banner banner banner
Hatemü'l Enbiya
Hatemü'l Enbiya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Hatemü'l Enbiya


Bu itibar ile Ernest Renan’ın Hayat-ı Yesu’sunda genel maceraları okunan kişi, Hazreti İsa mıdır, yoksa bizzat Renan’ın kendisi midir? İnsan bazen bu özellikler karşısında tereddütte kalır. Tuhaflık açısından iki fotoğraf klişesini aynı kâğıt üzerine baskı yaparlar. Kopya edilen resimde iki kişinin farklılık işaretleri görülür. Tarih de bunun gibidir. Lort Byron’dan bahsederken, Taine, ne kadar nefsini zorlamaktaysa, kendini biraz da olsa gösterir.

İşte o yüzden, şu tercümeihâl nebeviyyede biz Muhammedî azameti, tarif ettiğimizde biraz da ona olan hayranlığımızı ilave edersek bu eserimizin özrüdür.

Bir besteyi biri alelade çalar ve bir diğeri bu müzik parçasını dâhiyane, benzeri görülmemiş şekilde piyano üzerinde çalarak gösterir. Beste kime ait olursa olsun, duyulan sesin notaları, besteciye özgü ihtiras gibi şiddetli duygularıyla beraber çalanın da kişisel özelliklerini görmek mümkündür. İşte bunun gibi, inceleme sürecimizde, biz ruhsal açıdan da değerlendirmelerimizden asla ayrılmayacağız.

Zaten bütün bütün yalınlaştırılmış, nesnel kalmak uğruna yüksek bir dereceden bakan bir görüşten tarih yazmak imkânsızdır. Taine’in dediği gibi insanı kötülüğe zorlayan öfke, hırs gibi duygusal sorunları içerse de tarih yazmak için ruh, yine kendisine muhtaçtır.

Bu kitapta Hazreti Peygamber’in zamanını, çevresini, soyunu, fikirlerini, duygusal durumunu, dostlarını inceledikten sonra birtakım ruhsal açıklamalara girişeceğiz. Askerî kumandan, hükûmetin reis ve imamı, kanun yapıcı, devletin diplomasi temsilcisi, siyasi yöneticisi, müdür “direktör” ve tedbir alan, ahlaki kuralları düzenleyerek bir araya getiren, kelimenin Kur’an’da kullanılan şekli dışındaki anlamıyla şair, hâkim, birey ve buna benzerleri olmak üzere Muhammed el-Mustafa’nın bütün yönleriyle imkânlar dâhilinde bir portresini çıkartacağız. Bütün bu önemli özelliklerin sahibini tariften sonra en temel noktaya geleceğiz: İnsanlığa kesin sınırları olan dini tebliğ eden Hazreti Muhammed’i inceleyeceğiz. Şurasını söyleyelim ki bu kadar büyük ve birbirinden farklı özellikleri içine alan bir fikir, tarihte hiçbir büyük adamın düşünce dünyasını meşgul etmemiştir. Bu itibar ile Nebi’nin siyeri olağanüstü bir öneme sahiptir. Ve zannetmem ki hiçbir tarihsel zemin bu derecede kendine çeken görüşleri fark edip bunların temeline varma düzeyinde olsun.

Kişisel özellikleriyle Muhammed’i açık olarak anlatmak için biraz da karşılaştırmalı tarihe yöneldik: Hazretlerin övünülesi varlığı, Konfüçyüs, Sakyamoni-Buda, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther vesaire ile karşılaştırdık. Bütün bu karşılaştırılan özellikler bir araya getirildiğinde Hazreti Peygamber, vazifesini yerine getiren en iyi süvari nitelikleriyle bütün bu isimlerin arasından sıyrıldı.

Hazreti Peygamber’in uluhiyet hakkındaki fikirlerini inceledik. Nebi’nin genel anlamda samimiyetle ve şahsına ait olan ve özel olmayan resmî fikirlerini karşılaştırmak istedik. Sonuçta Ebu Kasım, ruh bilimcilerin, psikologların belki de ilki olacak şekilde hayretle açılmış gözlerimizin önünde durdu.

