banner banner banner
Hatemü'l Enbiya
Hatemü'l Enbiya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hatemü'l Enbiya


Araplar saltanat hükûmeti yöntemine tamamen kayıtsızdırlar. Monarşi kavramı bunlar arasında bilinmezdi. Bundan dolayı Arap heyeti bir cumhuriyettir. Beytülmal ki İslam hükûmeti adını almıştır, tam manasıyla “republic” karşılığıdır. Latince “res” mal ve “publica” kamu ve ev anlamına gelir. Hicaz’dan başka Arap memleketlerinden ayrılan başka hükümdarlık yok değildi. Fakat biz burada özellikle Muhammed’in siyasal çevresinden bahsettiğimiz için bu bölgeleri ihmal ediyoruz.

Bu cumhuriyet, şimdiki Amerika’da olduğu gibi halk cumhuriyeti ve Fransa’da laik anlamdaki gibi bir cumhuriyet değerinde değildi. Kendi tarafını koruyan idaresi, asilzadelerin elinde bulunuyordu ve bireyden başkanlara, şimdi Arabistan’da olduğu gibi olağanüstü itaat ve saygı gösterilmekteydi.

Böyle bir hükûmetsizlik, son derecede bir anarşi, mücadeleler, sürekli savaşlar yöntemiyle böyle bir merkezin, “aristokratik” ve bir dereceye kadar “teokratik” bir cumhuriyetin, ortak ve kutsal bir Kâbe’nin mevcudiyeti büyük bir eksiklik oluşturur. Tabii Araplar zaten eksikliklerle dopdoludur.

Araplarda temel hürriyet zıtlıklarla, eksiklikler içinde kalmıştır. Çöl evladı olan Arap, doğası gereği hürdür.

Sınırlanmış bir daire içinde bulunan Hanifilerin, Yahudilerin, Hristiyanların ve her çeşit putperestin birlikte yaşaması, din hürriyetini gösterir. O zaman din fikri vesaire tamamen serbestlik ile ifade olunabilir ve Daru’n-nedve’de, çarşılarda tartışmalar çıkardı.

Kabile içerisinde, kardeşlik ve adalet yok değildi. Fakat bir kabile, fırsat bulunca, diğer kabileye asla kardeş gözüyle bakmaz ve ona karşı adil davranmazdı.

Genel konularda, kabile kardeşliği konusu olay olmazdı. Ancak bu temel, her dakika yeni bir kavga ile rencide edilebilirdi.

Eşitlik fikri, Araplar tarafından bilinen bir konu değildi. Fikir eşitliğini, İslam kurmuştur. Bu kuralın oluşturulmasında bir dereceye kadar reisler, ileri gelenler ve asilzadeler rencide bile olmuşlardır. Fakat zannederim ki halk arasında hukuk önünde eşitlik kanununa saygı duyulurdu.

Cahiliye devirlerinde, yabancılar, Arabistan’a rağbet etmediklerinden, meliklerin adaya karşı ortak bir koruma ve savunması doğal olarak konu edilmezdi. Bunun içindir ki Tur Sina’dan[38 - Aynı adı taşıyan yarımadanın güneyinde bulunan dağla özdeşleştirilen Sina Yahudi, Hristiyan ve İslam geleneklerinde Hz. Musa’ya Tevrat’ın verildiği yer olarak kabul edilir. Sina isminin Babil ay tanrısı Sin’den, dağın bulunduğu bölgenin Mısır sınırındaki Sin/Sun adlı kasabadan veya “yanan çalılık” anlamındaki İbranice senehten geldiği şeklindeki görüşlerden ilki daha fazla kabul görmüştür.] Bab’ül-Mendeb’e,[39 - Bab’ül Mendep, Kızıldeniz’i Aden Körfezi’ne bağlayan boğazın adıdır.] Amman’dan[40 - Güneybatı Asya’da, Arap Yarımadası’nın güneydoğusu kıyısında yer alır.] Şat[41 - Sözlükte Şat, “büyük nehir” ve “nehir kıyılarındaki verimli arazi” anlamlarına gelir.] kıyılarına kadar, Arap Yarımadası hiçbir zaman büyük bir imparatorluk oluşturmamıştır. Böyle bir hükûmetin oluşmasına gerek kalmayınca, doğal olarak kabileler serbestliğe hak kazanmış ve yarımada üzerinde anarşi tam manasıyla hükmünü sürdürmüştür.

