Bu, bana diğer dünyada iyi yer sağlamaz mıydı? Hatta belki bu dünyada bile! Böyle bir şansı kaçırmak ne aptallık olurdu! Onlar kadar yüksek olmasa da havarilere yakın bir yerde olurdum. Ama kesinlikle ikincil peygamberlerden daha yüksekte ve büyük ihtimalle de Tevrat’ın yazarları Musa ve Yeşaya’dan yüksekte bir yer edinirdim.
Böylesi bir gelecek için bir an bile tereddüt etmeden her şeyimi feda ederdim; yeter ki bana makul bir güvence verilsin. Misyoner çabaları her zaman samimiyetle takdir etmişimdir ve ara sıra onları desteklemek ve yaymak için katkıda bulunmuşumdur. Hiçbir zaman kendim misyoner olma hissi duymadım; ama onlara her zaman hayranlık ve saygı duyarım. Ayrıca onları kıskanırım.
Ama eğer bu insanlar İsrail’in kayıp on kabilesiyse durum tamamen farklı olurdu: Fırsat kaçırılmayacak kadar mükemmeldi ve gerçekten kayıp kabileye geldiğime dair izlenimlerimi doğrulayacak cinsten belirtiler görürsem kesinlikle dinlerini değiştirmeliydim.
Burada bu keşfin hikâyemin başlarında ima ettiğim şey olduğundan bahsedebilirim. Zaman, önce bendeki izlenimi güçlendirdi; birkaç ay şüphe duyduğum hâlde daha sonra bundan oldukça emindim.
Yemeğim bitince ev sahiplerim yaklaştı ve sanki benim de onlarla gitmemi istercesine kendi ülkelerine giden vadiyi işaret etiler. Aynı zamanda kolumu yakalayıp beni çekiyor gibi yaptılar ama şiddet kullanmadılar.
Güldüm ve oraya gidersem öldürülmekten korktuğumu göstermek için ellerimle boğazımı keser gibi yaptım. Bana hemen vaatte bulundular ve tehlikede olmadığımı göstermek için kararlılıkla ellerini sıktılar.
Davranışları beni oldukça rahatlattı. Yarım saat içinde erzak çantamı topladım. Kendimi iyi bir yemek ve uyku ile harika bir şekilde güçlenmiş ve yenilenmiş hissederek içinde bulduğum sıra dışı durumda onlardan gördüğüm ilgiyle daha umutlanmış olarak yapacağımız yolculuk için heveslendim.
Ama daha sonra heyecanım yatışmaya başladı ve bu insanların on kabileden olmadıklarını düşündüm. Bu durumda beni bu kadar belaya ve tehlikeye sokan para kazanma umutlarım, bu yerin olanaklarının benden daha önce başkaları tarafından çoktan kullanıldığı ve dolayısıyla bereketli olmadığı gerçeğiyle yıkılacaktı. Dahası, nasıl geri dönecektim? Çünkü ev sahiplerimde, bütün iyiliklerine rağmen beni tutmaya çalıştıklarını ve bana sahip olduklarını düşündüklerini hissettiren bir şey vardı.
7. Bölüm
İlk İzlenimler
Dört mil kadar bir patika takip ettik. Önce buzullardan gelen şiddetli akıntının yüzlerce fit yukarısındayken bir süre sonra neredeyse yanına varmıştık. Sabah, soğuk ve biraz sisliydi; çünkü sonbahar son zamanlarda iyice bastırmıştı.
Bazen çam ormanlarından, daha doğrusu çama benzeyen porsuk ağacı ormanlarından geçtik. Yol kenarında yer yer içinde gençliğinin, gücünün ve güzelliğinin doruğunda ya da ilerlemiş yaşının vakur olgunluğunda olan kadın ve erkek figürlerini temsil eden heykellerinin olduğu tapınakları geçtiğimizi hatırlıyorum.
