Книга Ruha Dokunan Insan Öyküleri - читать онлайн бесплатно, автор Çetin Oranli. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Ruha Dokunan Insan Öyküleri
Ruha Dokunan Insan Öyküleri
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Ruha Dokunan Insan Öyküleri

Dedemin evde ekmeğin veya yemeğin tuzunun az olması nedeniyle (tuzlu gıda tüketmeye alışmıştı) çıkardığı kavgalar da meşhurdu. Büyükannem genellikle alttan almaya çalışır, ancak çıkacak gürültünün önüne geçemez, çoğu zaman biz araya girerek olayın yatışmasına çalışırdık. Ancak bu tuz gerilimi birkaç saatten aşağı yatışmazdı. Şimdi, “Tuz ilave edilir, ne var bunda?” denilebilir. Ama dediğim dedik tarzında inatçı bir adamdı dedem…

Rahatsızlığı nedeniyle son yıllarda değirmeninin kapısına kilit vurmak zorunda kalması, onun için tam anlamıyla psikolojik yıkım olmuştu. Değirmen taşlarının bir fabrika gibi çalışması, at ve eşeklerle mısır getiren misafirler, onlarla yaptıkları sohbetler, evinde veya taşların kenarındaki ikramlar onun için yaşam kaynağıydı. Son yıllarda yaşlılığına ve rahatsızlığına rağmen değirmene yeniden su vermek için ırmağın içine girmiş, bu nedenle şifayı iyice kapmıştı. İlerleyen zaman onun için sağlık sorunlarıyla, yani zorlu bir imtihanla geçti. Ama inatçı ve mücadeleci bir adamdı dedem. Doktorun, “Birkaç günden fazla yaşayamaz, kendinizi ona göre hazırlayın, uzaktaki akrabalara haber verin,” demesine rağmen, dört yıl dört ay boyunca yaşama tutundu. Pes etmemişti ama ayağa kalkma çabaları artık sonuçsuz kalmaya mahkûmdu.

En son Kurban Bayramı’nda ziyaretine gittiğimizde epeyce keyifsizdi. “İyi değilim, yakında yolcuyum,” dedi aniden. İçimize adeta bir kurşun saplanmıştı…

Hissetmişti ecelin kapıyı çalacağını, kısa bir süre sonra, bir pazartesi gecesi hayata gözlerini yumdu. Alışamadık henüz, halen ev ile değirmen arasında veya yatağında gülümseyerek bize bakacak gibi geliyor. Onun yokluğunun ne derin boşluklar doğurduğunu yıllar geçtikçe idrak edeceğiz. Şair Orhan Veli’nin dediği gibi, “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!”

Fatih Kısaparmak’ın, “Bu adam benim babam” şarkısını hatırlatırcasına, kasketiyle hafızamıza ve yüreğimize kazınan yiğit insan! Karadeniz’in taşları delen ihtiyar delikanlısı! Şimdi sadece akrabaların değil, taş değirmenin de yetim, ırmak yanı da ıssız…

Mücadeleci, güzel bir tabiat insanı olarak yaşadı, ekmeğini, sevgisini paylaştı dedem. Mekânı cennet olsun…

Değirmenci DedemDeğirmen mi ağarttı saçlarınıYoksa yılların yorgunluğu mu?Devirecek misin yine nehrin taşlarınıOluklardan akan sarı mısırın unu mu?Neden kilitli değirmenin kapısıKalmadı mı insanın ahde vefasıKul aldandı, nerede dünyanın tapusuYoldaşın kara toprak mı dedem?İyiliğin yankılanır sonsuzluktaEkmeğini bölüştün kara yokluktaAğaçların kaldı mı susuzluktaBu son pek acı oldu be dedem!

Değirmenci Dede’nin hayatını anlatan bu yazıyı geçmişime yolculuk yaparak, gözlerim dolarak okudum. Gazete sayfasının fotoğraflarını çektikten sonra değirmenin kapısını kapatıp oğlum Ali ile birlikte eve doğru yol aldık.

Akşamüzeri, gündüz yaptığımız değirmen yolculuğunu babama anlattım. Onun da eski dostunu hatırlayarak gözlerinin buğulandığını yakaladım bir an.

“Hey gidi Abdullah Abi, sıra dışı bir adamdı be. Ne güzel, ne yiğit bir insandı. Elinde ne varsa bölüşürdü misafiriyle. Yalnız onun maceralarını anlatmaya derman yetmez. Ne adamdı amma!”

