banner banner banner
Endülüs Emevileri ve Emevi Halifeleri
Endülüs Emevileri ve Emevi Halifeleri
Оценить:
 Рейтинг: 0

Endülüs Emevileri ve Emevi Halifeleri


Abbasi halifeleri, adli yetkilerini kadılar vasıtasıyla paylaşıyordu. Devletin ilk dönemlerinde eyaletlerdeki kadılar valiler tarafından atanırken daha sonra merkezden atanmaya başladılar. Ancak bu düzenleme Harun Reşid döneminde değiştirildi. Kadıların kadısı veya kadıların başı anlamına gelen ve hukuk işlerini yürüten kadıların başı olan kâdılkudâtlık müessesesi kadı tayinlerinin yetkisini üstlendi.

Süslü Giyinmeyi Severlerdi

Halifeler, giyim kuşamda İran tarzı giysileri tercih ederlerdi. Bellerine değerli taşlarla süslü kuşak, başlarına siyah bir külah üzerine sarık sararlardı. Valiler ve diğer ileri gelenler de halifelerin giyim tarzını benimserlerdi.

Tören kıyafetleri, günlük kıyafetlerinden farklı olurdu. Törenlerde siyah veya menekşe renginde uzun hırka giyerlerdi. Bayram namazlarını onlar kıldırırlardı.

Cuma ve bayram namazlarına, diğer törenlerde olduğu gibi bellerine siyah bir kuşak sarıp, üzerlerine siyah bir kürk giyip, ellerine Hz. Muhammed’in kılıcını alarak hilafet alayı ile giderlerdi.

Halifeler törenlerde Hz. Muhammed’in, Şair Kâ’b b. Züheyr’e hediye ettiği hırkayı giyerlerdi. Bürde denilen hırka, Emevi Devleti’nin ilk hükümdarı Muaviye tarafından Şair Kâ’b’ın vârislerinden satın alınmış ve veraset yoluyla Abbasiler’e kadar ulaşmış, en sonunda Yavuz Sultan Selim tarafından diğer mukaddes emanetlerle birlikte İstanbul’a getirilmiştir.

Hz. Peygamber’in, üzerinde “Muhammed Resulullah” yazılı mührü de Hz. Osman dönemine kadar kullanılmış, bu mührün kaybolmasından sonra her halife kendi adına mühür kullanmıştır.

Halifeler, yüklendikleri sorumluluğa ilişkin en önemli işaret olarak “aneze” veya “kadib” de denilen asa kullanırlardı. Tahta çıkan bir halifeye Hz. Muhammed’in hırkası ve mühürle birlikte asa sunulurdu. Hz. Peygamber’e mahsus minberin yanında asası da özel ilgi görmüş ve ikisine birden “ûdeyn” adı verilmiştir. Bu semboller, halifeliğin meşruiyet göstergesi idi. Aynı zamanda iktidar işareti kabul edilen asaya, Fâtımî halifeleri de önem verirler ve düzenlenen törenlerde ellerinde taşırlardı.

Halife, Meşruiyetin Kaynağıydı

Abbasiler’in egemenliği döneminde birçok devlet ortaya çıksa da bu devletler Abbasi halifesinin manevi otoritesini tanıyorlardı. Bu nedenle, kendilerini halifenin hizmetinde kabul eden Sünni bir devletin meşruiyet kazanabilmesi için halife tarafından resmen tanınması gerekiyordu.

Halife, meşruiyetini halkın biat etmesinden alırdı. Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nde biat etmek kişinin iradesine bağlıydı. Emeviler Dönemi’yle birlikte biat, bağlılığını sunmak anlamında zorunluluğa dönüştürüldü. Özellikle Endülüs Emevi Devleti’nde, biat törenleri günlerce sürmüştür.

Öte yandan Hz. Ali’den sonra cuma namazında okunan hutbeye siyasi bir fonksiyon yüklenmiştir. İmamların okudukları hutbelerde, dönemin halifesinin adını anmak, o halifenin egemenliğini tanımak anlamına geliyordu. Yani devletin siyasi sınırları, okunan hutbelerle çiziliyordu. Siyasi bakımdan hutbenin bir önemi de halife ile sultan veya eyalet valileri ve mahallî hanedanlar arasındaki güç dengesinin bir işareti olmasıdır. Bir hükümdarın meşruiyet kazanması onun saltanatının halife tarafından tasdik edilmesine bağlı olduğundan hükümdarlar ülkelerinde halife adına hutbe okuturlardı. Abbasi halifelerinin güçlerini kaybettikleri günlerde, yeni ortaya çıkan devletlerin hükümdarları, kendi isimlerini de halifeninkiyle birlikte hutbelerde okuturlardı.