Sonuç olarak şakk-ı kamer,[10 - Parmak işaretiyle Ay’ın ikiye bölünmesi şeklindeki mucize.] miraç ve buna benzeyen her bir harika olay ile yüce kudreti görülen İnsanların Efendisi, insan olmak üzere incelenince pek büyüdü ve o vakit, yüce karakterinin insan özelliklerine atıfta bulunulmasının önemi anlaşıldı.

***

Teessüfle belirtilmelidir ki, Türkçemizde, şimdiye kadar belgelere dayanarak kaleme alınmış birkaç eser dışında, bizim anladığımız tarzda tarih kitabı yoktur. Basılı eserlerin eski olma özelliği, onların belge niteliğinde bir önem taşıdığını göstermez. Yeni eserler de sadece birer evrak koleksiyonu şeklindedir. Cevdet Tarihi[11 - Abdullah Cevdet, Cevdet Tarihi, 1882-1884.] ruhsuz bir cisim gibidir. Kemal Bey’in basım tarihçesi ise bir hükümdar biyografisi özelliği taşır. Netâyicü’l-vukuât[12 - Mustafa Nuri, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, 1873-1881.] onlara nispeten biraz canlıdır.

Hâlbuki geçmişi gözümüzün önünde canlandıracak şekilde kaleme alınmış, tarihteki toplulukların tamamlanma sürecine ne şekilde girdiğini, ne gibi hâllerde reddiyelerde bulunduğunu, bir araya gelme şartlarını öğretecek, değerlendirmelere dayalı tarihçiliğe, millet olarak büyük ihtiyacımız vardır.

Pozitif bilimler ve sanat tarihi ancak, on dokuzuncu yüzyılda layık olduğu önemi kazanmıştır. 1800 senelerine doğru Fransa’da yazılan tarihler genel olarak bir başlangıç özelliği taşıyordu. Ancak Chateaubriand’dan[13 - François-René de Chateaubriand (1768-1848), Fransız yazar, politikacı ve diplomat.] sonra Fransa’da tarih yazıldığı kabul edilmektedir. Tarih sahnesinde, Almanya ve İngiltere’de de aynı zamanda bir devrim yaşandı. Nuhustin-şinasi olarak dönemince adlandırılan arkeoloji, son zamanların ürünü bir bilimdir. Mısırbilim “Ejiyptoloji”, Asuriyan “Asuriloji”, Hindoloji “Endiyanizm” bu zamanda gerçekleşen önemli keşiflerdendir. Dil bilimine yönelik bilim “linguistik” ve genel olarak pozitif bilimlerdeki ilerlemeler, eski tarih bilimini altüst etmiştir. Bilimin yaslandığı saflık derecesinde düşüş meydana gelmiştir.

Keza, pozitif bilimlerde yeni ortaya çıkan önemli değişiklikler, günümüz tarih yazıcılarını da eskisinden farklı yöntemleri tasarlamasına, yenilikleri kabul etmesine mecbur ediyor.

Bizden önceki tarih yazarlarının, saf eserler meydana getirmelerini bekleyemiyoruz. Bu onlarda bilinen bir kusurdur. Bugün tarih, bir psikoloji meselesi olmuştur. Psikoloji ise genel manasıyla, anatomi ve fizyoloji bilimlerini dayanak alır. Bizden önceki tarih yazarlarımız bunları pek bilemezdi. Latif Efendi ise “zannederim” adı geçen bilimlerin isimlerini dahi duymamıştı.

Bütün engeller ve tarihin ne kadar zorlaştığı, ileriki sayfalarda dikkatli gözlerden kaçmayacak olası hatalardan dolayı, okurlarımızın affını ve geniş hoşgörülerini kazanmış oluruz. Eserde, gerçekleşmiş olaylar ve meydana gelen işler, mümkün mertebe ihmal edilecektir. Bizim için önemli olan hareketlerin tarihidir. Keza bütün hurafeler ve mucizeler kasıtlı olarak terk edilmiştir. İlk önce söylediğimiz üzere eserimizin konusu bir kişilik tarifi olmak üzere Hazreti Muhammed el-Mustafa’dır.

