banner banner banner
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Оценить:
 Рейтинг: 0

Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı


Ben 1973 yılının sonunda üniversiteyi kazanınca, başkanlık görevini bir yıl daha devam ettirdim. Benimle beraber Etimesgut Sanat Okulunda okuyan Yılmaz ve Beşevler’de erkek sanat okulunda okuyan Ramazan diye iki arkadaşım daha vardı. Şimdi Şeker İş Sendikasının başkanı olan Ramazan, o zaman 14 yaşında idi. İşte ben, Yılmaz, Gürbüz, Erdoğan, Ramazan ve birkaç arkadaş daha bunların karşısına çıkardık. Ama o zaman henüz kavga tecrübemiz yoktu. Hep eğitim çalışması yaptığımız için hiç siyasi çatışma yaşamamıştık. İlk defa bu grupla karşı karşıya gelecektik. Onlar 100 kişilik grup ile dolaşıyorlar ve silahları da var. Ne lazım? Silah lazım. Gidip 2000 liraya Kırıkkale marka bir tabanca aldık. Onlar mahallelerde bildiri dağıtıp propaganda yaparken bizim ocakta moralimiz bozuluyordu. Silahı alıp ocağa girdim, moral yükseltmek için çıkardım silahı masaya koydum. “Korkmayın bir şey yapamazlar!” demek için koydum masaya. Kuruçay’da av tüfeği filan kullanmıştım ama tabanca hiç kullanmamıştım. Bunu böyle söyledim ama sonra da düşündüm: “İçimizde ajan olabilir ve polise ihbar edebilir.” Çıkarken silahı saklayacak bir yer aradım. O nedenle sinema salonundan herkesten sonra çıktım. Çıkar çıkmaz da silahı zula bir yere sakladım. Gerçekten de aramızda polis muhbiri varmış. Biz daha sinema salonunun dış duvarını dönerken istasyon tarafından polisler gelip önümüzü kestiler ve arama yaptılar. Silahı bulamayınca ispiyoncunun beceriksizliği ortaya çıktı. İşte bizim karşılarına çıkmaya hazırlandığımız kızlı erkekli o grubu bir gün Etimesgut’un gecekondu mahallesinin kadınları tencere tavalarla kovalamıştı.

İspiyoncunun kim olduğunu tahmin edebildiniz mi?

Tahmin ettik. Bizim tahminlerimiz daha sonra genel merkezde üstlendiğimiz görevlerde de devam etti. O hissikablelvuku, teşkilatçılığımızda da yansıdı ve Muhsin Başkan’la aramıza girmiş MİT ajanlarını çok güzel deşifre ederdik. İspiyoncuyu görünce yüzünden anlardık.

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ NEDEN AYRIŞTIRILDI?

70’li yılların başında, Türkiye’de ideolojik kamplaşma yoğunlaştı. Kitlesel terör eylemleri olmasa da üniversite gençliğinin enerjisi birikmeye başladı. Siz de 1974 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi oldunuz. Aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin de başkanlığını sürdürüyorsunuz. Okul ile dernek başkanlığını birlikte yürüttünüz.

Evet, Etimesgut Büyük Ülkü Derneğinin başkanlığını yaparken, Ziraat Fakültesine devam ediyordum. Evim uzak düşer diye Yıldırım Beyazıt Öğrenci Yurdunda kalıyordum. Ziraat Fakültesi ile Veterinerlik Fakültesi yan yana idi. Veterinerlik Fakültesinde de Ali Batman, Ramiz Ongun, Muhsin Yazıcıoğlu, dayı dediğimiz bizden birkaç sınıf önde olan bir arkadaşımız, Özcan Aydın filan vardı. Hayatımın daha sonraki yıllarında yol arkadaşım olacak Yıldırım Bölge Ülkücüleri ile yurtta tanıştım.

Aileniz Etimesgut’ta olmasına karşılık siz yurtta kalıyorsunuz. Neden?