Arabistan’ın aşağı kısımlarında, Ben-i Saide olarak adlandırılan bölgenin etrafında ortaya çıkan hükûmetler konumuzun dışındadır. Konumuza dâhil olan bölge Hicaz’dır. Mustafa’nın din kuralları oluşturulmadan önce Arap milliyetlerine yoktu diyebiliriz. Hazreti Muhammed, İslamiyet’in kurucusu olduğu gibi Arap milletinin de varlığının sebebidir. Irk ve lisan dolayısıyla yukarıda bahsettiğimiz çeşitli kavimler arasında birçok ortak nokta da vardı. Fakat milliyet her şeyden önce ve hatta lisan, ortak ata esaslarının da üzerinde bir genel vicdan sahipliği demekse, çeşitli kabile ve hatta Arap milletleri arasında böyle bir bağ yoktu.

Zaten coğrafya dolayısıyla da Arap Yarımadası kısımlarından üreyen çeşitler de birbirinden ayrıydı. Arapların düzenlenmiş kanunları ve uygulanan hukuku hakkında çok bir şey bilmiyoruz.

Kabilelerin iç idaresine dair olan bilgilerimiz de eksikten daha eksik bir durumdadır. Şu kadarı var ki, gerek hukuk gerek Arap mevzuatı, gerek kabilelerin iç idare işlerinin bir olağanüstülüğü yoktu. Bunların siyasal açıdan değil belki toplum bilimi açısından bir önemleri olabilir.

Hazreti Peygamber, büyük bir siyasal çevre içerisinde bulunmadı. Müslüman siyasal fikirleri, özellikle İslam’ın yayılmasından sonra çevredeki hükümdarane, sefare -aynı toplum içindeki fertler veya kabileler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak ara bulma hizmeti- azmi ve benzeri olaylardaki politik ve siyasal bir çevrenin, kişilik yapısındaki yeteneğin etkisinden çok, Ahmedî yiğitliğin payını vermek gerek.

Siyasal çevrenin hareketleri, Peygamber’e o kadar nüfuz etmemiştir. Belki siyasal çevrenin parasızlığı ve civardaki hükûmetlerin azametlerinin şanı, Risaletpenahi’yi Müslümanlar için bir hükûmetin temelini oluşturmaya sevk etmiştir.

İslam hükûmeti, bununla beraber yine eski Arap cumhuriyet yöntemi sürdürülmüş, monarşi temeli kabul olunmamış, “dar’ünnedve”, “icma’i ümmet” biçiminde şekillendirilmiştir.

Görülüyor ki yenilenen emir, ne kadar ileri gidilse yine oldukça anarşik bir geçmişe bile alçak gönüllülükten uzak kalmak mümkün olamıyor.

SOSYAL ÇEVRE

Yukarıdaki konular, Ahmedî sosyal çevre hakkında bir fikir verebilir. Arap, Cahiliye Dönemi’nde zengin değildi. Topraktan yetişen ürünler fazla olmadığından, sosyal mücadelelere de gerek yoktu. Aile ve kabile kurumlarının sosyal işleyişi doğal bir biçimde şekillenmişti. Para, her ne biçimde olursa olsun kazanılabilir ve hatta çeşitli kabile ve milletlerin elinden alınabilirdi. Asilzadeler ile avam ve bireyler arasında temel bir sosyal anlaşmazlık olup olmadığını bilemiyorum. Bu, zamanımızda olduğu gibi fakirlik ve servet de o vakitlerde birbirine çarpmıyordu. Asıl düşman, halk sınıfı değil, maddesel çevrenin hastalığı, fenalığı, aşağılıklığıydı. Ekonomi ve para ile ilgili işler, pek ileride bulunmuyordu. En temel mesele toprağın bereketsizliğinden başka bir şey değildi.

Bugün sosyal meseleler dediğimiz sözlerin birçoğu Araplar tarafından tümüyle belirsiz konulardır.

İşte Muhammed’in ortaya çıktığı zamanlar, Hicaz adı verilen topraklar yönünden civardaki hükûmetlerden oldukça farklı bir biçimde fakirlik ve yoksunluklar içinde yuvarlanıyordu. Arapların, Rum ve Acemler ile ilişkileri olmadığı gibi, Romalılar da, Farslılar da Hicaz kumunun durumunu pek o kadar bilmiyorlardı. Roma dünyasının yaşam koşulları ile Hicaz’ın yaşam koşulları arasında girdaplar vardı. Yunan, Bizans ve Roma dünyası, bunun yanında Acem’de Sasaniler dünyası, hatta Yemen dünyası, şu aşağı ve hakir Hicaz çevresinden tüm yönleriyle her bakımdan ayrılıyordu. Büyük bir medeniyet olan Rum ve Acem, o karışıklıklarda âdeta azmıştı. Tebaaların huyları, edebiyat, görgü kurallarına uyumluluk, kuralları ile Rum ve Acem bölgelerinde büyük bir tamamlanmaya sahne olduktan sonra ahlak bozulmuş, güç ve kuvvetten düşme dönemi başlamıştı.