Eğer kitabımızın sonuna gelindiğinde, bu titizlikle gerçekleştirdiğimiz çalışmamıza önem veren itibar sahibi okurlarımız, yazdıklarımızın genel toplamından bir hüküm çıkarmak için zihinlerinde inceledikleri vakit, kalplerinde peyda olacak veya olanı arttıracak Nebi sevgisiyle, bir dakikalığına da olsa dünya nimetlerinden sıyrıldıklarında, güzelliğin ve büyüklüğün bir araya geldiği Muhammedî bir şekil görecek olursa, gücümüz ve mesaimizin yettiğince çalışmamızın en büyük ödülünü görmüş oluruz.

    10 Zilhicce 1331 (10 Kasım 1913)
    Celal Nuri

İKİNCİ ÖN SÖZ

Doğu tarihi yazıcıları, peygamberlik tarihi kaynaklarını gözden geçirmek zahmetinden kendilerini kurtarmışlardır. Zaten siyer sahipleri, eserlerini herhangi bir tarih olması için yazmamışlardır.

Siyerlerin en yenisine dahi, doğal olarak, aslı olmayan söylenceler, hurafeler bulaşmıştır. Ve Hicret’ten sonraki beşinci asırdan sonra yazılan biyografi türü tarihler de beklendiği kadar önemli olamaz. Çünkü bunlar, yeni belgeler ve kaynakları keşfetmek yerine, eski rivayet ya da olayları farklı bir üslupla yazmışlardır.

Bundan dolayı, yeni siyerlerin edebiyat dünyasında bir değeri olabilir. Ancak tarihsel önem ve bilimsel değerleri yoktur. Teessüfle belirtmeliyim ki tarih bilimciler, İslam eserleri ile temel tarih eserlerini birbirinden ayırt etmemişlerdir. Bu esas nedenden dolayı, bunların eserleri yöntem, bölümler, değerlendirme, karşılaştırma, tarafsızlık gibi bazı bilimsel meziyetlerden mahrumdur.

İslam tarihi yazarları, siyer söz konusu olduğunda, yalnız olağanüstülükleri görmüş ve tarihsel hakikatleri büsbütün unutmuşlardır. Bununla beraber eski siyer yazıcıları, yenilere nispetle, daha doğru görebilmişlerdir.

Üzülerek belirtilmelidir ki, ilk peygamberlik tarihini yazan Ebu Bekir’in torunu Urve[14 - Urve: (ö. 94/713). Medineli meşhur yedi fakihten biri, hadis ve siyer âlimi.] ile Zühri’nin[15 - Zühri: (ö. 124/742). Hadisleri, Emevî Halifesi Ömer bin Abdülazîz’in emriyle resmen tedvin eden âlim.] -her ikisi de içeriden yazmışlardır- eserleri mahvolmuştur. Eğer bunlar elimize ulaşsaydı, hakikatler hakkında oldukça kuvvetli bilgileri elde etmiş olacaktık. Zannederim ki bu iki tarih yazarının eserleri birçok doğruluğu kabul edilmiş sözler içerdiğinden, hurafeleri taparcasına seven karşıtlar onları ortadan kaldırmışlardır. Bahsi geçen eserlerden birçok bölüm, gecikmeli olarak aktarılmışsa da bunlara güvenmek mümkün mü? Bu hususta kesinlikle bir şey söyleyemem.

Bunlardan sonra İbn İshak[16 - İbn İshak: (ö. 151/768). Siyer ve meğazi müellifi, muhaddis.] ile İbn Hişâm’ın[17 - İbn Hişâm: (ö. 218/833). Es-Sîretü’n-nebeviyye adlı eseriyle meşhur olan tarihçi, dil ve ensab âlimi.] eserleri tarih açısından oldukça dikkat çekicidir.

Bu iki siyer yazıcısının eseri, seçtikleri yöntem, kullanılan kaynaklar ve zamansal öncelikleri nedeniyle önemli bir dayanak meydana getirmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, biz bu iki yazara da bir güven ile başvurmaktayız. Çünkü özellikle İbn Hişâm, eserinde, Nebi’nin zatına uygun olmayan, ona atfedilen sözleri atladığını söylüyor.

William Moir[18 - Sir William Muir: (1819 – 1905). İskoçyalı oryantalist.] bunların lehinde, Doktor Sprenger[19 - Aloys Sprenger: (1813- 1893). Avusturyalı oryantalist.] ise aleyhlerinde yazılar yazmışlardır.

