banner banner banner
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3
Оценить:
 Рейтинг: 0

Sherlock Holmes’un Maceraları Bütün Maceraları 3


O, her zaman Sherlock Holmes için “o kadın” olarak kaldı. Başka bir isimle ondan hiç bahsetmedi. Holmes’a göre hemcinslerinden daha üstündü. Hem de onları gölgede bırakacak kadar… Irene Adler’a aşk benzeri duygular beslediğini söyleyemeyeceğim; çünkü onun duygusuz ve kusursuz, aynı zamanda takdire şayan aklı, bu tür hislere zıt düşüyordu. Bence, dünyanın en mükemmel tümdengelim inceleme makinesiydi. Bir sevgili olarak ise kendisini oldukça güvenilmez görüyordu. Daha yumuşak ihtiraslardan; ancak alaylı bir üslupla ve küçümseyerek bahsederdi. Bir gözlemci için, bunlar takdir edilecek şeylerdi -insanın güdü ve davranışlarının altında yatan gerçeği gizlemesi için mükemmel bir yoldu- ama eğitimli bir mantıkçı için kendi hassas ve iyi programlanmış yaradılışında böyle şeylerin yer işgal ettiğini itiraf etmesi, zihnini başka tarafa çeken ve ruh sağlığı konusunda şüphe uyandıran bir faktördür. Hassas aletlerinden birinin gıcırdaması ya da güçlü merceklerinden birinin çatlaması bile onun mizacında biri için bu tür duygular kadar rahatsız edici olamazdı. Onun için ancak tek bir kadın vardı: belirsiz, şüpheli anısıyla, merhum Irene Adler.

“Dörtlerin Yemini” başlığı altında iddialıca anlattığım gibi olağanüstü olaylar zincirinden sonra Holmes’u pek sık göremedim. Evlenmiş olmam bizi birbirimizden biraz uzaklaştırmıştı. Mutluluğumun yanı sıra kendimi evin reisi olarak gördüğümden kabaran duygularım, ev ağırlıklı ilgi alanlarımın ortaya çıkmasına, tüm dikkatimin buna yönelmesine yol açtı. O ise bohem ruhuyla her türlü sosyallikten nefret eden Holmes idi. Eski kitaplarına gömülü vaziyette, haftalar geçtikçe kokainle hırsı arasında gidip gelerek, uyuşturucunun rehavetiyle, hevesli yapısının aşırı enerjisiyle, Baker Caddesi’ndeki evimizde kalmayı yeğledi. Ancak suç bilimiyle hâlâ çok ilgileniyor, ipuçlarını gözlemlerken engin yeteneğiyle olağanüstü gücünden faydalanıyor ve polisin ümitsiz olarak gördüğü davaların gizemini çözüyordu. Ara sıra yaptıkları hakkında bazı söylentiler kulağıma geliyordu: Trepoff cinayetinde Odesa’ya çağrılması, Trincomalee’de Atkins Kardeşler’in olağanüstü trajedisinin aydınlatılmasındaki rolü ve en sonunda Hollanda’da hüküm süren kraliyet ailesi için büyük bir titizlikle başardığı görev gibi… Günlük gazete okurlarıyla çok azını paylaştığım tüm bu başarıları dışında eski arkadaşımı ve dostumu yeterince iyi tanımadığımı anladım.

Bir gece -aslına bakarsanız 20 Mart 1888 gecesi- bir hastamdan çıkmış eve dönüyordum -artık mesleğimi icra ediyordum- ve yolum Baker Caddesi’ne düştü. Çok iyi bildiğim kapının önünden geçerken -ki burayı hep sevgiyle ve karanlık olaylarla bağdaştırmışımdır-Holmes’u tekrar görmek ve olağanüstü güçleriyle hâlâ meşgul olup olmadığını öğrenmek için güçlü bir isteğe kapıldım. Odaları çok iyi ışıklandırılmıştı ve yukarı baktığımda, onun uzun boylu figürünün perdenin arkasından, karanlık bir silüet olarak iki kez geçişini gördüm. Kafası eğik, elleri arkasında, hızla ve hevesle odada dolaşıyordu. Her hareketini, her huyunu iyi bildiğimden bu hâlini görünce neler olduğunu hemen anladım. Yine iş başındaydı. Uyuşturucunun hülyalı etkisinden sıyrılmış, yeni bir problemin izini sürüyordu. Zile bastım ve bir zamanlar benimle paylaştığı odalara yöneldim.