Araplar, hayat koşullarının zorluklarına rağmen asla tereddüt etmemişlerdi. Bunlar vahşiydiler ancak asla kuvvetten düşecek durumda değillerdi. Kadına düşkünlükleri bile yozlaşmalarını gerektirmemişti. Bu Sami milleti, ırksal kökenlerinden ayrıldıktan sonra Arap diyarının o ulvi çöllerinde, asla güzellik fikirlerini bozmadı. Sami, batıl düşüncelere düşmedi. Bilakis birçok doğal koşullarla bazı akli melekeleri arttı. Bilinçleri tamamlanma evresine ulaştı. Lisanları matematiksel bir şekle girdi. Savaşçı yetenekler diğer Samilerde sönmüş gibiydi. Hâlbuki iklim ve çevre koşulları Arap Samilerini savaşçı konuma getirdi.

Muhammed’in peygamberliğinin başlangıcı sırasında, Arap akümülatöründe, birçok ruhsal kuvvet, şiddetli bir kararlılık ve irade ile bir çare ortaya çıkarmak için uğraşan, keskin ve maddi, felsefi değil son derece davranışsal, spekülasyondan hoşlanmayan bir zekâ yerleşmiş hâlde bulunuyordu. Bunları birbirini takip eder şekilde düzenleme ve kurallar altına almak ihtiyacı vardı. Bu ham maddeden en güzel sanat eserlerinden biri meydana gelebilirdi. Zaman da oldukça uygundu. Kuzey ve Güney’in, Doğu ve Batı’nın kuvvetten düşmesi, üzerlerinin örtülmesi, dünya sahasını boş bırakıyordu.

Küçücük bir destekle, Arap dışındaki bütün dünya yıkılabilir; dayanıklı ve güçlü bir azimle Arap cihanı ortaya çıkabilirdi.

Muhammed el-Emin, doğal bir yönelişle, karakterinden aldığı ilhamla, seçilmeye ihtiyaç duymadan, zaaf ve kuvveti iyice anladı; bütün ırksal gücünü ve tarihsel yapıyı topladı.

Peygamberliğin başlaması, İslam hükûmetinin oluşmasıyla ilgili gelişmeler birbirinden farklı anlaşılmamalıdır.

Burada iddia edilmemesi gereken şudur, İslamiyet’in yayılması başka, Çin surlarından Fransa’nın tam ortasına kadar uzanan büyük devlet başka şeylerdir. Peygamberlik aklı, her ikisini birbirinden farklı konumlarda tutmuştur.

Roma kayseri, İran kisrası, Habeş necaşisi ve benzeri hükümdarlar ile farklı memleketlerin valilerine elçiler ve mektupların gönderilmesi, yüksek bir hükümdarlık düşüncesine sahip olunduğunu onaylar.

Peygamber, çevrenin etkilerini oldukça iyi anlamıştı. Muhammed el-Mustafa’nın geleceğe dair projelerinin, Arap dünyasında uygulanacağına dair güçlü bir tahmini vardı. Peygamberliğin ruhunda bu büyük düşünsel eylem planı ile büyük bir düşünsel umut, birbiriyle “idealist” bir uyum içindeydi. Son Peygamber’in gözleri, yalnızca göz önündeki çevresel koşulları değil, gelecekteki dünyayı, insanlığın geleceğini de görüyordu. Dünyada hiçbir peygamber, siyaset insanı, kanun koyucu, devlet imamı bu kadar güzel bir biçimde geleceği anlayamamıştır. Hiçbir deha sahibi, Muhammed bin Abdullah kadar geleceğe hâkim bir görüş ortaya koyamamıştır. Hiçbir sultan bu din koyucu kadar doğal hükmetme yeteneği ve tebaasıyla övünme fırsatı bulamamıştır.