Dört Halife ve Hz. Hasan Dönemi’nden itibaren genellikle halifeler, namazlarda kendileri imamlık yapmışlar ve cuma günleri de hutbe okumuşlardır. Vilayetlerde ise bu iş valiler tarafından yürütülmüştür. Abbasi halifesi Razi Billah’tan sonra halifeler bu görevi nadiren yerine getirmişlerdir.

Bir devletin egemenlik işaretlerinden biri de para bastırmaktır. İslam devletinde ilk para Emevi halifesi Abdülmelik b. Mervan döneminde bastırılmıştır. Onun halifeliğine kadar İslam devletinde tedavüldeki para, Bizans ve Sasani devletlerinin paraları idi. Halife Mervan döneminde, üzerinde kendi adı bulunan yeni altın dinar ve gümüş dirhem bastırılmış ve bu uygulama daha sonraki dönemlerde devam etmiştir.

Endülüs’te kurulan Emevi devletinin hükümdarları, III. Abdurrahman ile birlikte halife unvanını kullanmaya başlamışlardır. III. Abdurrahman, yarım yüzyıl süren hükümdarlığı döneminde, Fâtımî Devleti ile giriştiği siyasi nüfuz mücadelesinde Nâsır-Lidinillah unvanıyla halife kavramını etkili bir şekilde kullanmayı başardı. III. Abdurrahman, böyle yaparak devletini emîrlikten halifelik düzeyine çıkararak, 10. yüzyılda İslam dünyasında Abbasiler ve Fâtımîler’den sonra üçüncü bir denge unsuruna dönüştü.

Endülüs Emevi Devleti hükümdarı III. Abdurrahman’dan sonra oğlu II. Hakem, Müstansır-Billah unvanıyla halifelik makamına oturdu. Endülüs Emevileri’nde halifelik unvanı, II. Hakem’le birlikte oturdu. Ondan sonraki dönemde halifeliğin otoritesinde ve etkinliğinde değişiklik meydana geldi. Bu durum İbn-i Ebû Âmir el-Mansûr’un öldürülmesine kadar devam etti. Hem siyasi iktidarı hem de orduyu kontrolü altında tutan Hâcib İbn-i Ebû Âmir, Mansûr unvanından sonra 996 yılında da Melik el-Kerim unvanını alarak, halifenin otoritesine ortak oldu ve hutbelerde onun adından sonra kendi adını okutmaya ve resmî yazıları kendi imzasıyla göndermeye başladı.

Endülüs Emevileri, İspanya’daki Son Müslümanlar Değildi

1031 yılı, bugünkü İspanya sınırlarında kurulmuş olan Endülüs Emevi Devleti’nin ortadan kalktığı yıl olmuştur. Endülüs Emevi Devleti’nin yıkılışı, İspanya topraklarındaki İslam hâkimiyetinin sonu olmamıştır. Bundan sonra o coğrafyada yine Sünni devletler kurulmuştur. Merkezleri bugünkü Fas olan Murabıtlar Devleti bunlardan biridir. Hristiyanlara karşı kazandığı zaferlerle meşhur olan Yusuf b. Taşfin, bugünkü Fas ve İspanya’yı ele geçirerek Murabıtlar Devleti’ni kurmuştur.

Murabıtlar’ın Mağrib ve Endülüs’ü ele geçirmesi, özellikle IV. Alfonso’ya karşı Zellaka Savaşı’nı kazanması üzerine, Abbasi halifesi Muktedi-Biemrillah tarafından 1086 yılında Yusuf b. Taşfin’e bir menşur gönderilerek “emîr-ül müslimin” unvanı verildi.

Murabıtlar emîr-ül müslimin unvanını benimseyerek hükümdarlıklarının mahallî kimliğini kabul ettiler. Aynı şekilde Abbasiler’i met-bu sayarak halife altında bir unvana itiraz etmediler.