Çok coşku ile karşılanmadım. Zaten bu, onda nadir gördüğüm bir tepkiydi; ama sanıyorum beni gördüğüne sevinmişti. Tek kelime etmeden samimi bir bakışla koltuğa oturmamı işaret etti, purolarını uzattı ve köşede duran içkileri gösterdi. Sonra ateşin yanında durarak her zamanki iç gözlemsel tarzıyla beni süzdü.

“Evlilik sana yaramış.” dedi. “Seni en son gördüğümden beri sanıyorum üç buçuk kilo almışsın.”

“Üç kilo.” dedim.

“Haklısın, biraz daha düşünmeliydim… Sadece birazcık daha… Watson, tekrar çalışıyorsun gördüğüm kadarıyla. Yine üniforma giymeye niyetlendiğini bana söylememiştin.”

“Peki, nereden anladın?”

“Görüyorum ve sonuç çıkarıyorum. Son zamanlarda yağmurda kalıp iliklerine kadar ıslandığını, çok sakar ve pervasız bir hizmetçiniz olduğunu da anlıyorum.”

“Sevgili Holmes…” dedim. “Bu biraz fazla oldu. Birkaç yüzyıl önce yaşasaydın seni kesin ateşe atarlardı. Perşembe günü şehir dışında yürüyüşe çıktığım ve korkunç bir vaziyette eve geldiğim doğru ama elbiselerimi değiştirdiğim hâlde böyle bir sonuca nasıl vardığını aklım almıyor. Mary Jane’e gelince; iflah olmaz biri o ve bu yüzden eşim onu ikaz etti; ama yine de bunu nasıl başarabildiğini anlayamıyorum.”

Kendi kendine kıkırdayarak uzun parmaklı ellerini ovuşturdu.

“Çok basit.” dedi. “Şömine ateşinin üzerine doğru parladığı sol ayakkabının iç kısmındaki deride yaklaşık altı tane çizik var. Tabakalaşmış çamuru çıkarmak için tabanın kenarlarının çok dikkatsiz biri tarafından kazındığı aşikâr. Gördüğün gibi iki sonuca birden ulaştım. Kötü havada dışarı çıktığını ve Londra hizmetçilerinden birinin çizmeni kötü bir şekilde temizlediğini anladım. Çalışıyor olmana gelince; eğer biri odama iyodoform kokarak girerse, sağ işaret parmağında gümüş nitrattan oluşan siyah bir leke varsa ve stetoskobunu gizlediği silindir şapkasının sağ tarafında bir pırtlama görünüyorsa o kişinin, tıp mesleğini icra etmediğini söylemem için kör olmam gerekir.”

Yaptığı tümdengelim işlemini anlatırkenki rahatlığı karşısında gülmeye başladım. “Nasıl yaptığını anlatınca…” dedim. “O kadar basit geliyor ki benim de kolaylıkla başarabileceğimi düşünüyorum ama sonucu nasıl çıkardığını söyleyene kadar hep şaşkınlık içindeyim. Buna rağmen benim gözlerimin seninki kadar keskin olduğunu düşünüyorum.”

“Aynen öyle!” dedi ve sigarasını yakarak koltuğa oturdu. “Yalnız sen gözlemlemiyorsun. Bunun farkında olman gerekir. Örneğin, koridordan bu odaya kadar çıkan merdivenleri pek çok defa gördün.”

“Evet, pek çok defa.”

“Ne sıklıkta peki?”

“Eh, yüzlerce defa olmalı.”

“O zaman kaç basamak var?”

“Kaç tane mi? Bilmiyorum.”

