Fransızlarda, “bir âliminden vakitsiz ayrılan memleket, bir asır geride kalır” denilen söz varmış; biz ise, tüm âlimlerimizi, aydınlarımızı aynı anda kaybettik. Bunun sebebi maruz kalınan sömürgeci siyasetti. XX. asrın 20’li yıllarına kadar, Kazakların öz tarihi adlarıyla değil, 200 yıldan fazla, “Kırgız” olarak adlandırılmalarının bizatihi kendisi de sömürgeci siyasetin bir sonucuydu.

Sosyalist ideoloji, Sovyetler Birliği döneminde Kazak halkının zevk ve alışkanlıklarını kökten değiştirdi. Halkın idrak ve dünya görüşü, Sovyet ideolojisi çemberi ile sınırlandı. Göçebe hayat tarzının getirdiği serbestlik, Kazakların başka ülkelerin değerlerini çabuk benimsemesini kolaylaştırdı. Başka bir medeniyet biçimini benimseyen herhangi bir toplumun, belli başarılar elde etse de, kendi kutsal değerlerini kaybedeceği muhakkaktır. Sovyetler Birliği’ndeki diğer milletlerle karşılaştırıldığında, Kazaklar, kendi gelenek-görenekleri ve kültürel miraslarını daha çok kaybettiler. Buna dayatılan sınıf mücadelesi de eklenince, milli şuur zayıfladı. Art arda gelen çetin zamanların çokluğu, Kazakların milli varlığını türlü sıkıntılı dönemlerden geçirdi. Başkasına bağımlılık, Kazak kavmini köklerinden uzaklaştırarak ağır eziyetlere karşı karşıya bıraktı. Ne var ki, milli ruh zayıflamasına rağmen tarihi devamlılık bilinci tamamen yok olmamıştı.

Kazak halkı, başından onca zorluklarla dolu zamanlar geçirse de, bağımsız devlet olma özlemini hep yaşattı. Hürriyetini, ata mekânını, toprağı ile mülkünü korumayı bildi. Kazak kadınları, yüzlerle binlerle, yurda sahip çıkacak yiğitler, düşmanına karşı at sürecek baturlar dünyaya getirdi. XVIII. yüzyılın ilk kırk yılı içerisinde Kazak halkına, Cungarlar, İdil Kalmukları ve Başkurtlar dört bir yandan saldırarak halkın üçte ikisini kırdılar. Ne var ki Kazakların topraklarına sahip olamadılar, bu yerlerde kalıcı olamadılar. Kazakların; ülkelerini, ata topraklarını korumaya her zaman kudretleri, güçleri yetti.

Halka, her yüzyılda bir, yaşantılarında parlak bir dönem, “alplar dönemi” hediye edilir. Kazaklara XVIII. asırda, yurdum için savaşacağım diye attan inmeyen baturlar bağışlandıysa, XX. asrın başında da bir “aydınlar grubu” bağışlandı, dünyaya Alaş mensupları geldi. Manevi ihtiyaçların, milli karakteri tarih sahnesine çıkarması da bir diyalektik kanundur. Bunun gereği olarak, halkın yarını söz konusu olduğunda, onun ar-namusu, ülkenin geleceği için mücadeleye hazır, milliyetçi, cesur, bilgili ve kahraman insanlar gün yüzüne çıkar.

Kazaklar, “Atanın sanatı, oğula mirastır” derler. Kazak halkı, sadece ata-baba yolunu devam ettirmede değil, yıllar boyu felakete maruz kaldığında bile, toprağını korumayı, ileri görüşlülüğü ile gelecek nesle örnek olabilmeyi başardı.

XX. yüzyılın 60’lı yıllarında Kruşçev Ilımlılığı ile imkân bulup uyanan milli mizaç, milli şuuru her yönüyle harekete geçirdi. Sovyet cumhuriyetlerinde milliyetçilik büyük bir yükseliş gösterdi. Özellikle, milli entelijansiya ile öğrenci gençlerin teşkilatlanmaları, milli kurtuluş hareketlerinin itici gücüne dönüştü.