12. yüzyılın ilk yarısında yıkılan Murabıtlar Devleti’nin ardından İspanya’da hüküm süren bir başka İslam devleti Muvahhidler olmuştur. Muvahhidler, Abbasi Devleti’ne bağlılığı reddederek emîr-ül müminin unvanını kullanmışlardır.

Murabıtlar Devleti’ni yıkan Muvahhidler Devleti’nin kurucusu Abdülmü’min el-Kûmî, hocası ve hareketin lideri Muhammed b. Tûmert el-Mehdi’nin ölümünden sonra 1133 yılında halife ilan edildi.

Muvahhidler’in yıkılmasından sonra yerlerini, 1228 yılında bugünkü Tunus topraklarında tarih sahnesine çıkan Hafsîler aldı. Muvahhidler’in iktidarına son veren Hafsî Hânedanı’nın kurucusu Emîr Ebu Zekeriyya’nın oğlu Muhammed, 1252 yılında Müstansır-Billah lakabını ve emîr-ül müminin unvanını kullanmaya başladı. 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından ele geçirilip halifenin otoritesini kaybetmesi üzerine, Mekke şerifi kendisine Abbasi halifesinin vârisi olduğunu belirten bir berat gönderdi. Böylece başlangıçta emîr ve sultan denilen Hafsî hükümdarları nüfuzlarını genişletince halife ve emîr-ül müminin unvanlarını da taşımaya başladılar ve adlarına hutbe okutup para bastırdılar.

Fas merkezli olmak üzere bugünkü Kuzey Afrika topraklarında Hafsîler’in çağdaşı bir başka devlet de Meriniler olmuştur. Meriniler de Murabıtlar gibi emîr-ül müslimin unvanını kullanarak Abbasi halifesine bağlı kalmışlar, İslam dünyasında meydana gelen otorite boşluğundan yararlanarak 14. yüzyıldan itibaren de emîr-ül müminin unvanını kullanmışlardır.

Fâtımîler de Halifelik İddiasında Bulundu

İslam dünyasında Sünni İslam inancının en önemli rakibi Şii inanışına mensup Müslümanlar olmuşlardır. Şii inanışını benimseyen Müslümanların tarihteki en önemli devletlerinden biri Fâtımî Devleti’dir. Ubeydullah el-Mehdi tarafından 909 yılında İfrikiye denilen bugünkü Tunus coğrafyasında kurulmuş, egemenliğini daha sonra Suriye’ye kadar genişletmiştir. Endülüs Emevi Devleti’nin halifelik iddiasında bulunmasına neden olan da Fâtımîler olmuştur. Fâtımî halifeliği, Şiiliğin İsmailîye kolunun anlayışını esas almıştır; Abbasi ve Endülüs Emevileri hilafetleriyle rekabetinin temelinde de bu husus yatmaktadır.

Fâtımîler’de halife günahsız kabul edilerek ona kutsal bir kimlik atfedilmiştir. Böylece halifelere mutlak itaatin gerektiği anlayışı benimsenmiştir. Abbasiler’de olduğu gibi Fâtımîler’de de halifeye biat şartı vardı. Ancak bu biat seçime değil, itaate ilişkindi. İmam olarak devletin başı ve bütün bilgilerin kaynağı olan halife, şeriatı da yorumlardı. Halife, Allah dostu anlamında veli kabul ediliyordu. Bundan dolayı velayet de imanın esaslarından biri hâline gelmişti.

Fâtımîler’in döneminde Sünni dünyasında Abbasiler ve Endülüs Emevileri olmak üzere iki önemli hükümdarlık vardı. Fâtımî halifesi Muiz-Lidinillah, Endülüs Emevi Devleti’nin en güçlü hükümdarı III. Abdurrahman’dan 958 yılında gelen ve aralarındaki anlaşmazlığın barış yoluyla çözülmesini isteyen mektubu, Abdurrahman’dan emîrül müminin diye söz edildiği için geri çevirmiş, halifeliğin kendilerinin hakkı olduğu iddiasıyla kendilerine karşı halifelik iddiasında bulunan kişilerle savaşmaları gerektiğini söylemiştir.