“Düşündüğüm gibi. Gördün ama gözlemlemedin. Anlatmak istediğim nokta bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm hem gözlemledim. Bu arada, böyle ufak tefek meselelerle ilgilendiğin ve bir iki tane önemsiz deneyimimi kaleme aldığın için bunun da ilgini çekeceğini sanıyorum.” Masanın üzerinde duran kalın, pembe renkli bir kâğıdı bana uzattı. “Son postayla geldi.” dedi. “Yüksek sesle oku.”

Kâğıdın üzerinde ne tarih ne imza ne de adres vardı.

“Bu akşam saat 7.45’te bir ziyaretçiniz olacak.” diye yazıyordu. “Bir beyefendi size çok önemli bir konu için danışmak istiyor. Avrupa’da, kraliyet ailelerinden biri için yapmış olduğunuz hizmetten dolayı abartılmayacak kadar önemli meseleler konusunda size güvenilebileceğini göstermiş bulunuyorsunuz. Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz. O saatte dairenizde bulunun ve eğer ziyaretçiniz maske giymiş olursa lütfen kusuruna bakmayın.”

“Oldukça gizemli.” dedim. “Sence bu ne anlama geliyor?”

“Henüz elimde hiçbir veri yok. Eğer elinde veri yoksa teoriler kurmak çok büyük bir hatadır. Genelde insanlar acımasızca gerçekleri saptırarak teorilerine uydurmaya çalışırlar. Oysa teoriler gerçeklere uydurulmalıdır. Evet, bu mesajın kendisine bir göz atalım. Nasıl bir sonuç çıkarıyorsun?”

Dikkatle yazıyı ve yazının bulunduğu kâğıdı inceledim.

“Bunu yazan kişinin maddi durumu iyi olmalı.” dedim arkadaşımın yöntemlerini taklit etme çabasıyla. “Kâğıdın paketi iki üç şilinden daha az değildir, tuhaf bir şekilde oldukça sağlam ve kalın.”

“Tuhaf… İşte aradığım kelime!” dedi Holmes. “Kesinlikle İngiliz kâğıtlarına benzemiyor. Işığa doğru tutar mısın?”

Dediğini yaptım ve kâğıdın dokusuna işlenmiş büyük “E” ve yanında küçük “g”, bir “P” ve büyük “G” ile küçük “t” harflerini gördüm.

“Bundan ne anlam çıkarıyorsun?” diye sordu Holmes.

“Üreticinin adı şüphesiz ya da onun monogramı.”

“Hayır, öyle değil. ‘G’ ve ‘t’, ‘Gesellschaft’ demek yani Almancada ‘şirket’ anlamında. Bizde de alışıldığı üzere kısaltması var. ‘P’ yani ‘Papier’, ‘kâğıt’ anlamındadır. ‘Eg’ için coğrafya indeksine bakalım.”

Raftan ağır ve kalın bir cilt indirdi. “Eglow, Eglonitz, işte burada, Egria! Almanca konuşan bir ülkeymiş; Bohemya’da, Carlsbad’tan fazla uzakta değilmiş. Wallenstein’ın ölüm yeri olması, sayısız cam ve kâğıt fabrikalarının bulunması ile meşhur, ilginç bir yerdir. Ha, ha oğlum, buna ne diyorsun?” Gözleri parlayarak sigarasından büyük, mavi ve mükemmel bir duman üfledi havaya.

“Kâğıt, Bohemya’da imal edilmiş.” dedim.

“Aynen öyle ve bu mesajı bir Alman yazdı. Cümle yapısındaki tuhaflığı fark ettin mi? ‘Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz.’ Bir Fransız ya da Rus bu şekilde yazmaz; ancak Almanlar fiillerinde nezaketsiz davranırlar. Geriye sadece Bohemya kâğıdı üzerine yazan ve yüzünü göstermektense maskeyle gizlemeyi tercih eden bu Alman’ın ne istediğini öğrenmek kalıyor. İşte geliyor ve yanılmıyorsam şüphelerimize açıklık getirecektir.”

Biz konuşurken; at nallarının şiddetli sesi sonrasında kaldırım kenarında duran tekerleklerin gıcırdaması ve akabinde zil sesi duyuldu. Holmes ıslık çaldı.