Ev sahiplerim bu tapınaklardan birini geçerken başlarını eğdiler. Heykellerin ciddi hürmet gören, alışılmadık mükemmellikte ve güzellikte olmasını bırakın, gerçek birer obje olmadıklarını fark edince şok oldum
Ancak; şu anda benim de yaptığım gibi, bütün insanların Musevi olmayan havarinin emirlerini yerine getirdiklerini hatırladığım için bir tereddüt ya da kınama belirtisi göstermedim. Bu şapellerden birini geçer geçmez sislerin ardında başlayan bir köye geldik; merak ve antipati konusu olma kaygısıyla diken üstündeydim.
Ama durum böyle değildi. Rehberlerim geçerken birçok kişiyle konuştu ve konuştukları kişiler büyük bir şaşkınlık gösterdiler. Rehberlerim iyi tanınıyordu ve insanların samimi kibarlıkları beni zor bir duruma düşmekten alıkoyuyordu. Yine de bana gözlerini dikmekten geri durmadılar, ben de onlara bakmaktan çekinmedim. Ama sonraki deneyimlerimin bana öğrettiği şeyi söyleyeyim; birçok konu üzerindeki hatalı düşüncelerine ve vizyonlarının sığlığına rağmen, onlar daha önce tanıştığım insanların arasında en iyi ırktı.
Köy, aynı yeni terk ettiğimiz köy gibiydi; sadece daha genişti. Sokaklar dar ve kaldırımsız ama epey temizdi. Pek çok evin bahçesinde şarap üretiliyordu ve bazılarında da üzerinde şişe ve kadeh çizilmiş işaret levhası vardı ki bu da beni evde hissettirdi.
Bu basit insan topluluğunda çok az da olsa gelişmiş bir alışveriş alanı vardı; tıpkı açık hava pazar yerinde olduğu gibi. Bu zamana kadar hep buradaymış gibiydi. Bütün her şey genel olarak Avrupa’dakinin aynısıydı; sadece türler farklıydı. Bir pencerede aynı evde olduğu gibi çocuklar için arpa şekeri ve şekerlemelerin olması hoşuma gitti; ama arpa şekeri tabaktaydı, bükülmüş çubuklarda ya da mavi renkte değildi. Daha güzel evlerde bolca cam vardı.
Son olarak şunu söylemeliyim ki insanların fiziksel güzelliği tek kelimeyle inanılmazdı. Onlarla kıyaslanabilecek hiçbir şey görmedim. Kadınlar dipdiri ve görkemli bir yürüyüşe sahiplerdi, başları bütün ifade gücü ve zarafeti ile omuzların ın üzerinde duruyordu.
Her özellik kusursuzdu; göz kapakları, kirpikler ve kulaklar neredeyse istisnasız mükemmeldi. Renkleri en iyi İtalyan tablolarındaki gibiydi; olabilecek en berrak yeşiller ve sağlıkla ışıldayan pembeler…
İfadeleri ilahiydi. Bana ürkek ürkek ama şaşkınlıktan aralık dudaklarla baktıklarında dinlerini değiştirme konusunu tamamen unutuyordum. Hangisini görsem gözlerim kamaşıyor; her birinin şimdiye kadar gördüklerimin en güzeli olduğunu hissediyordum. Orta yaşta bile hâlâ alımlıydılar ve kulübe kapılarındaki yaşlı, beyaz saçlı kadınların da kendine özgü itibarları ve görkemleri vardı.
Kadınlar güzel olduğu gibi erkekler de yakışıklıydı. Oldum olası hayran olduğum güzellikten ayrıca zevk de alırım; ama böyle muhteşem bir türün varlığından tamamen utandım. Mısırlıların, Yunanlıların ve İtalyanların en iyi özelliklerin karışımı gibiydiler.
Çok sayıda çocuk vardı ve fazlasıyla mutluydular. Onların da ailelerindeki kişiler kadar güzel olduğunu söylememe gerek bile yok. Hayranlığımı ve memnuniyetimi rehberlerime işaretlerle ifade ettim ve bundan çok memnun oldular.
Eklemeliyim ki hepsi de kendi kişisel görünüşlerinden gurur duyuyormuş gibi görünüyordu ve hatta en fakiri (Hiçbiri zengin gibi görünmüyordu.) bile bakımlıydı. Kıyafetlerini tanımlayarak ve giydikleri aksesuarları, gözüme çarpan yüzlerce tuhaf detayı anlatarak pek çok sayfa doldurabilirdim; ama yapmamalıyım.