Atalarından kalan namları, ana-baba gelenekleri, başkalarına örnek olacak örf-âdetleri ile heybetli güç-kuvvet sahibi olan halkın o yıllarda içine düştüğü durum karşısında, Kazakistan dışında eğitim gören gençler umursamazlık gösteremediler. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarında bin dört yüzden fazla Kazak genci, aynı anda Moskova’da eğitim alıyordu. Ruhu yüce insanlar, nerede yaşarlarsa yaşasınlar uyum içinde olurlar, sesleri birlikte çıkar. Kazak gençleri, her ne kadar Sovyetler Birliği’nin dört bir yanında, uzak mesafelerdeki çeşitli cumhuriyetlerde yaşasalar da, birbirlerini görmeden, işitmeden de aynı hedeflere yönelmeyi bildiler. Milletlerine olan sevgileri, onları çok işleri halletmeye, faydalı işler yapmaya yöneltti. Ülke dışında eğitim almakta olan gençlerin bir araya gelme arzuları, zamanın talebinden, var olabilme kaygısından doğmuştur dersek hata etmiş olmayız.

Büyük yazar Muhtar Magavin, XX. yüzyılın 60’lı yıllarının ortasında Kazak maneviyatında yeni bir uyanış başladığını ifade eder. O sıralarda milli anlayışa, manevi hayata sahih bir bakış ortaya çıkmıştı. Kültür, edebiyat ve tarih alanlarında Kazak kavmi hakkında değerli eserler ortaya konuluyor, milli kimlik görünür hale geliyordu. Açlık ile savaştan ancak kendine gelip, toparlanıp, yaşantısı düzelmeye başlayan ülkede millilik, vatanseverlik şuuru uyanayım demeye başlamıştı.

Tarihin akışı, her bir halka kendini geliştirebilmesi için fırsatlar sunar. Tarihte “nazik zaman” olarak vasıflanan dönemler olur. Bu dönemlerde, milli şuur uyanıp, serpilmeye başlar. Böyle bir tarihi fırsatı iyi değerlendirebilen, bundan dürüst ve etkili şekilde faydalanabilen milletler büyük başarılara erişirler. Eğitim ve diğer alanlar da yoluna girer. Milletin sahip olduğu iyi nitelikler ortaya çıkar. Aydın, eğitimli ve milliyetçi insanların yıldızları parlayıp, yükselir. Bu sırada gelişme seviyesi, düşüncesi, karakteri, zihniyet ve motivasyonu yüksek, gayreti güçlü olursa, halk da kendi isteklerine ulaşır. Bağımsız devlet olup, gönlündeki arzular gerçekleşir; ekonomisi gelişir, geçim durumu iyileşir. En önemlisi de, milli ruh uyanır, halk kollarını sıvayıp önüne büyük-büyük hedefler koymaya başlar.

Arzu Geçitleri

Genç Tulparlılarda kurtuluş hareketi ile ilgili fikirler, işte söz konusu bu 1960’lı yıllarda uyandı. Sovyetler Birliği’ndeki siyasi değişim, milletini seven genç kadın ve erkekler üzerinde etkisini gösterdi. Özellikle Genç Tulpar Cemiyeti’nin gelecekteki lideri Murat Avezov, toplumdaki siyasi değişmelerin özünü çok iyi kavramıştı. Bu noktada, Alaş aydınlarının topyekün katliamından kurtulabilen tek kişi olan (babası) Muhtar Omarhanulı Avezov’un tarihi bir rolü vardır.

Büyük yazarın görkemli tarihî eserleri, özellikle de “Kıylı Zaman” (Zorlu Zaman) hikâyesi, gençlerin düşünceleri üzerinde büyük etkide bulundu. Muhtar Avezov ile oğlu Murat arasında yapılan ülkedeki hayat, halkın geleceği, kültür ve dilin kaderi hakkındaki konuşmalar, Genç Tulpar Hareketi’nin fikri ön şartlarını hazırladı. Muhtar Avezov, 1961 yılı temmuzunda dünyadan göçene kadar, Alaş düşüncesinin beslenme kaynaklarını oğlu Murat’a aktarıp, onu yetiştirdi.

Kazakistan’ın iktisadi gelişiminin karanlıklar içinde olması yanında, sadece kültür ve dilinin kaybedilmesi değil, Kazak halkının tüm değerleriyle birlikte tarih sahnesinden yokolması tehlikesi vardı. Dili ile milli hasletlerinden ayrılmaya başlayan Kazakların kadim kültürü de, sosyalist ideolojinin tesiriyle enternasyonalist, milli kimlikten yoksun bir mahiyet almıştı.