“Anladığım kadarıyla çift olmalılar.” dedi. “Evet.” diye devam etti camdan bakarak. “Evet, güzel bir kupa arabasının önünde iki tane güzellik var. Tanesi yüz elli gine eder! Bu işte para var Watson, para var!..”

“Gitsem iyi olur, Holmes.”

“Kesinlikle olmaz doktor! Olduğun yerde kal! Boswell’im[1 - James Boswell, 1740-1795. İskoç avukat, yazar ve anı yazarıdır. Boswell adı, İngiliz dilinde; Boswell, Boswellian, Boswellizm terimlerinde kullanılır. Bu terim, “daimî refakatçi / arkadaş / yoldaş ve gözlemci” anlamlarına gelir (e.n.).] olmadan ben mahvolurum. Ayrıca bu, ilginç bir olaya benziyor. Eğer kaçırırsan yazık olur.”

“Ama müşterin…”

“Onu boş ver! Yardımına ihtiyaç duyabilirim ve belki o da yardımını isteyebilir. İşte geliyor. Koltuğa oturuver doktor ve bizi iyice dinle.”

Merdivenlerde ve koridorun orada duyulan yavaş adımların sesi, adam kapının önüne geldiğinde durdu. Sonra sert bir kapı vuruşu duyuldu.

“Buyurun!” dedi Holmes.

Boyunun 1.85’ten daha kısa olması imkânsız görünen, Herkül gibi göğüs ve kollara sahip bir adam içeri girdi. Pahalı giysiler giyiyordu; ancak İngiltere’de onu gören herkes bir zevksizlik abidesi olduğunu söylerdi. Çift düğmeli paltosunun kollarında ve ön kısmında astragandan yapılmış kalın şeritler vardı. Omzuna attığı koyu mavi, kıpkırmızı ipekten bir astarı olan pelerini parlak, beril taşlı bir broşla, boyun kısmında tutturulmuştu. Baldırlarına kadar uzanan çizmelerinin üst kısmında kalın, kahverengi bir kürk vardı ve böylece görünüşü barbar bir varlık izlenimi uyandırıyordu. Elinde geniş kenarlı bir şapka vardı. Diğer eliyle de yüzünün üstünden elmacık kemiklerine kadar uzanan ve yüzünü gizleyen siyah maskeyi düzeltiyordu. Büyük bir ihtimalle kapıdayken takmıştı çünkü içeri girerken eli hâlâ havadaydı. Yüzünün görünen alt kısmından güçlü bir karaktere sahip olduğunu, kalın sarkık dudağı ile uzun ve çıkık çenesindense inatçılık derecesine varacak kadar kararlı olduğunu anlayabiliyorduk.

“Notumu aldınız mı?” dedi Alman aksanıyla ve derinden gelen, nahoş bir sesle konuşarak.

“Geleceğimi söylemiştim.” Hangimize hitap edeceğini bilemediğinden sırayla ikimize de baktı.

“Lütfen oturun.” dedi Holmes. “Bu, benim arkadaşım ve meslektaşım Dr. Watson. Fırsat buldukça davalarımda bana yardımcı oluyor. Biz kiminle tanışma şerefine nailiz?”

“Ben Bohemyalı bir asilzadeyim. Adım Kont von Kramm. Anladığım kadarıyla bu bey, yani arkadaşınız, onurlu ve ağzı sıkı biri; çünkü benim için bunun çok önemli olduğunu bilmenizi isterim. Eğer düşündüğüm gibi biri değilse sizinle tek başıma konuşmayı tercih ederim.”

Gitmek için ayağa kalktığımda Holmes beni bileğimden yakalayarak tekrar koltuğuma doğru itti. “Ya ikimiz ya hiç!” dedi. “Bana söyleyeceğiniz her şeyi bu beyin yanında da anlatabilirsiniz.”

Kont geniş omuzlarını silkti. “O zaman öncelikle şunu söylemeliyim…” dedi. “İki yıl boyunca her şey gizli kalmalı, bu sürenin sonunda olacaklar önemli değil. Ve bunun Avrupa tarihini çok etkileyecek bir olay olabileceğini söylememde bir sakınca yoktur.”

“Söz veriyorum gizli kalacak.” dedi Holmes.