Şiilerin İsmailîye kolu, Fâtımî Devleti ile halifelik iddiasında bulunurken, İmamiye kolu Mehdi’nin gelişini beklemiştir. Şiilerin diğer bir kolu olan Zeydîler ise Hz. Hasan’ın soyuna mensup imamların yönetiminde, 9. yüzyılın ortalarında Arabistan’da ve aynı yüzyılın sonlarına doğru Yemen’de iki ayrı devlet kurmuşlardır. Bunlardan daha uzun süre yaşayan Yemen Zeydî Devleti’nin kurucusu Yahya b. Hüseyin, halifeler gibi Hadi ilel-Hak lakabını ve emîr-ül müminin unvanını almıştır. Zeydîlere göre imam masum değil fakat müçtehittir. Ona mutlak itaat söz konusu olmayıp Kur’an ve sünnetten ayrıldığı zaman peşinden gitmek gerekmez. Ayrıca liderlik görevinin babadan oğula geçmesi şartı yoktur, liderin Hz. Ali soyundan gelmesi yeterlidir. Yine onlara göre Hz. Peygamber tarafından ismen olmasa da vasfen tavsiye edilen Hz. Ali kendisinden önceki üç halifeden daha faziletlidir. Bununla birlikte çok faziletli olanın yerine daha az faziletli kişilerin liderliğini de uygun görerek ilk üç halifeyi meşru sayarlar.

Moğol istilası, Abbasi halifeliğinde üç yıl süren bir fetret devri yaşattı. 1258-1260 yıllarındaki bu karanlık dönemi sona erdiren, Ayn Calut Savaşı’nda Moğolları yenmeyi başaran Sultan Baybars oldu. Bu dönemden sonra halifelik, hükümdarlara meşruiyet kazandırma aracına dönüştü.

Sultan Kutuz’u öldürüp Memlûk tahtına geçmeyi başaran Sultan I. Baybars, Moğolların Bağdat’ı tahribi sırasında, Şam’a giden son Abbasi halifesi Müstasım-Billah’ın amcası Ebul Kasım Ahmed’i, halifelik müessesesini canlandırmak amacıyla Kahire’ye davet etti. Baybars tarafından törenle karşılanan Ebul Kasım Ahmed’in Abbasi Hanedanı’na mensubiyetini gösteren ve Hz. Muhammed’in amcası Abbas’a kadar uzanan şeceresi ilim adamları, devlet büyükleri ve kadılardan oluşan bir heyetin huzurunda okundu ve Kadılkudat Ta-ceddin Abdülvehhab b. Bintü el-Eaz tarafından onaylandı; arkasından da kendisi Müstansır Billah lakabıyla 9 Haziran 1261’de halife ilan edildi ve halktan biat alındı. Böylece Abbasi halifeliği üç yıllık bir aradan sonra Kahire’de yeniden kurulmuş oldu.

Mısır Dönemiyle Birlikte Halifeler, Hükümdarın Gölgesinde Kaldı

İsmen halife olmakla birlikte gerçekte yetkileri bulunmayan Mısır’daki Abbasi halifelerinin adları sikke ve hutbelerde Memlûk sultanlarıyla birlikte anılıyordu.

Bununla birlikte Kahire’deki Abbasi halifeleri, İslam dünyasında manevi nüfuzlarını devam ettirmişlerdir. Günümüzde devletlere BM’nin kazandırdığı meşruiyeti, o dönemde İslam dünyasında halifelik makamı sağlıyordu. Halifeler, iktidarı devralan veya yeni devlet kuran bazı Müslüman hükümdarlara, menşur denilen özel berat gönderiyor ve bu şekilde halifeden menşur alan devletler de İslam dünyasında daha fazla tanınma imkânı bulmuş oluyorlardı. Örneğin, Yıldırım Bayezid Niğbolu’da zafer kazandıktan sonra I. Mütevekkil Alellâh’tan sultan unvanını almıştı. Osmanlı Devleti’nde hükümdarlar devletin kurulduğu tarihten itibaren sultan unvanını kullanmalarına karşılık, Mısır’daki Abbasi halifesinin menşuru ile İslam dünyasındaki itibarları daha çok arttı. Halifeler, kişilik özelliklerine ve siyasi konjonktüre uygun davranıyorlardı. Genellikle hükümdarın gerisinde kalmakla birlikte, Mısır Abbasi halifeleri fırsat bulduklarında siyasi olaylara da dâhil olmak istiyorlardı. Mesela 1412 yılında Sultan Nâsır’ın ölümü üzerine Halife Adil kendisini sultan ilan etmiş ancak üç gün sonra Müeyyed Şah tarafından makamından indirilerek öldürülmüştür.