Bununla beraber, Avrupalı bilginler, siyer kaynaklarına itiraz etmemektedir. Peygamberlik tarihi çalışmalarına doğru bir görüş geliştirmişlerdir. Biz ise Müslüman ve Batı tarih yazarlarının sözlerine rağmen peygamberlik tarihi kaynaklarının eksikliğini iddia edeceğiz. Zira delillerimiz ihmal edilecek bir derecede değildir.

İlk olarak, siyerlerin aslında resmî bir tarafı vardır. Hakikat, olanca açıklığıyla, özellikle tarafsızlıkla bu küçük kitapta yazılamazdı.

İkinci olarak, siyer yazıcıları tarih yazmak niyetiyle eserlerini kaleme almamışlardır. Bundan dolayı tarih bilimcilere özgü yöntemlerle donanmış değillerdi. Bunların yazdıkları eserler, edebiyat açısından güzel birer hükümdarlık biyografisidir.

Üçüncü olarak, siyerler, dünya eseri olarak kitap hâline getirilmişlerdir. O vakitler ise din ile donanmış olmanın uygun düşmeyeceği görüşler “İslam dışılık” ile suçlanıyordu.

Dördüncü olarak, bir tarih önermesini bilimsel ciddilikte ve konu edinmek için yalnız taraf tutanların ve hatta şiddetli bir sevgi hissedenlerin yazılarına başvurmak her zaman doğru değildir. Hâlbuki taraftarlardan başka hiç kimse, peygamberlik zamanında, Resul’ün tavırları ve ahlakı hakkında bir şey yazmamıştır. Yazılan olumsuz eleştiriler hep ortadan kaldırılmıştır. Tabii ki bunlar herhangi bir öneme de sahip değildir. Başka bir eser mevcut olup olmadığı hakkında bilgi sahibi değilim. Ve zannederim ki o dönemin ileri gelenleri böyle şeyler yazmak konusunda da pek becerikli değillerdi. İslam öncesi Arap Yarımadası tarihine dair elde edilen eserler bile tarih açısından pek o kadar güvene layık görülemiyor.

Beşinci olarak, Hazreti Peygamber’e, vaktiyle yalancı anlamına gelen sıfatlarla iftirada bulunulduğu bilinmektedir. Bu iftiralar nasıl oldu? Ne gibi karıştırma teşebbüsleri gerçekleşti? Peygamberliğin üstünlüğüne ait fikirler ve iddialar nasıl “formüle” edildi? Ne gibi olaylardan sonra sadık Nebi, yalancı olduğuna dair söylentilerin, iftira ve yaylım oklarından kurtuldu? Gerçekleşen olaylara dair siyerlerde tek tük konular açılmışsa da aleyhte iddialarda bulunanların hepsi, aşağı yukarı doğaüstü ve basit hamlelerle üstesinden gelinerek bir yana atılıyor. Bunlara harfi harfine güvenmek bir tarih yazarı için kabul edilemez. Mesela Hazreti Ömer bin Hattab’ın, İslam dinini kabul etmesine dair kısa kronikte her bakımdan şüpheli görülebilecek anlamlar çıkabilir.

Altıncı olarak, nebilik süreci, Peygamber’imizin gönderilişi, vahiy vesaire genel olarak ruh bilimi “psikoloji”ye bağlı konulardır. Ve bundan dolayı herhangi bir kitaptan ziyade, siyer, yücelik konumundan bir ruh bilim tarihi olmalıdır. Hâlbuki hâlihazırdaki siyer, karşıtların ve küffarın miraca ve fikirlere, peygamberlik telkinlerine dair psikolojik büyük bir şeyle karşılaşmıyoruz. Mesela uzun konuları tartışmalar, düzenlemeler sonucunda olduğuna şüphe duyulmayan Ebu Bekir es-Sıddık gibi akıl ve ince fikri ile ruhsal olarak benzer ve tedbir almakta usta bir kişinin İslam dinini kabul etme süreci hakkındaki söylentilerin bize emanet edilen makaleler, doğrusu vicdanımızı tatmin edemiyor. Onun içindir ki kaynakların eksik aktarıldığını iddia ediyoruz.