“Nehrin yatağında sürekli bir şeyler yaptığını hayal meyal hatırlıyorum.”

“Eskiden büyük yokluk ve çaresizlik vardı oğlum. Yiyecek ekmeği bulmak bile çok zordu. Tarla tapan yok denecek kadar az. Abdullah abi yokluğa karşı savaşır, tabiri caizse ekmeğini taştan çıkartırdı. Koca koca kayaları devirerek ırmağın yatağını değiştirip yeni tarlalar açardı. Oraya mısır, fasulye, kabak eker, fındık ocakları dikerdi. Her sel afetinde değirmenin suyunu sağlayan bentler yıkılır, o inatla yeniden ve daha güçlü bir şekilde onarırdı. Sonunda uzun yıllar boyunca yıkılmayacak bir şekilde bent inşa etmeyi başarmıştı. ‘Su akar yolunu, yatağını bulur’ derler ya. İnsan iradesi hafife alınabilecek bir şey değil oğlum. Bence suyun yatağını bazen insan azmi belirler. Değirmenci Abdullah, insan çabasının yatağın akışını değiştirebileceğinin numunelerini ortaya koyan bir adamdı.”

Tatil molasının sona ermesine çok az kalmıştı. Yola çıkmadan önce oğlumla birlikte bir defa daha yüzmek üzere ırmak kenarına indik. Karşıdan eski bir dosta gülümser gibi hüzünle baktım taş değirmene. İçimi okumuş gibi konuştu sordu oğlum:

“Neden artık bu değirmen çalıştırılmıyor baba?”

“Anlatmak zor, oğlum… Su ve ekmek çoktan bozuldu. Ne yazık ki devir değişti, insanlar değişti…”

Değirmene son kez bakarken şu notu düşmüştüm telefon defterime: “Her insanın ve her eski mekânın bir hikâyesi vardır. Geçmişten geleceğe uzanan. Ve bir değirmendir zaman, insanı da, mekânı da öğüten…”

Bakkal Rüstem

“Tek bir akide şekeri bile çocukları gülümsetiyorsa, küçük çabaların toplamıyla dünyada iyilik ve mutluluk inşa etmek aslında ne kadar kolay.”


Belli bir düzene bağlı olmasa da bahçesinde vişne, kiraz, elma, armut gibi meyve ağaçlarının ve çeşit çeşit çiçeklerin bulunduğu farklı renklerde gecekonduların yok edilmediği, kentsel dönüşüm veya toplu konut denilen devasa beton canavarının eski sokaklara kadar girmediği büyük şehrin kenar mahallesinde tanımıştım Bakkal Rüstem’i. 1990’lı yılların başındaydık ve yükseköğrenim için şehre yeni gelmiştim. Fakülteyi kazanıp kayıt yaptırmış, kalacak yer arayışına girişmiştim. Ancak devlet yurdunda kısmetim açık değildi, hangi kapıyı çalsam yüzüme kapanmıştı. Liseden üst devre arkadaşlarımın ikamet ettiği ve benim de misafir olarak kaldığım öğrenci evinde yer de yoktu. Böyle bir durumda insanın imdadına gurbetteki hemşerileri yetişir ya. Ben de öğrenim göreceğim fakülteye dolmuşla yarım saat mesafede evi bulunan hemşerimiz Azmi Bey’e telefon etmiş, kiralık eve ihtiyacım olduğunu söylemiştim. Hızır gibi yetişmiş, o vakur sesiyle, “Gel yeğenim. Bizim evin altında iki göz odalı küçük bir ev var. Hemen bitişiğinde bakkal bulunuyor. Sana birkaç da eski eşya ayarlarız orada kalırsın. İstersen bir arkadaşın da seninle kalabilir,” demişti. Gurbetteyiz ne de olsa, o çaresizliğin içerisinde ilaç gibi gelmişti bana bu teklif.