Hatice’nin mal ve mülklerinin temsilcisi, Mekke ile Şam toprakları arasında, devesinin üzerinde, olanca sakinliğiyle ilerlerken, öyle bir elektrik düğmesinin üstüne basarak geleceğe öyle bir emir veriyordu ki bu emir gereğince on üç yüzyıldır birbirinden farklı renkte, çeşitli şekillerde milyonlarca insanoğlu aynı tarzda düşünüyor, yatıp kalkıyor, hayatını düzenliyor, özellikle aynı amaç ve umut için yaşayıp ölüyor.

Peygamber, çevresinin evladı olmakla beraber dünya çevresinin ve zamanının hükümdarı olmuştur. Bütün İslamiyet, Ahmedi’nin eseridir. Nüfus sayıları temel alınarak Hristiyanlık ve Budizm, Müslümanlıktan büyük dinlerdir. Ancak bu iki mezhep özellikle Meryem oğlu İsa, sadece Sakyamoni-Buda’nın eseri değildir. Hatta İseviliğin yüzde biri bile Hazreti Mesih’in işinin sonucu olmaktan epey uzaktır.

Hâlbuki İslamiyet, devlet ve din kurallarını içermek üzere bir adamın sanatıdır ki onun ismi Muhammed bin Abdullah bin Abdülmüttalib’tir.

GENEL DÜNYA TARİHİ AÇISINDAN AHMEDÎ KONUM

Hazreti Muhammed ile Son Bulan Çağlar Zinciri

İngiltere’nin Macaulaylerine, Carlylelerine, Almanya’nın Jourdainlerine, Mommsenlerine, Fransa’nın Guizotlarına, Renanlarına, İtalya’nın Cantularına, Ferrerolarına karşı genel dünya tarihlerinin eksiklerinden, taraf tutmalarından bahsedersek acaba kendi sınırlarını aşan cahillerden mi olmuş oluruz?

Evet! Bundan önce, üzerinde ısrarla durduğumuz, devletler hukukunun ancak bir Avrupa ve Hristiyan devletleri hukuku olduğu iddiasını şiddetle ortaya koymuştuk. Şimdi de genel dünya tarihi olarak kitap hâline getirilen bilgilerin “genel” olduğundan çok özellikle ve İsa’nın peygamberliğinin başlamasından sonra oldukça Nasrani bir şey olduğunu aynı derecede ileriye süreceğiz.

Irk ve mezhep söylemiyle, Avrupa ileri gelenleri tarihi ancak ırk ve dinî inanışlarına uygun gelen olaylara önem veren bir tarihsellik ortaya koyuluyor. Avrupalı bakış açısı, bundan başkasının önemi olmadığı şeklindedir.

Gerçekten, Eski Yunan ve Roma tarihlerine ve onlara tabi olan klasik Doğu tarihine biraz önemle bakmak gerekir. Fakat bilmiş olalım ki, aşağı yukarı, hâlihazırdaki Avrupa toplulukları Roma dünyasından, Roma ise Yunanistan’dan, Yunanistan ise klasik Doğu’dan doğuyor. Tarih, yalnızca bu toplulukların olaylar zincirinden meydana gelmemiştir. Uzak Doğu’da bir Sarı medeniyet[42 - Bu kullanım şekli, işaret edilenin Çinliler olduğunu, “sarı” kelimesinin “Sarı Nehir” ile ilgili olduğunu düşündürmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı dönemlerde, insan cinsinin 3 ırka mensubiyetine de atıf yapılmaktadır. Sarı ırk tabiri, özellikle Çin ve Japon halklarını işaret etmektedir. (ç.n.)] olduğu gibi Hindistan’da da tarih yazarlarında şaşkınlık uyandıran bir medeniyet çıkmıştır. Yakın zamanlarda ise Arabistan’da ortaya çıkan İslam, gerek tarih, gerek coğrafya dolayısıyla önemli bir konuma sahiptir. Bu konumun geçmiş ve gelecek ile geneli içeren anlamda bir ilgisi vardır. İslam tarihinin Avrupa ve Hristiyan tarihinden ayrı bir konumda bulunmasıyla beraber genel dünya tarihine büyük bir etkisi vardır. Bu durum her iki tarihin birbiriyle kesiştiği noktaları nesnel, objektif olarak değerlendirilecek olursa insanlığın olgunlaşması, bugüne evrilmesi sürecinde önemli yapı taşlarını şekillendirmektedir.


Вы ознакомились с фрагментом книги.
Для бесплатного чтения открыта только часть текста.
Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:
Полная версия книги
(всего 1060 форматов)