Vâkidî, kâtibü’l-Vâkıdî (İbn Sa’d), Taberî ve sonrasındakilerden bahsetmeyeceğiz. Bunların İbn İshak ve İbn Hişâm’dan fazla bir belgeye sahip olmaları imkânsızdı.

Bütün bu eleştirilerimize rağmen, söyleyelim ki ilk siyerlerde hakikatin kapladığı alan büyüktür. Heyecanlı karakter yapıları ve dinî coşkunlukları göz önüne alınmazsa, İbn İshak ve İbn Hişâm hakikate oldukça yaklaşmışlardır. Yeniler kadar, kendilerine aktarılan eserlere ve metinlerdeki şiirselliğin tutkunu olmamışlardır.

Yeni siyerler, çevresel koşullar, zaman ve yazarların değişmesiyle çeşitleniyor. Bunların tarih açısından incelenmesi kayıp bir zahmettir.

Yeni hadisler de, bilginler tarafından, peygamberlik çağının tarih kaynaklarından sayılmaktadır. Hadislerin sağlıklı olduğuna ne derecede güven duyulmalıdır? Buhari hazretleri altı yüz bin hadis karşısında bulunmuştu. Üstlendiği koruma duygusuyla Peygamber’i ve konumunu himaye gibi yüksek bir amaçla yola çıkan bu bilgin, engin denizler, çöller demeyip uzun seneler dolaşarak hadisleri inceleme imkânı bulmuştur. Çabalarının sonucunda yarım milyonu geçen hadislerin ancak 7.275’ini kabul edebilmiştir. Bizim ise bunlara dahi kesin bir güvenimiz yoktur. Buhari hazretleri, değerlendirmesinde, aktarıcıların (râvî) güvenilirliğini, dikkatli bir şekilde incelemiştir. Ancak hadis olduğu iddia edilen cümlelerin, nitelik bakımından önemine sadece göz atmıştır. Böyle bir söz, hadis olabilir mi, olamaz mı? Bu açıdan düşünsel bir emek vermeden Buhari, yalnız okuyucu ve aktarıcılara bakmıştır. Onun içindir ki eldeki hadisler gerek üslup, gerek anlam itibariyle birçok eksiklikleri içerir.

Bundan başka, Buhari hazretleri bazı doğaüstü hikâyelere ait uydurma olduğu düşünülen hadislere de kulak asmamıştır ki bu da kabul ettiği yöntemin pek de tarihsel olmadığını gösterir.

Buhari’nin, incelemelerinde çeşitli hadisler olduğu doğrudur. Hâlbuki bunlar, aklen imkânsız şeyler üzerinden kendilerine dayanak bulur. Harika olarak kabul edilen doğaüstülükleri reddeden, insana ait özelliklere, sıfatlara bu kadar önem veren İnsanların Efendisi’nin ağzından böyle doğa kanunlarını reddedecek sözler çıkamazdı. Bunların hadis olarak kabul edilmesini akıl kabul edemez. O hâlde Buhari hazretleri, kabul ettiği yöntemde bazı düzenlemelerde yanılmıştır.

Siyer, birtakım hurafe, uydurma hikâyelerle karışmıştır. Biz, tarih yazdığımızdan, tabii ki bunlara asla önem veremeyiz. Bunlar bir kavmin, bir topluluğun belirli bir dönemdeki zihin yapısını gösterir. Onun için İslam eserlerinin esasını, kökenini incelemenin yerleşik bir mesele olduğunu yalnızca ifade ederek bu konu hakkındaki sözü kısa keseceğiz.