Yıldırım Beyazıt Yurdu, okulun bulunduğu Dışkapı’daki yerleşkenin içinde. Etimesgut’a gidip gelmek bugünkü gibi kolay değildi. Yurtta kalmak daha rahattı. Yurdun bir tarafı kız yurdu, bir tarafı erkek yurdu. Biz de okuldan sonra yurdun kantininde oturuyorduk. Okul bizim elimizdeydi ve komünistler ele geçirmeye çalışıyorlardı. Okulun amfileri dağınıktı; kültür teknik amfisi Keçiören yolunda, makine amfisi Aydınlıkevler yolundaydı. Komünistler 200-300 kişi otobüslerle gelip okulu basıyorlardı. O yüzden “Komünistler geldi okulu bastı.” diye haber gelince biz kantinden koşup okulu kurtarıyorduk. Böyle bir mücadele ortamı vardı okulda.

Potansiyel enerjisi yüksek bir ortam.

Fakülte birinci sınıfta, henüz polis araya girmemiş iken solcu ve sağcı öğrenciler olarak tartışırdık. Fikrî tartışmalar yapardık. Marksizmi yanlışlayan görüşlerimizi söylerdik. Onlar da bizi eleştirirlerdi. Yani, üniversitelere polis girmeden önce siyasi gruplar tartışırlardı. 1974-1975 yılları tartışma ile geçti. Mesela 1976 yılının Aralık ayında öldürülen DHKP/C üyesi Aynur Sertbudak benim sınıf arkadaşımdı. Biz Aynur ile siyasi tartışma yapardık. Ama 1974 yılında çıkartılan affı takiben 1975 yılından sonra amfilerde ve okullarda olaylar başlayınca, polis duvar gibi araya girdi. Polis araya girince, diyelim ki sen bir tarafta kaldın solcu oldun, ben bir tarafta kaldım sağcı oldum. İkimiz aslında benzer insanlardandık.

Böylece gruplar arasındaki etkileşim ve diyalog koptu.

Birbiriyle tartışan, münazara yapan insanların arasına polis girince karşılıklı kampların insanları oldular. Sağcılar bir tarafta, solcular bir tarafta kaldı. Gruplara düşen Türkiye gençliği, o gruplar tarafından siyasi malzeme olarak kullanıldı. Öğrenciler zorunlu olarak kamplara sürüklendi. Şüphesiz bu sadece polise yüklenecek bir hata değil. Bütün örgütler gençlikten enerji devşirmek için zaten bir çalışma yapıyorlardı. Ama bu fikrî bir çalışma olabilirdi. Ne zaman ki polis araya girdi, gruplar arası çatışma keskinleşti. Gruplar da kendi adamlarını kaybetmemek için bu keskinleşmeyi derinleştirdiler. Her taraf örgütün elinde idi. Örgüt içinde yükselme, başka sosyo-psikolojik faktörler gençlikte başka saiklerle biçimlenmeye başlandı. Yani devrimci önderler, ülkücü abiler, akıncı örgütlenmeler gençleri biçimlendirmeye başladı.

Sürecin sizi nereye götürdüğünü o zaman itibarıyla anlayabilecek durumda değildiniz tabii…

Anlayabileceğimiz bir şeydi. Neden anlamayalım. Ama şefleri nerelere bağlıydı, bugünkü mesele neyse o zaman da geçerli olabilir.

Polisin araya bilinçli bir şekilde girdiğini düşünebiliyor muydunuz?

Polisin de bilinçli bir şekilde girdiğini zannetmiyorum.

Bu yorumu sonradan yaptınız.

O zaman da yaptık. Çünkü benim bazı arkadaşlarım vardı, öbür tarafta kaldı. Onlarla diyaloğu devam ettirmek isterdim, ettiremedik. Vatan çocuklarından bir kısmı devrimcilerin yanında, kimisi komünist örgütlerin içerisinde yer aldılar.

Bu tarafa da hasbelkader düşen oldu mu?

Olmaz mı? Sosyolojik bir şey, bu tarafa da düşer o tarafa da düşer. Dediğim gibi Aynur Sertbudak, DHKP-C’nin en hızlı üyelerinden benim sınıf arkadaşımdı. Hatta beraber peyzaj mimarisi tezi yazdık.

Yani diyaloğunuz vardı, konuşabiliyordunuz. O diyaloğunuz devam etseydi belki siz solcu olacaktınız ya da o kız ülkücü olacaktı.