Köyü geçtiğimizde sis çıktı ve karlı dağların muhteşem manzarasını açığa çıkardı. Böylece önceki akşam keşfettiğim ovaları tekrar görüyordum.
Ülke yüksek oranda bayındırdı. Her yerde kestane, ceviz ve elma ağacı dikiliydi. Tepelerin gitgide çekildiği yerde ve geniş ovaların arasında akan nehrin yanındaki bataklıkta bolca keçi ve bir çeşit küçük siyah sığır vardı.
Yuvarlak burunlu ve iri kuyruklu birkaç koyun gördüm. Çok köpek vardı ve bunlar oldukça İngiliz tarzıydılar; ama hiç kedi görmedim.
Başladığımız zamandan yaklaşık dört saat yürüyerek ve iki üç tane daha köy geçerek hatırı sayılır bir kasabaya vardık, rehberlerim benim bir şeyleri anlamam için bir sürü çaba sarf ettiler ama ben tehlike altında olmadığım dışında pek bir anlam çıkartamadım.
Okuyucuya şehri anlatarak lafı uzatmayacağım, sadece Domodossola ve Faido’yu9düşünmesini isteyeceğim. Kendimi başyargıcın karşısında bulduğumu ve onun emriyle ilk görmüş olduğum yakışıklı ve iyi görünümlü iki kişiyle beraber bir odaya getirildiğimi söylemem yeterli.
Aslında, içlerinden bir tanesi açıkça çok hastaydı ve bastırmaya çalışmasına rağmen zaman zaman şiddetli bir şekilde öksürüyordu. Diğeri de solgun ve hasta görünüyordu ve neredeyse hiç konuşmuyordu;sorunun ne olduğunu anlamak imkânsız gibiydi.
İkisi de yabancı olduğu belli olan biriyle karşılaştıklarına şaşırdılar. Bana yaklaşamayacak, benimle ilgili çıkarımlar yapamayacak kadar hasta görünüyorlardı. Bu ikisi ilk çağrılanlardı ve yaklaşık on beş dakika onları takip etmem istendi ki bunu hem korkarak hem merakla yaptım.
Eyalet başkanı beyaz saç ve sakalı, bilge yüzüyle saygı uyandıran bir adamdı. Beş dakika boyunca gözlerini başımdan ayak ucuma kadar gezdirerek bana baktı; yukardan aşağı, aşağıdan yukarı. Bana bakmaya başladığından bitirdiği ana kadar kafası daha netleşmiş gibi görünmedi.
Sonunda bana “Sen kimsin?” anlamına geldiğini sandığım tek bir kısa soru sordu. Oldukça sakin bir şekilde sanki beni anlayacakmış gibi İngilizce cevap verdim ve elimden geldiği kadar doğal olmaya gayret ettim. Daha da aklı karışmış gibi göründü ve sonra diğer ikisiyle birlikte çekildi.
Sonra beni bir iç odaya götürdüler. Şef seyrederken yeni gelen iki adam beni soydu. Nabzımı ölçtüler, dilime baktılar, göğsümü dinlediler, bütün kaslarımı yokladılar ve her operasyonun ardından şefe bakıp kafa salladılar. Sonra oldukça memnun bir ses tonuyla sanırım iyi olduğum anlamına gelen bir şeyler söylediler.
Hatta sanırım kanlanmış olup olmadığına bakmak için göz kapaklarımı bile çekip baktılar. En sonunda sanırım sağlığımın mükemmel olmasından ve de kuvvetliliğimden memnun oldular.
Sonunda yaşlı başkan bana, beş dakika boyunca diğerlerinin çok yerinde bulur gibi göründüğü ama benim hiçbir şey anlamadığım bir konuşma yaptı. Sona erdiğinde çıkınımı ve ceplerimi yoklamaya devam ettiler.
Yanımda hiç para olmadığından ya da onların isteyebileceği veya benim kaybetmekten rahatsız olacağım herhangi bir şeyim olmadığından bu bana biraz tedirginlik verdi. En azından öyle sandım ama sonra yanıldığımı anladım.