Gelelim Avrupa eserlerine:

Bizde, defalarca belirttiğimiz gibi, tarih yoktur. Avrupa’da ise, özellikle geçen yüzyılda, güven uyandıracak tarih, kullanılan yöntemler itibariyle hak ettiği değere ulaştı. Bilimsel ve hatta matematiksel bir biçimde belgelerin incelenmesi, değerlendirme kuralları artık tarih bilimine de dâhil oldu. Bundan altmış, yetmiş sene önce eski belgeleri dayanak kabul etmek ve onları incelemek oldukça modaydı. Mısırbilimi ve Asuriyun ileri gelenleri hep o dönemin evladıdır. Teessüfle belirtilmelidir ki bu üstünlükte veya onlara benzeyen bilim insanları artık ortaya çıkmıyor. İşte o dönemlerde Siyer-i Resul kaynaklarına dair incelemelerde bulunan dört bilim insanı yetişmiştir:

Bunlardan Muir İngiliz; Sprenger Alman; Weil Alman Yahudi’si;[20 - Gustav Weil (25 Nisan 1808 – 29 Ağustos 1889) Alman Doğu bilimcisi.] Caussin de Parceval Fransız’dır.[21 - Armand-Pierre Caussin de Perceval (1795–1871) Fransız Doğu bilimcisi.] Adalete hakkını teslim etmek gerekirse bu dört bilim insanının incelemeleri son derece önemlidir. Bunların ayarında Muhammed dönemine dair belgeleri etraflıca inceleyen Müslüman bilim insanı yoktur.

Şu kadarını belirtmek gerekir, genel düşünce itibariyle bu gibi bilim insanlarının hakikatin belirlenmesi konusunda oldukça donanımlı olması mümkün değildir. Bütün Hint kütüphanelerini, Suriye mescitlerini, en ince ayrıntılarına kadar, ufacık şeyleri dahi görerek değerlendirmek, etraflıca inceleme ve ömrünü bu yolda tüketmek cidden takdire şayan bir harekettir. Fakat çoğunlukla böyle sebatlı bilim insanları iyi değerlendirme yapamıyor olabilir. Karşılaştırma yaparak değerlendirme kabiliyetini, içeriğini anlamaya uğraşı, daha geniş bilgi edinmeye olan meyil mahvediyor. Onun için iddia edebiliriz ki belge bilimi itibariyle büyük öneme sahip olan bu dört yazarın fikir ve değerlendirme açısından değeri hemen hemen hiçtir.

Bunların mesailerinin sonucundaki çalışmalar üzerine Fransalı J. Bartheloémy-St. Hilaire,[22 - Jules Barthélemy-Saint-Hilaire (19 Ağustos1805 – 24 Kasım 1895) Fransız düşünür, gazeteci.] değerlendirme yürütmüştür. Eseri hakikaten oldukça büyük öneme sahiptir. Ve genel itibariyle Hazreti Peygamber’in lehinedir. Bütün bu meziyetlerine rağmen bu yazarın, Hristiyanlık bakış açısından kurtaramadığı eseri, peygamberin zatına, tarihte hak ettiği dereceyi vermemiştir. Bartheloémy-St. Hilaire, Hazreti İsa’yı değerlendirme yeteneğinden yoksun derecede İbn Meryem’e şiddetli bir sevgiyle taptığını söylüyor.

Örnek olması için bu yazarın, Muhammed ve Kur’an ismini taşıyan kitabından önümüzdeki bölümü aktarıyorum:

“Hristiyanlık din duygusu, bizim için dinlerin en kutsalı, en hayırlı olanı, en doğrusu olarak kalmalıdır. İslamiyet’i ona benzetmek hem bir haksızlık hem de bir küfür ve hakaret olur. Böyle kılavuzu olan bir fikri reddetmek için en açık hadiselere şahit olmak aslında yeterlidir. Nasrani halkı ile İslam toplulukları yüz yüze geldiğinde, ne olduğunu görmek ve hatta onların ne gibi bir sonla karşılaşacaklarını düşünmeyerek sadece görmek de, bu fikri reddetmek için yeterlidir. Şu kadarı var ki İslamiyet’in dünyada tek ilahî yaratıcı esasına dayanan bir din olduğunu iddia etmek, İsevi ve Yahudi’nin dinî kanunlarının derecesini indirmek değildir. Temel inanış itibariyle, İslam’ın tapındığı Allah, aynı Hristiyan ve Yahudi’nin taptığı, Allah hakiki değilse de hiç olmazsa yaratıcı olarak Allah’tır.”

Keza, William Muir’in şu sözü de bir tarih bilimcisi için düşündürücüdür:

“Muhammed’in kılıcı ve Kur’an, tarihin şimdiye kadar karşılaştığı en lanetlenecek medeniyet, hürriyet ve iman düşmanlarıdır.”