Eşyalarımızın bulunduğu kocaman iki valizi sürükleyerek evin bulunduğu gecekondu semtine gitmek üzere dolmuşa binmiştik Hüseyin’le birlikte. Hüseyin liseden arkadaşım, aynı fakültenin farklı bölümlerini kazanmıştık. Kader bizi üniversitede de ayırmamıştı. Altı kilometrelik mesafeyi, ardı arkası kesilmeyen yolcu indirme bindirme hamleleri ile yaklaşık yarım saatte alabilmişti dolmuş. Kafamda yol boyunca, ‘nasıl yapacağız’ endişesi ve yeni bir hayata başlamanın heyecanı vardı. Endişemi gülümseyerek kapatmaya çalışıyordum nedense. Nihayetinde evin bulunduğu caddenin girişinde indik ve Azmi Bey’in tarif ettiği noktaya doğru yürüyüşe koyulduk. Yolun iki yanında eylül sonu olması nedeniyle yaprakları sararmaya veya kızarmaya başlayan kavak, çınar ve meyve ağaçlarının sıralandığı eski, ancak şirin bir gecekondu mahallesinin sokağıydı burası. Evlerin bahçe duvarlarına sarmaşıklarla birlikte sarı ve siyah üzümler pastel boya tabloları gibi eşlik ediyor, kasımpatılar o asil sarı duruşuyla demir kapıların ardından başkaldırıyordu. Kızıl renk sarmaşıklarla duvarları çevrili bahçeli bir evin kapısı önünde kaplan desenli tekir kedi uzanmış yavrularını emziriyor, avludan horoz ve tavukların sesi geliyordu. Sokağın ilerisine doğru adımlarken kırsal bölgeden gelen insanların yabancılık çekmeyeceği bir ortamı bulduğumuzu konuşuyorduk arkadaşım Hüseyin’le, bir yandan gittikçe ağırlaşan valizlerimizi sürükleyerek. Beş yüz metre kadar yürümüştük ki, yola bitişik iki katlı kırmızı evin altında bulunan, mavi zemin üzerine siyah harflerin işlendiği tabelasında ‘Bakkal Rüstem’ yazan dükkânın önünde bulduk kendimizi. Azmi Bey, bakkalın önündeki kaldırımda küçük bir masayı çevreleyen taburelerden birinde oturuyordu. Karşısındaki mavi önlüklü, orta boylu, otuz yaşlarında, zayıf, esmer ve güler yüzlü kişinin bakkalın sahibi olduğu anlaşılıyordu. Azmi Bey’i çocukluğumdan bu yana tanırım. Tıknaz bedeni ile nerede olsa fark edilirdi. Pos bıyıklarına ve gür saçlarına yılların hatırası bembeyaz aklar düşmüştü şimdilerde. Bizi fark edince yerinden kalktı, Anadolu insanının misafirperverliğini yansıtır şekilde “Hoş geldiniz,” deyip kucakladı, sonra da bakkalın sahibi genç komşusu ile birlikte valizlerimizi alıp dükkân girişinde uygun bir yere koydu. Kısa bir süre sonra bakkalın getirdiği çayları finger bisküviler eşliğinde yudumluyorduk. Azmi Bey bir yandan kalacağımız küçük daire hakkında bilgi veriyor, diğer yandan da kiracısı olan Bakkal Rüstem’i tanıtıyordu.

“Hele çayınızı içip bir soluklanın, hemen yan tarafımızda kalacağınız yer. Kirası uygun, hiç dert etmeyin. İçini bir güzel temizlersiniz, bizde eski kanepe, perde falan var. Onlarla bir düzen kurarız size inşallah. Bu genç arkadaşımız da, Rüstem. ‘Yandan hemşerimiz’, yani komşu ilçeden. Bu dükkânda alnının teriyle çalıştırır, ekmeğini çıkarır. Tam size burada rehberlik edecek, arkadaş olacak bir ağabeyiniz. Kendisi lise mezunu, üniversiteye gidememiş ama tam anlamıyla kitap kurdudur. Onun okuduğu kitabı profesörler okumamıştır ha! Adamın kralıdır ayrıca, mahalle halkının kardeşi, ağabeyidir, haberiniz olsun.”

Bakkal Rüstem gülümseyerek dinliyordu kendisi ile ilgili anlatılanları. Sanki daima gülümser gibi bir hali vardı. Bazı insanların yüzüne tebessüm bir başka yakışır, taze bir gül gibi yerleşir ya, tam olarak öyle. Ancak onda bu gülümsemeye bir giz gibi eşlik eden hüzün de fark ediliyordu dikkatle bakıldığında. Derin bir acıyı saklarcasına…