Tütün pipoma çok şaşırmalarına ve beni onu kullanırken görmek istemelerine rağmen ilk başta rahattılar. Onlara nasıl kullanıldığını gösterdiğimde şaşırdılar ama hoşnutsuz değildiler; hatta kokuyu beğenmişe benziyorlardı.
Çok geçmeden en iç cebime saklamış olduğum ve aramaya başladıklarında orada olduğunu hatırladığım saatime geldiler. Onu ellerine aldıklarında endişeli ve gergin göründüler. Sonra bana onu açtırıp nasıl çalıştığını göstermemi istediler; bunu yaptıktan sonra oldukça ciddi rahatsızlık işaretleri gösterdiler. Bu beni çok daha fazla huzursuz etti çünkü saatin onları hangi nedenle rahatsız etmiş olabileceğini anlayamadım.
Onu ilk bulduklarında Paley’in aklıma geldiğini ve saati gören bir vahşinin onun icat edildiğini anlayacağını söyleyişini hatırlıyorum. Doğru, bu insanlar vahşi değildiler ama yine de varacakları sonun bu olduğundan emindim. Başpsikopos Paley’in ne kadar bilge bir adam olduğunu düşünürken yargıcın yüzündeki dehşet ve korku dolu ifadeyle kendime geldim. Saatimin bir icat değil; kendisini ve bütün evreni icat eden, öyle ya da böyle her şeyin meydana gelmesine neden olan şey olduğunu düşündüğünü gösteren bir ifadeydi bu.
Daha sonra bu sahnenin hiç Avrupa medeniyeti görmemiş birilerinin olduğu bir yerde gayet normal olduğunu fark ettim ve beni böyle şeyler düşünmeye sevk ettiği için Paley’e gücendim. Ama daha sonra yargıcın yüzündeki ifadeyi yanlış yorumladığımı fark ettim. Bu korku değil, nefret dolu bir bakıştı.
İki üç dakika boyunca sert ve ağırbaşlı bir şekilde benle konuştu. Sonra bunun faydası olmayacağını düşünerek beni birkaç geçitten geçirerek şehrin müzesi olduğunu anladığım büyük bir odaya getirdi. Burada beni daha önce gördüğüm her şeyden daha da çok şaşırtan bir görüntü yakaladım.
Burası, içinde her çeşit antika olan mahfazalarla doluydu; iskeletler, doldurulmuş kuşlar ve hayvanlar, taş oymalar (Boyunda gördüklerimin sadece daha küçükleriydi.)… Ama odanın büyük kısmı her tür bozuk makine ile doluydu.
Büyük parçaların kendi kapları ve üzerinde anlayamadığım karakterlerle yazılı etiketleri, hepsi kırık olan paslı buhar motoru parçaları vardı. Aralarında yerde yatan silindir, piston ve bir kırık motor volanıyla krankın bir parçasını gördüm.
Ve yine oldukça eski, tekerlekleri paslanıp çürümüş bir vagon vardı; gördüğüm kadarıyla özellikle demir raylar için tasarlanmıştı. Gerçekten de günümüzün en ileri buluşlarından pek çoğunun parçaları vardı; ama hepsi de birkaç yüz yıllıkmış gibi görünüyorduve bulundukları yere bilgilendirmek için değil antika olarak konulmuşlardı. Daha önce söylediğim gibi, hepsi bozuk ve kırıktı.
Pek çok kasa geçtikten sonra, sonunda birkaç saat ve iki üç eski kol saatinin olduğu bir kasaya geldik. Burada başkan durdu ve kasayı açarak benim saatimi diğerleriyle karşılaştırdı. Tasarımları farklıydı ama nesne apaçık aynıydı.
Bunun üzerine bana dönüp sürekli kasadaki saatleri göstererek sert ve kırgın bir ses tonuyla bir konuşma yaptı. Ben ona saatimi alıp diğer saatlerin yanına koyabileceğini söyleyene kadar da sakinleşmiş görünmedi. Bunu yapınca biraz sakinleşti.
İngilizce olarak -ton ve davranış olarak söylemek istediğimi anlatabileceğimi umduğum bir tonda- yanımda bilmeden kaçak bir şey getirdiysem özür dilediğimi; sıradan eşyalardan başka bir şeyimin olmadığını ve istemeden çiğnediğim bir yasa varsa saatimi bedel olarak verebileceğimi söyledim.