Evet o kız DHKP-C üyesi olmayabilirdi, babası çok iyi bir insandı. Arada diyalog kesilince öyle bir ayrışma oldu. Bu ayrışmanın o dönemlerde bilinçli yapıldığı kanaatinde değilim. Ama üniversiteye polisin girmesiyle taraflar keskinleşti. Ayrıca taraflar da bu ayrışmayı keskinleştirdiler. Bu keskinleşme taraflara enerji sağlıyor. Sonra cenazeler oldu; cenazeleri kaldırırken güç gösterisi oluyor. Onların cenazesi 10 bin kişi, senin cenazen niye 5 bin kişi olsun; 10 bin kişi olması lazım. Ondan sonra kurtarılmış bölgeler oluşmaya başladı. Mesela SBF kurtarılmış bölge, orada devrimci bir öğrenci gelir kürsüyü işgal eder, “Ders bitmiştir, boykota gidiyoruz.” der. Yahut “şu cenazeye gidiyoruz”, “şu mitinge gidiyoruz” der ve bütün okulu sürü hâlinde oraya götürür. Gidenlerin hepsi devrimci mi? Hayır. Ama giderler. Diyelim ki Yıldırım Beyazıt bölgesinde de biz götürüyoruz. Amfiye çıkar bir arkadaşımız, “Yürüyüş var arkadaşlar, okulu boşaltıyoruz!” dediğinde herkes boşaltırdı.

Kızılcahamam’da yurt ve okul arkadaşlarıyla piknikte yarışma jurisi

Katılmamanın da müeyyidesi var tabii, dışlanmak ya da dayak yemek gibi.

E tabii.

Ve bu süreçte iyice keskinleştiniz.

Biz derken kim? Gençlik keskinleşir, kemikleşir. Ama kendimin keskinleşip kemikleştiği kanaatinde değilim hiçbir zaman.

ÜLKÜ OCAKLARININ TARİHİ ÜZERİNE

Günümüz Türkiye’si, dernek zengini. Her 70 kişiye bir dernek düşüyor. Kabaca 1 milyon dernekten söz ediliyor. Ama bunların içinde öyle dernekler var ki ülke çapında yankı uyandırabiliyor. Geçmişteki Ülkü Ocakları buna somut bir örnek. Siz de Ülkü Ocakları’nın mensuplarındansınız. Üniversiteye başladığınız yıllarda teşkilatçılığınız henüz yerel düzlemde devam ediyor. Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile ilk ilişkiniz nasıl başladı?

Genel merkez ile ilişkim tavsiye üzerine başladı. Yıldırım Beyazıt Yurdunun kantininde otururken herhangi bir bildiri filan hazırlanması gerektiğinde hemen beni bulurlardı. Etimesgut’tan deneyimli olduğum için hemen orada bildirileri kaleme alırdım. Kalemimin kuvvetli olması nedeniyle beni genel merkeze tavsiye ettiler. Zaten Ankara Ülkü Ocağı’na geçmeden genel merkeze giden nadir kişilerden biriyim. Bu durumum 12 Eylül savcıları tarafından da çok sorgulandı. Savcı Nurettin Soyer, “Sen nasıl Ankara ocağında görev yapmadan genel merkeze geldin? Var bunda bir iş!” diye bir hışımla sormuştu.

Arada böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini savcı biliyor muydu?

Aldığı ifadeler ve okuduğu metinlerden böyle bir hiyerarşi olması gerektiğini düşünüyor. Böyle bir hiyerarşi zaten gerekmiyor. Ama senin kurduğun gibi o da öyle kurmuştu o hiyerarşik bağı. Esasında genel teamül de öyledir. Dolayısıyla Selahattin Sarı’nın başkanlığı döneminde de genel merkeze gitmiş oldum.

Ülkü Ocağı’nda ilk başkan Selahattin Sarı mı?