Aşağı yukarı yirmi metrekarelik dükkânda bir mahalle bakkalında bulunması lazım gelen her şey vardı. Henüz süpermarketlerin örümcek ağı gibi şehrin en ücra köşelerine kadar uzanmadığı yıllardı. Mahalle bakkalı, mahallenin bilirkişisi, her konunun danışıldığı dert ortağı konumundaydı o yıllarda. Cebinde dolmuş parası bulunmayanın bile borç aldığı, veresiye defterinin bir kamu hizmeti gibi kabardığı… Gerçi bu durumu istismar edenler de yok değildi ama genel manzarada paylaşım esasına uygun hareket ediliyordu. Bakkal Rüstem’in genç bir bilge gibi duruşunu, ablak, gülümseyen, temiz yüzünü ve düzgün saçlarını tamamlar gibi duran ütülü, mavi önlüğünü şöyle bir süzerken henüz tezgâhın diğer tarafında yaşanan güçlükleri bilmiyorduk. Bir yandan öğrenci evinde kuracağımız düzenin telaşı sarmıştı beni, bir yandan da Bakkal Rüstem’in çoğu akademisyenden daha fazla kitap okumasına rağmen neden küçük bir dükkâna hapsolduğuna dair merakım…

Hemşerim Azmi Bey’in desteğiyle kısa bir sürede evde düzeni kurduk. Eksik olan eşyaları da iyi kötü ikinci elden sağlamıştık. Nasılsa yanı başımızda bakkal vardı, ufak tefek ihtiyaçları oradan temin ediyorduk. Paramız yetişmediğinde her zaman sakin bir tavırla, “Sonra verirsiniz, mesele değil,” diyordu Bakkal Rüstem. Biz de en sonunda çareyi deftere hesap açtırıp elimize para geçtikçe ödemekte bulduk. İlginç bir adamdı Bakkal Rüstem, çocuklar geldiğinde ellerinde para olsun olmasın, hiçbirini boş çevirmiyor, ya şeker, ya da sakız verip gönderiyordu. “Bir tek akide şekeri bile bir çocuğu gülümsetiyorsa, küçük çabaların toplamıyla, dünyada iyilik ve mutluluk inşa etmek aslında ne kadar kolay,” diyordu. Bu lafını çok sevmiştik Hüseyin’le.

Kısa bir süre içerisinde çok iyi dost olduk Bakkal Rüstem’le. Öyle ki, okul çıkışında soluğu bakkalda alıyor, çoğunlukla tulum peyniri ve ekmeğin eşlik ettiği ince belli bardaklardaki çayımızı yudumluyorduk. Bazen bize özel menemen ve sucuk pişirdiği de oluyordu. “Siz öğrencisiniz, öğrencinin her zaman fazladan yemek takviyesine ihtiyacı vardır,” derdi. Biz de evde yaptığımız salçalı makarna veya patates kızartmalarını bakkala getirip hep birlikte afiyetle atıştırıyorduk arada bir. Yemeğin ardından çayla birlikte kitapların dünyasından, edebiyattan, kültürden, memleket halinden sohbet ediyorduk. Taşı gediğine koyarcasına öyle ilginç tespitleri vardı ki Bakkal Rüstem’in, memleketin bu kadar net fotoğrafını çekeni az bulurdunuz:

“Necip Fazıl ne güzel yazmış… ‘Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul, bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.’ Aslında Necip Fazıl da bu memleketin değeri, Nâzım Hikmet de… Peki, bir sistem nasıl oluyor da vatan için dertlenen, memleketi uğruna hapislerde çürümeyi göze alan insanları vatan haini haline getiriyor? Hem birileri ‘vatan haini’ deyince insan vatan haini oluyor mu?”

“Kazandığımdan fazlasını vergiye veriyorum. Enflasyon denilen canavar var, bir türlü doymuyor. Sattığımız bir malı yerine koymakta zorluk çekiyoruz. Toptancılarla köşe kapmaca oynuyoruz çoğu zaman. Hangi hükümet gelirse gelsin, vergi yükünü toplumun alt kesimine yıkıyor. Aktörler değişiyor fakat bu düzen değişmiyor bir türlü. İktidara sağ da gelse, sol da gelse bir… Küçük esnaf asgari ücret kadar gelir elde edemiyor? Biz belki de alışkanlığın etkisiyle böyle sürdürüyoruz hayatımızı…”

Müşterileriyle girdiği esprili diyaloglar bile insanı düşündürmeye yeterdi. Yara bandı isteyen bir müşterisine şöyle cevap vermişti:

“Kanayan yara çok, fakat kapatacak yara bandı yok.”