Sonra yumuşamaya ve daha nazik bir üslupla konuşmaya başladı. Sanırım onu bilmeden kırdığımı gördü. Ama yine sanıyorum ki onu döndüren ana sebep benim ondan korkmuş görünmeyişimdi; üstelik oldukça da saygılıydım. Açık renk saç ve tenim için daha önce diğerlerinin de yapmış olduğu gibi işaretler yapmıştı.
Sonradan anladım ki az görülen bir şey olduğundan açık renk saç büyük bir değer sayılıyordu ve ona sahip olan kimseler hayranlık duyulup kıskanılıyordu. Ne olursa olsun saatim benden alınmıştı; ama barış yapmıştık. Sonra muayene edildiğim odaya geri götürüldüm.
Derken başkan benimle başka bir konuşma daha yaptı. Bunun üzerine kısa sürede kasabanın hapishanesi olduğunu anladığım yakındaki bir binaya götürüldüm ancak beni diğer mahkûmlardan ayrı bir yere koydular. Odada yatak, masa, sandalyeler, şömine ve yıkama tezgâhı vardı.
Duvarlarla çevrili bir bahçeye inen, tek kat merdiveni olan ve bir balkona açılan başka bir kapı vardı. Beni odaya getiren adam, yemek için bir şeyler getirilmesini istediğimde aşağı inip bahçeye çıkabileceğimi işaret etti.
Battaniyelerimi ve içine sardığım birkaç şeyi almama izin verilmişti ancak şu açıktı ki -sebebini uzunca bir süre hiçbir şekilde anlayamasam da- ben bir mahkûmdum.
8. Bölüm
Hapishanede
Ve şimdi ilk kez cesaretim işe yaramadı. Diyebilirim ki meteliksizdim; hiç arkadaşımın olmadığı, geleneklerini, hatta dilini bile bilmediğim yabancı bir ülkede hapistim. Tam olarak tanımadığım adamların merhametine kalmıştım. Üstelik, bulunduğum bu zor ve şüpheli durumda, kafamı, rastladığım bu insanlarla meşgul etmekten kendimi alamıyordum.
İçi makinelerle dolu gördüğüm o odanın ve yargıcın saatime dair memnuniyetsizliğinin anlamı neydi? İnsanların oldukça az makineleri vardı. Bu ülkede yirmi dört saatten fazla kalmadığım hâlde bu durumun içine çakılı kalmıştım. Gelişme düzeyleri ancak on ikinci veya on üçüncü yüzyıl Avrupa’sınınki gibiydi; daha fazlası yoktu. Ama bizim en yeni buluşlarımızı da çok iyi biliyor gibiydiler.
Bir zamanlar bizden ileri olmalarına rağmen nasıl oluyor da şimdi bizim gerimizdeydiler? Şu kesin ki bu, önemsememekten kaynaklanmıyordu. Benim saatimi gördüklerinde onun saat olduğunu anlamışlardı; bozulan makineler de önceki uygarlıklarından kalanları kaybetmek istemedikleri için korunmuş ve etiketlenmişti. Ne kadar düşünürsem düşüneyim anlayamıyordum. Ama sonunda şu sonuca vardım ki demir ve kömür madenlerinde tek bir kalıntı bile kalmayana kadar bunları en iyi şekilde kullanmışlardı. Bu düşünebildiğim en iyi varsayımdı; üstelik daha sonra bunun nasıl yanlış anlaşıldığını da buldum ve onun en doğrusu olduğuna emin oldum.
Kapı açıldığında elinde iştah açıcı koku yayan bir tepsiyle duran genç kadını gördüğümde bu fikre dört veya beş dakika içinde zar zor vardığımı fark ettim. Bir örtü serip masayı insanın iştahını kabartan yemeklerle donatırken onu hayranlıkla izledim. Seyrederken onun o huzur veren tavrıyla kendimi daha da iyi hissetmeye başladım.