Hayır. İlk başkan Aytekin Yıldırım. Siyasal Bilgiler Fakültesinde başkanlık yaptı. Fakat onunki mevzi kaldı. Genel merkez hâline İbrahim Doğan zamanında geldi. Biz daha 1969 yılında ortaokuldan liseye geçtiğimiz günlerde, yakın zamanda son görev yeri olan TBMM Sağlık Merkezinden emekli olan Dr. İbrahim Doğan zamanında başkanlık oluştu. İbrahim abiden sonra Muharrem Şemsek, Sami Bal, Ali Batman başkan oldu. Ali Batman ile birlikte ben de Demirtepe’de köprünün başında sekizinci kattaki genel merkezin yazılarını yazmaya başladım. O dönemde benim “Millet” gazetesinde de tefrikalarım çıkıyordu. Ali Batman’dan sonra Selahattin Sarı başkanlık görevini üstlendi. O zaman ben de genel eğitim sekreteri oldum. O dönemde Etimesgut ile Yenimahalle’nin çok sıkı iş birliği vardı. 2011 yılının Ekim ayında kaybettiğimiz 24. Dönem Ak Parti milletvekili rahmetli Harun Çakır da Yenimahalle Ülkü Ocağı başkanıydı. O da benimle beraber Ülkü Ocakları genel sekreteri oldu. Böylece Selahattin Sarı döneminde biz genel merkezi oluşturduk.

Yıldırım Beyazıt Yurdu kantininde arkadaşlarıyla

Üniversite kaçıncı sınıftasınız o zaman?

İkinci sınıfa geçmiştik. Yani 1975 yılında idi. Genel merkeze adım attıktan sonra da okula arada bir gittik. Genel merkeze gidince yaptığım ilk iş “Ülkü Ocakları Bülteni”ni bir dergi havasına getirmek oldu. O zaman “Hasret” dergisi çıkıyordu. Dergiyi ofset baskı ile çoğaltmaya başladık. İstanbul’da çıkan “Genç Arkadaş” dergisi vardı; Türkeş “Genç Arkadaş” dergisini yasakladı ve “Gidin kapatın!” dedi. Biz de kapatmak yerine İstanbul’daki arkadaşları ikna ederek dergiyi Ankara’ya taşıdık. Eğer o zaman Türkeş’in emrini doğrudan yerine getirmiş olsaydık, orada bir hizip yaratmış olacaktık.

“Genç Arkadaş”, bir edebiyat dergisi değil miydi?

Hayır, “Genç Arkadaş” tabloid boyda, siyasi bir dergi idi. O dönem “Genç Arkadaş”ta çalışanların çoğu daha sonra Anavatan Partisi’nden milletvekili oldu. O arkadaşları orada küstürmeden, dergiyi Ankara’da devam ettirdik. Burhan Kavuncu ve ben o dergide çok çalıştık. Burhan Kavuncu, ben, Muhsin Yazıcıoğlu, Ali Batman, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Nezih Kemaloğlu, Nuri Öz, Muzaffer Şenduran, Haşim Akten, Ahmet Yeşil, Yağmur Tunalı, Beyaz Mehmet o dönemin fikriyatına katkı sağlayan isimlerdendi. O dönem biz TÖMFED’de (Töre Musiki Folklör Eğitim Derneği) bir eğitim çalışması başlattık. Dernekte müzik, resim, tiyatro gibi sanatsal faaliyetler yürütüyorduk. Ayrıca geceler düzenliyorduk. Gecelerimizde Necdet Tokatlıoğlu, Ali Şenozan, Ozan Arif ve diğer halk ozanları sahne alıyordu. Biz bu faaliyetlere katıldığımız gibi ocakta da eğitimlere katılıyorduk.

Bizim genel merkez faaliyetlerine yoğunlaştığımız dönemde, ideolojik çatışmalar arttı ve cenazeler çoğaldı. Her cenaze sonrasında ülkücü şehitler için afişler basıyorduk. Ayrıca onlar için dergiler çıkartıyorduk. O dönem siyasi kültürümüze miras kalan sloganlar ürettik.

Bu süreçte sol ile diyalog tamamen kesildi mi? Gruplar birbiri ile sadece çatışmak için mi karşı karşıya geliyordu?

Hayır, aynı dönemde TRT televizyonunda tartışma programlarına karşılıklı çıkıp konuşuyorduk.

TRT o zaman ekrana çıkartıyor muydu insanları ülkücü ve solcu ya da akıncı kimlikleri ile?