Siyasi Nüfuz Alanı Genişleyince Halifeliğe Yeni Tanım Getirildi

İslam egemenliğinin İspanya’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla birlikte değişik zamanlarda ve yerlerde bazı sultanlar kendi topraklarında halife unvanını kullanmaya başladılar. Bu nedenle halifelik bir hükümranlık ifadesi olarak değerlendirilerek konunun İslam fıkhındaki yeri sorgulanmaya başlandı. Bu çerçevede, “Hakka riayetle adaleti yerine getiren ve şeriatı uygulayan sultanlar kendi ülkelerinde halife sıfatını kullanabilirler.” şeklinde yorumlar yapıldı. Osmanlı Devleti padişahları da bu yoruma dayanarak I. Murat’tan itibaren halife unvanını kullanmışlardır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı fethetmesinden sonra halifelik mührünü almasıyla halifelik hukuken de Osmanlılara geçmiş oldu.

Halife unvanını Osmanlı padişahlarının kullanmasıyla ilgili en çok yapılan tartışmalardan biri, padişahların Kureyş soyuna mensup olup olmadıkları üzerine olmuştur. Bu soru ilk defa Kanuni Sultan Süleyman döneminde sorulmuş, aynı dönemde Sadrazam Lütfi Paşa, Halâsü el-Ümme Fî Ma’rifeti el-Ümme adlı eserinde, böyle bir şart bulunmadığını, Kanuni Sultan Süleyman’ın bütün Müslümanların imamı olduğunu belirtmiştir.

Osmanlı Devleti’nin, Hicaz ve Mısır’ı ele geçirmesiyle birlikte İslam dünyasındaki saygınlığı arttı. Bu fetihten sonra Hindistan, Orta Asya ve Uzak Doğu’dan İstanbul’a gönderilen mektuplarda padişaha, halife unvanı ile hitap edilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman da saltanat koltuğuna oturduğunda Mekke emîrine gönderdiği mektupta Allah’ın kendisini saltanat ve hilafet tahtına çıkardığını yazmış, emîr de cevabi mektubunda bunu tekrarlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemlerinde halifelik unvanının üzerinde fazla durulmamakla birlikte, özellikle Rusların güneye inmek için Osmanlılar’la yaptıkları savaşlar sırasında, bu müessese siyasi bir nüfuz aracı olarak sık kullanılmaya başlanmıştır. Bu konuda, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması bir dönüm noktası olmuştur. Bu anlaşma, Batılı bir devletin Osmanlı padişahlarını bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla tanıdığını gösteren ilk resmî belgedir. Rusların bu kabulü, halifelik müessesesinin tarihî devamlılığını göstermesi açısından önemli kabul edilmiştir.

Diğer yandan Kırım, Osmanlı Devleti’nden özel bir hukuk ile ayrılan ilk İslam toprağı olmuştur. Osmanlı Devleti, kendi egemenliğinde olan bir İslam toprağını ilk defa Kırım’da gayrimüslim bir devlete terk etmiştir. Ancak Osmanlı Devleti daha önce olduğu gibi 1783’ten sonra da hilafet hukuku çerçevesinde Kırımlı Müslümanlarla ilgilenmeyi sürdürmüştür. Örneğin, 1782’de İspanya ile bir antlaşma imzalanırken İspanyollar, Kuzey Afrika Müslümanları kendilerine karşı Babıâli’den yardım istediklerinde yardım yapılmaması şartını ileri sürünce Osmanlı Devleti, “cihet-i câmia-i hilafet” sebebiyle onlara yardım etmenin farz olduğunu söyleyerek bu talebi kabul etmemiştir.