Yaşı yirmiden fazla değildi; orta boylu, hareketli, güçlü ve kibar görünümlüydü. Tatlı dudakları, derin ela gözleri, uzun ve kıvrık kirpikleri vardı. Saçları muntazamca örülmüştü ve çok zarif bir tavrı vardı. Görünüşü kusursuz bir güzelliği yansıtıyor, elleri ve ayakları heykeltıraş tarafından özenle yapılmış gibi duruyordu.
Masayı hazırlarken bir yakınının başına gelen acı bir olayı hatırlıyormuş gibi hüzünlü bir ifadeye bürünmüştü. Hatta bana daha da hüzünlü baktığını düşündüm. Elinde bir bardak ve bir şişeyle geldiğinde beni ellerim yüzümde, yatakta ızdıraplı bir hâlde otururken buldu. Parmaklarımı aralayıp onu odadan dışarı çıkarken izlediğimde benim için üzüntü duyduğuna emindim. Sırtı bana dönükken o mükemmel hazırlanmış yemeği yemeye başladım.
Yaklaşık bir saat sonra belinde birçok anahtar asılı olan, gardiyan olduğunu tahmin ettiğim biriyle geri geldi. Meğer o, bana bu güzel yemeği getiren kusursuz kadının babasıymış. Çok da üzüntülü olduğumu belli etmedim. Can sıkıntısından kurtulmuş, hem gardiyanımla hem de kızıyla hoş bir tavıra bürünmüştüm.
Bana gösterdikleri ilgiden dolayı onlara teşekkür edince bu duruma pek anlam veremeyip birbirlerine baktılar ve adam diğerine espri olduğunu düşündüğüm bir şey söylediğinde yine birbirlerine bakıp güldüler. O güzel kız yemek tabaklarını toplamayı babasına bırakıp gülümseyerek çıktı. Daha sonra çok da alımlı görünmeyen, hakkımda az şey bildiğine inandığım başka bir ziyaretçim geldi. Bir kitap, kalemler ve gazete getirmişti -hepsi İngilizceydi- ama ne baskılıydı ne de ciltli; ne dolma kalemle yazılmış ne de mürekkeple. Fakat bizimkinin hemen hemen aynısıydı.
Dillerini bana öğreteceğini ve buna da hemen başlayacağını anladım. Bu beni sevindirdi çünkü dillerini anlayınca daha rahat olacaktım. Eğer bana bu dili zar zor öğretselerdi ve bana insafsızca davransalardı asla öğrenemezdim. Hemen başladık. Odadaki her şeyin ismini, rakamları ve özneleri öğrendim. Avrupa dillerini bildiğim kadarıyla bu dillerle pek de benzerlik göstermiyordu; muhtemelen İbraniceydi.
Fazla ayrıntıyla anlatmayayım, zamanım oldukça monoton ve sıkıcı geçiyordu; ancak gardiyanın kızı Yram benimle oldukça ilgileniyordu. Bana dillerini öğreten adam her gün geliyordu, fakat benim asıl sözlüğüm ve bana dil bilgisi kurallarını öğreten kişi Yram’dı. Ayın sonunda olağanüstü bir biçimde ilerleme kaydettim; artık Yram ve babası arasında geçen konuşmaları anlayabiliyordum.
Öğretmenim kendini memnun hissetti ve benimle ilgili yetkililere olumlu rapor vereceğini söyledi. Ben de ona, bana ne yapılacağı konusunda sorular sordum. Benim oraya gitmemin ülke genelinde büyük heyecan yarattığını ve devletten gelecek beraat kararına kadar hapiste tutulacağımı söyledi. Davada bana en çok zarar verecek olan şeyin bir saate sahip olmam olduğunu söyledi. Bunun nedenini sorduğumda ise henüz çok iyi bilmediğim dillerinde bana uzun bir hikâye anlattı. Benim suçum tifüs olmak kadar kötüydü ama parlak saçlarım beni belki kurtarabilirdi.
Bahçede dolaşmama izin verildi. Burada yüksek bir duvar vardı böylece oyun oynayabiliyordum. Yalnız başıma oynamak aptalca görünse de hapsin üzerimde yarattığı kötü etkiyi azaltıyordu. Zamanla yakın çevreden insanlar beni görmek istedikleri için gardiyanı taciz etmeye başladılar. Gardiyan da yüksek miktardaki bahşişi alınca beni görmelerine izin vermeye başladı.