Tabii. O dönemde Ülkü Ocakları başkanları bildiri yayımlarlardı ve o bildiriler gazetelerde yayımlanırdı. O zaman önemli bir kuruluştuk. Üniversiteler çatışma alanı idi ama beraber TRT’ye çıkıp tartışmalar yapılırdı. Bu tartışmaların birine Mehmet Gül, diğerine de Ramiz Ongun çıktı ve solcu liderlerle tartıştılar. Sami Bal’ın Ülkü Ocakları genel başkanlığa seçildiği 1975 yılında “Esir Türkler Haftası” başlatıldı. O tarihe kadar bu hafta “Esir Milletler Haftası” olarak anılıyordu. 1955 yılında BM öyle bir hafta ilan etmişti. Biz de resmî olarak 30 kadar dış Türk dernekleri ile ocak önderliğinde Cumhurbaşkanlığını ziyaret edip Fahri Korutürk ile görüştük.

“Kanımız aksa da zafer İslam’ın!”

Sizi böyle bir faaliyet düzenlemeye iten sebep neydi? Bu faaliyeti düzenlemenizin görünen sebebi ne idi? O dönemde çok çarpıcı, toplumsal infiale yol açacak bir sürgün, soykırım gibi olay var mıydı?

Bulgaristan’da Türklerin sorunları var. Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesi var. Aynı zamanda Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemiloğlu açlık grevi yapıyordu. Mart 1976’da “Hasret” dergisinin kapağını “Yıkılsın Kremlin” başlığıyla çıkarmıştık. Mustafa Cemiloğlu, Kırım’dan Özbekistan’a sürgün edilen Tatarların yurtlarına dönebilmesi için Moskova’da gösteri düzenledi. Mustafa Cemiloğlu’nu içeri attılar. Biz burada eylemler yaptık, Mustafa Cemiloğlu öldü diye açlık grevleri yaptık ve gıyabi cenaze namazı kıldık. Koyduğumuz tepkiler orada çok etkili olmuş. Daha sonra görüştüğümüzde Cemiloğlu, “Sizin Türkiye’deki tepkileriniz beni hapishanede çok rahatlattı.” dedi. Daha önce de ifade ettiğim gibi Atsız’ın “Ötüken”, Topçu’nun “Hareket”, Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergilerini takip ettiğimiz için Türk dünyasını yeni duymuş değildik. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü de yayınlar yapıyordu. Onların yayınlarını da takip ediyorduk. Türk dünyasına zaten meyilimiz vardı. O sırada da BM tarafından 16-22 Temmuz günleri Esir Milletler Haftası olarak kutlanıyordu. Esir milletlere baktığımız zaman, sadece Türklerin esir olduğunu görüyorduk. Bu nedenle biz Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak karar aldık ve “Bundan sonra bu haftayı Esir Türkler Haftası olarak kutlayacağız.” dedik. O arada 30’u aşkın Türk dünyası dernekleri vardı. Bulgaristan Göçmenleri Derneği gibi, Doğu Türkistanlılar gibi, Kerkük Türkmenleri Derneği gibi 30’u aşkın yurt dışı Türkler derneği vardı. Doğu Türkistan Türklerinin sürgündeki ilk Cumhurbaşkanı İsa Yusuf Alptekin Türkiye’de yaşıyordu. Ben bu derneklerin hepsini Ankara’da topladım ve Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ü ziyarete gittim.

Kırım Türkleri’nin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile

Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu olarak aldığımız karar doğrultusunda etkinlikler düzenledik. Ölüm oruçları tuttuk, açlık grevleri yaptık, geceler düzenledik, dergiler yayımladık, afişler astık, bildiriler dağıttık, sloganlar yazdık, gösteriler yaptık. Aynı yıl Ülkü Ocakları’nın ilk yayınlarından biri olarak “Esir Türkler” diye bir kitap yayımladım. Kitabı ben yazdım ama ismimi koymadım. Kitaptan 10 bin tane bastık ve dağıttık. O arada babamın ev almak için biriktirdiği paraya Muhsin Yazıcıoğlu ile el koydum. Mustafa Mit dönemin en yakın şahididir. O parayla matbaamızın ilk yatırımını yaptık. Maltepe’de Pars Matbaası’ndan entertip 3 kanal, 8,9 ve 10 punto dizgi yapabilen bir dizgi makinesi aldım. Akay Caddesi’ndeki Pars Matbaasına çok iş bastırmıştık. Patronları benimleortak da olmak istiyorlardı.

Bu esnada, babanızın yanında mı kalıyorsunuz? Yoksa ayrı bir ev tuttunuz mu?