Böyle bir ahvalde, Muhtar Avezov’un, oğlu Murat’tan ne kadar ümitli olduğunu, ondan ne çok şey beklediğini, milletine yararlı işler yapacağına gönülden inandığını, yazarın, memleketindeki dostu Kamen Orazalin’e yazdığı mektupta görmek mümkündür. Semey şehrindeki dostlarına, oğlu Murat’ı halkla tanıştırmalarını rica etmesinde büyük bir siyasi öngörü de bulunmaktaydı.

Hakikat, ancak halkla gerçekten karışıp, onun taleplerini, ihtiyaçlarını kendi gözlerinle gördüğünde anlaşılır. Ayrıca Semey, Alaş aydınlarının şehriydi. Ulu Abay’ın ruhunun korunduğu, aydın, emsal olma vasfı taşıyan bir yerdi; ülkenin kaderinde her zaman örnek olacak bir geçmişe sahipti.

Babası Muhtar Avezov hayattayken aktardığı hatıralar, fikirler, onunla yaptığı bire bir sohbetler, ondan edindiği engin tecrübeler, şimdi, genç Murat için bir öğüt, bir vasiyet haline gelmişti ve onu harekete geçmeye yöneltti. 1961-62 yılları, Murat Avezov’un, babasının ülkülerini gerçekleştirmenin yollarını aradığı yıllar oldu. Moskova’daki sosyal ortam, ülkede gerçekleştirilen siyasi reformlar da bu arayışa girişini kolaylaştırdı. Diğer yandan Sovyet başkentindeki gençlerin kendi aralarındaki müşavere ve fikir alışverişleri de onları, giderek somut faaliyetlerde bulunmaya sevketti. Ülkeleri (Kazakistan) ile bağlantı kurup, propaganda faaliyetlerinde bulunabilmeleri için fırsatlar doğurdu. Bunları yaparken, Abay11 ve Mahambet’in12 şiirleri gençlere güç veriyordu.

50’li yılların sonunda, Kazak medeniyetinin göğünde parlak bir yıldız belirdi. Bu, Olcas Süleymanov idi. Onun “Argımaktar” adlı şiir külliyatı, Kazakistan dışındaki gençlerin başucu kitabına dönüştü. Moskova’daki Murat Avezov liderliğindeki Kazak gençlerinin Olcas Süleymanov ile sıcak şekilde yakınlaşmaları, onların milli ruhunu güçlendirdi, özgüvenlerini yükseltti.

Gençler, “Kazakistan, ne zaman büyük ülke olup, çağdaş uygarlık sahibi devletlerin arasına girebilecek; başını kaldırıp insanlığın ilerleme kervanına katılabilecek; Kazak ülkesi niçin geri kaldı” gibi sorulara cevap aramaya başladılar. İçine düştükleri çaresizlikten çıkaracak yollar araştırdılar. “Batur ataların torunları, nasıl oldu da, az sayıdaki komünistlerin, onun cüce temsilcilerinden biri olan F. İ. Goloşekin’in, halkın yarısını açlıktan kırmasına seyirci kalabildiler? Oğlu, babasına bakıp ok yontan, kızı anasına bakıp elbise biçen, atalarının ruhuna saygı gösterip manen güçlenen er yürekli halkı bu kadar zulme tahammül gösterip oturmaya sevk eden ne oldu? İnsanları, akrabaları, kardeşleri açlıktan kırılıp giderken ülke yönetimindeki Kazakların kursaklarından nasıl yemek geçebildi; biz, kadim bir medeniyetin mirasçısları olarak, neden tarihin akışının gerisinde kalıyoruz?” gibi düşünceler, Genç Tulparlılara, yatarken de dururken de rahat vermedi…

Kendi fikri olmayan adam, milli değerleri tanıyamaz, onları bilip, koruyamaz. Maneviyatı zayıf olanların iç dünyaları da zayıf olur. İşte bu husus, komünistlerin niye ana dili, dini, milli değerleri yok etmeye tüm güçlerini sarfettiklerinin cevabıdır. Milli benliğini kaybeden insan, hami olup kendi halkına hizmet edemez.

Alaş aydınları, eski zaman kahramanlarının yiğitliklerini boşuna anlatmıyorlar, halka nasıl hizmet yapılması gerektiğinden boş yere konuşmuyorlardı. Onlar, kendi milletini seviyor, özgüvenini güçlendiriyorlardı. Kazaklara, gözü kapalı kahramanlığı değil, ulus olup bir araya gelebilmenin yollarını gösteriyorlardı.