İnsanlar bana iyi, hatta oldukça iyi davranıyordu. Herkeste merak uyandırıyordum ve bundan nefret ediyordum. Özellikle kıskanç tavırlı Yram beni ve kadın ziyaretçilerimi dikkatle izliyordu. Yine de onun bu tutumu hoşuma gidiyordu ve bana destek olup beni rahatlattığı için kendimi ona oldukça muhtaç hissediyordum. Bu yüzden de elimden geldiğince onu sinirlendirmemeye gayret gösteriyordum. İyi arkadaş olmuştuk. Erkekler oldukça meraklıydılar ve biliyorum ki kendi rızaları ile yanıma geliyorlardı ama kadınlar onların refakatçi ile gelmelerini istiyorlardı. İnsanların cana yakın tavırlarından çok memnundum.
Yemeklerim sadeydi ama her zaman çeşit çeşit ve sağlığa yararlı gıdalardı. Kırmızı şarap ise takdire şayandı. Bahçede bir çeşit ot buldum. Otları bir kenara istifleyip kuruttum. Bu, tütünün yerini alabilirdi. Böylece Yram, öğrendiğim diller, ziyaretçiler, bahçede oynadığım oyun, sigara içme ve yatak sayesinde günler umduğumdan daha hızlı ve zevkli geçmeye başladı. Kendime bir de küçük bir flüt yaptım. Amatör bir müzisyen olarak zaman zaman operalardan bölümler çalarak veya “Neredesin hey neredesin?” veya “Evim, tatlı evim…” gibi melodiler mırıldanarak kendimi oyalıyordum. Bu şehirdeki diatonik ölçeği bilmeyen insanların, aslında bildikleri melodileri duyduklarında kulaklarına inanamamaları bana büyük kazanç sağladı. Bana sık sık şarkı söylettiler. Hatırladıklarımdan Billy Taylor’ın Wilkins and His Dinahve The Ratcatcher’s Daughter adlı şarkılarını söylerken Yram’ın gözlerinin dolmasına sebep olduğumu hatırlıyorum.
Onlarla aramızda bir iki kere tartışma oldu çünkü pazar günleri tekerlemeler ve ilahiler haricinde şarkı söylemiyordum. Maalesef sözlerini unuttuğum için sadece nağmesini mırıldanırdım bu ilahilerin. Dinsel hisleri ya azdı ya da hislerini hiç göstermiyorlardı. Kutsal Sebt gününü bile pek duymamışlardı; bu sebeple haftanın yedinci gününde somurtkanlığımdan rahatsız oluyorlardı. Ama oldukça toleranslıydılar. Hatta pek anlayamasam da içlerinden biri bana nazikçe zaman zaman asık suratlı olmamaya çalışmanın imkânsız olduğunu, eğer durum ciddileşirse birini görmem gerektiğinin çok doğal bir durum olduğunu söyledi.
Bir keresinde Yram bana kaba ve mantıksız davrandı ya da o zaman ben öyle algıladım. Bahçede oyun oynuyordum ve oldukça hararetliydim. O gün sonbahar yaklaştığı için hava soğuk olmasına ve bulunduğum “Soğuk Liman” isimli yerin denizden üç bin fit yüksekte olmasına rağmen, yeleğimle montum olmadan oynadım ve açık havada uzun süre kaldığım için de ağır şekilde üşüttüm.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
“Hayat ve Yaradılış”
2
Şeker kamışından şeker yapılırken çıkan suyun mayalandırılarak kurutulmasıyla yapılan sert içki.
3
Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutlu olurlardı.
4
Çiftçiler sahip olduklarının farkına varsalardı ne kadar mutsuz olurlardı.
5
George Frideric Handel: Alman, klasik batı müziği bestecisi.
6
Baba, Oğul, Kutsal Ruh.
7
Mecdelli Meryem: Yeni Ahit’e göre İsa’nın takipçilerinden biri.
8
Dul Kraliçe Adelaide.
9
İki İtalyan şehri.
Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книгиВсего 10 форматов