Batılı devletler de Osmanlı padişahlarının “bütün Müslümanların halifesi” anlamına gelen “âlemşümul halife” olduklarını kabul etmişlerdir. İngilizler, kendilerine karşı Fransızlarla iş birliği yapmasından kuşkulandıkları Hindistan’daki Meysûr Sultanı Tîpû’ya öğüt vermesi için III. Selim’den mektup yazmasını istemiştir, padişah da bunu yapmıştır. Osmanlı hükümdarlarındaki bu anlayış, 19. yüzyılda daha da artmıştır. 1819’da İstanbul’a bağlılık mektubu gönderen Buhara Hanı Haydar Şah’a gönderilen mektupta, Osmanlı padişahının hadimü’l-haremeyn ve halife sıfatıyla bütün Müslümanların sığınacakları merci olduğu, dolayısıyla Haydar Şah’ın ayrıca biatine ihtiyaç bulunmadığı belirtilmiştir. 1850’de Hollandalılara karşı yardım talebinde bulunan Açe Müslümanlarına mektup gönderen Padişah Abdülmecit, II. Selim döneminden beri devam eden Osmanlı Devleti himayesinin kendi döneminde de devam edeceğini teyit etmiştir.

Tanzimat’la Birlikte Hilafet Kurumu Hükümdarlıkla Bütünleştirildi

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra geleneksel hilafet anlayışında değişikliğe gidildi. Böylece, daha önce İslam’ın hizmetkârı ve devletin başkanı olarak görülen halifeye, devletin bütün unsurlarını birleştiren ve hepsine eşitlik ilkesi çerçevesinde hizmet veren bir hükümdar gözüyle bakılmaya başlanmıştır. Tanzimat’la birlikte halifeliğe Müslümanların dinî başkanı anlamı yüklenmiştir. Padişahlık unvanı da padişahın devletin bütün unsurlarını yönetmesi nedeniyle siyasi bir kimlik olarak görülmeye başlayınca da hukuki bir ayrışmaya neden olan bu ayırım sonucunda, halifelik unvanı ruhani bir liderlik şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı hilafet anlayışı 1876’da ilan edilen Kanun-i Esasi’nin 3. maddesinde ifadesini bulmuştur. O ifade şöyledir:

“Zât-ı Hazret-i Pâdişâhî hasbe’l-hilâfe dîn-i İslam’ın hâmîsi ve bi’l-cümle tebaa-i Osmâniyye’nin hükümdarı ve padişahıdır.”

Kanun maddesinde geçen himaye manevi ve dinî nüfuzu ifade etmekle birlikte, uygulamada bu ayrıma her zaman riayet edilmemiştir. Mesela 1873’te Sultan Abdülaziz zamanında Osmanlı Devleti’nin himayesine girmek isteyen Doğu Türkistanlı Yakub Han’ın yardım talebi kabul edilmiş ve kendisine askerî yardım gönderilmiştir. Aynı şekilde, II. Abdülhamit döneminde, Hollanda’nın, sömürgesi Cava Adası’ndaki Müslümanlardan topladığı haksız vergi için, Osmanlı konsolosları Hollanda hükûmetine başvurmuş ve Padişah II. Abdülhamit de bu başvuruyu onaylamıştır. Yine Ermenilerin saldırısına uğrayan Kafkasya Müslümanları için Rusya nezdinde girişimlerde bulunan da Osmanlı Devleti olmuştur.

II. Abdülhamit, Halifeliği Yeniden Evrensel Güce Dönüştürdü

Osmanlı Devleti’nde halifelik unvanının en etkin hâle geçtiği dönem, II. Abdülhamit dönemi oldu. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel, Avrupa ülkelerinin iç işlerine müdahalesinin arttığı bir dönemde II. Abdülhamit tahta geçti. Aynı zamanda bu dönemde Rusya ile büyük savaşa hazırlanılıyordu. II. Abdülhamit, daha saltanatının başlarında Osmanlı hilafet iddialarını hem teoride hem pratikte kuvvetlendirme gereği duydu. II. Abdülhamit’i hilafet kurumunu etkin bir şekilde kullanmaya iten, Avrupalı devletlerin bazı sömürgelerindeki halkın Müslüman olması idi. Hindistan’daki, Orta Asya’daki Müslümanları “ittihad-ı İslam” fikrine davet etmek, devlet üzerindeki yabancı baskısını azaltmaya dönük bir siyasete dönüştürüldü. Bu dönemde halifelik unvanı, devletler arası rekabette bir koz olarak çok önemli bir fonksiyon icra etti.

Osmanlı hilafetinin meşruluğu dört esasa dayanıyordu:

1) İlahi iradenin tecellisi.

2) Ecdattan miras kalması.