Sohbetlerimizde şiir dünyasının farklı kutuplardaki büyük temsilcilerine sık sık atıfta bulunurdu ki bunun anlaşılır bir nedeni vardı, bir yandan da yazıyordu. Ama Cahit Külebi’ye özel bir hayranlık besler, sık sık onun meşhur şiiri İstanbul’dan şu bölümü memleket özlemiyle okurdu:

“Kamyonlar kavun taşır ve benBoyuna onu düşünürdüm,Kamyonlar kavun taşır ve benBoyuna onu düşünürdüm,Niksar’da evimizdeykenKüçük bir serçe kadar hürdüm.”

Şiiri okuduktan sonra efkârlanıp anlatırdı kalbinden geçenleri:

“Hepimiz aslında büyük bir köy olan bu şehirde gurbetteyiz arkadaşlar. Asıl memleketimizden, köyümüzden uzakta. Yarın da başka bir gurbete gideceğiz belki kim bilir… Ama aslında bu dünyada gurbette değil miyiz? Dünya hepimizin gurbeti değil mi? Ait olduğumuz yerden uzakta, dünyaya çile çekmek için gelmişiz sanki. Bununla ilgili bir şiirim var ama sizinle epey sonra paylaşacağım.”

Öyle güzel şiirleri vardı ki kahverengi kaplı ajandasına düzgün bir yazıyla kaydettiği, o kendine özgü ses tonuyla okuyup yorumlar, insanı uzak iklimlere taşırdı bir anda. Şiirlerini bizimle paylaşması için ısrarcı olurduk. İlk önce temkinli yaklaşmıştı. Sonra sıcağı sıcağına bizzat kendisi paylaşmaya başladı. Bazen de bize okuturdu yüksek sesle. Aşk, memleket sevgisi teması ağır basıyordu. Ama ben en çok ‘Bir Boz Kedinin Ölümü’ isimli sıra dışı şiirini sevmiştim. Şiirde geçen ifadeleri şimdi tam hatırlayamıyorum ama otomobilin altında kaldıktan sonra cadde ortasında can çekişerek ölen kediye dair duyduğu üzüntüyü çok etkili bir şekilde anlatmıştı Bakkal Rüstem. Belli ki yüreğine çok dokunmuştu bu sahne. Ben de şiiri yüksek sesle okurken ağlamaklı olmuştum, arkadaşım Hüseyin’in de gözleri dolmuştu.

Aşk üzerine söyleyecek bir hayli sözü vardı Bakkal Rüstem’in. Shakespeare’in ünlü Venüs ve Adonis şiirine atıfta bulunurdu arada bir:

“Bakın Shakespeare Adonis’i nasıl konuşturmuş gençler: ‘Bir kez tatlı baksan bana, iyileştiririm seni / Bu bozsa da benim varlığımı, yok etse de beni.’ Ama Adonis karşılık vermemiş, ne yapmış, av peşinden gidip telef olmuş. Ben bu Adonis’i anlamıyorum, bir insan kendisini bu kadar seven birine, üstelik karşısındaki Venüs gibi bir tanrıça ise nasıl kayıtsız kalabilir?”

Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’ni çok severdi. Özellikle kaz dövüşü nedeniyle herkese küsüp memleketi terk eden Küs Ömer’e bayılırdı.

“Aslında bazen öyle davranası geliyor insanın, her şeyi geride bırakıp uçsuz bucaksız özgürlüğe kaçma isteği duyuyorsun. Bedeli ne olursa olsun. Gerçi böyle bir özgürlük yok dünyada! Biliyor musunuz, Küs Ömer gibi bir akrabam var benim de. Ufak bir şeye küsüp, memleketi terk edip Almanya’ya kadar gitti. Orada küsmeden nasıl sürdürüyor hayatı merak ediyorum. Almanlar küsmekten falan anlamaz çünkü! Beni çok etkileyen kitaplar arasında Refik Halit Karay’ın hikâyelerinin yanı sıra iki eseri de sayabilirim her zaman: Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel’i ve Mehmet Selimoviç’in Bosna’da birkaç asır önce yaşayan bir Mevlevi dervişinin hayatını anlatan, adalet ve suçu da sorgulayan, tasavvufi unsurlarla bezeli Derviş ve Ölüm romanı… Şu ünlü pasaj Derviş ve Ölüm’den:

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Вы ознакомились с фрагментом книги.

Для бесплатного чтения открыта только часть текста.

Приобретайте полный текст книги у нашего партнера:

Полная версия книги

Всего 10 форматов