banner banner banner
Kayıp Dünya
Kayıp Dünya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kayıp Dünya


“Evet, efendim.”

“Tabii, bu açıklıyor. Bir bakalım; güvenimin zedelenmeyeceğine dair bana söz vermiştin, değil mi? Bu güvenin tam bir güven olmayacağını söylemeliyim. Yine de sana ilgini çekecek birkaç işaret verebilirim. Başlangıç olarak herhâlde iki sene önce Güney Amerika’ya bir gezi yaptığımdan haberdarsındır; bilimsel tarih itibarıyla dünyada klasik olacak bir gezi. Gezinin amacı Wallace ve Bates’in vardığı bazı sonuçları teyit etmekti ki bunu ancak onların rapor ettiği verileri, aynen onların yaşadığı şartlar altında yaşayarak gerçekleştirebilirdim. Yolculuğumun başka hiçbir getirisi olmasa bile bu açıdan önemli sayılacaktı. Ancak orada bulunduğum sırada başımdan geçen garip bir vaka, olayın boyutunu tamamen değiştirerek önümde yepyeni ufuklar açılmasına neden oldu.

Herhâlde farkındasındır ki -veya belki de yarım yamalak eğitim verilen böyle bir devirde farkında değilsin- Amazon’un etrafındaki bazı bölgeler sadece kısmi olarak keşfedildi ve bazıları bütünüyle harita dışı olan çok sayıda akarsu ana nehre akmakta. Amacım, bu az bilinen sapa bölgeyi ziyaret edip burada yaşayan hayvanlar hakkında bilgi toplamaktı. Buradan elde ettiğim materyal, hayatımı adadığım büyük zooloji şaheserinin birkaç bölümünü oluşturacak. İşimi bitirmiş geri dönerken ana nehre dökülen belli bir akarsuyun -adı ve konumu bende saklı- yakınındaki küçük bir yerli köyünde geceyi geçirme fırsatı buldum. Burada arkadaş canlısı fakat zekâ düzeyleri ortalama bir Londralıdan daha yüksek olmayan bir ırktan, Cucama kabilesine ait yerliler yaşıyordu. Nehrin yukarısına doğru ilerlerken aralarından çoğunu tedavi etmiş ve kişiliğimle onları oldukça etkilemiştim. Bu yüzden geri döndüğümde hevesle beni beklediklerini görmem, beni pek de şaşırtmamıştı. İşaretlerinden anladığım kadarıyla birisinin acil olarak tıbbi müdahaleme ihtiyacı vardı. Reisi takip ederek kulübelerden birisine girdiğimde, yardımına çağrıldığım adamın o anda canını teslim ettiğini gördüm. Beni asıl şaşırtan şey ise bu adamın yerli değil, beyaz biri olmasıydı. Hem de nasıl beyaz; mısır püskülü rengi saçları ve albinoları andıran bazı özellikleri vardı. Paçavralar içindeki bir deri bir kemik görüntüsüyle uzun süren zorluklara maruz kaldığı her hâlinden belliydi. Yerlilerin anlattıklarından çıkarabildiğim kadarıyla, adam, köye yalnız başına, ormandan gelmişti ve geldiğinde de hayatının son demlerini yaşamaktaydı. Adamın sedirin yanında duran sırt çantasını açarak içindekileri bir gözden geçirdim. Bir etiketin üstünde ismi yazılıydı: Maple White, Lake Caddesi, Detroit, Michigan. İşte bu isme her zaman şapkamı çıkartmaya hazırım. Bu iş bittiği zaman, şeref listesinde onun adının benimkiyle aynı mevkide yer alacağını söylemem hiç de abartı olmayacak.

Çantanın içindekilerden, bu adamın ilham peşindeki bir ressam ve şair olduğu belliydi. Kâğıtlara yazılı pek çok dizeler gözüme çarpmıştı. Bu gibi konularda uzman olduğumu iddia edemem ama sanki bunlar bana eften püften, değersiz şeylermiş gibi gelmişti. Bunların yanı sıra alelade nehir manzaralı resimler, boya kutusu, bir kutu renkli tebeşir, birkaç fırça, şu mürekkepliğimin üzerinde duran oymalı kemik, Boxters’ın ‘Güveler ve Kelebekler’ adlı bir cilt kitabı, ucuz bir revolver ve birkaç da mermi fişeği vardı. Şahsi eşya olarak ya hiçbir şeyi yoktu ya da yolculuğu sırasında bunları kaybetmişti. İşte bu garip Amerikalı bohemin bütün varlığı bundan ibaretti.

Hırpani ceketinin ön cebinden çıkıntı yapmış bir şeyler gözüme çarptığında, aslında yüzümü ondan öteye çevirmek üzereydim. Gözüme ilişen şey, resim defteriydi ve o zaman da şimdi gördüğüm gibi tahrip olmuştu. Sana diyebilirim ki elime geçtiğinden beri bu esere gösterdiğim ihtimamı Shakespeare’in ilk koleksiyonu bile görmemiştir. Şimdi bunu sana veriyorum; sayfa sayfa aç ve içindekileri incele.”

Kendisine bir puro aldıktan sonra arkasına yaslanarak müthiş dikkatli bakışlarla bu dokümanın bende nasıl bir etki yapacağını gözlemeye koyuldu.

Bir açıklama bulmak için kitabı açmıştım ama bunun nasıl bir şey olacağını doğrusu pek düşünemiyordum. İlk sayfada, altında “Posta Botundan Jimmy Colver” yazılı bir işaret olan, kısa bir gemici paltosu giymiş çok şişman bir adamın resminden başka hiçbir şey olmaması biraz hayal kırıcıydı. Bundan sonraki birkaç sayfa, yerliler ve onların yaşamlarına dair resimlerle doluydu. Bir sonraki resim neşeli, etli butlu, şapkalı bir papazın resmiydi. Karşısında çok zayıf bir Avrupalı oturmuştu ve altında “Rosario’da Fra Cristofero’yla öğlen yemeği” yazısı yazılıydı. Sonraki sayfalar kadın ve bebek resmi çalışmalarıyla doluydu. Ardından, altlarında açıklamalar yazılmış bir dizi hayvan çizimi geliyordu: “Kumsalda Manatee”, “Kaplumbağalar ve Yumurtaları”, “Miriti Palmiyesi Altında Siyah Ajouti”. Bu açıklamanın yanına domuza benzer bir tür hayvan çizilmişti ve son olarak çift sayfaya çizilmiş, bayağı itici görünümlü ve uzun burunlu, büyük, keler cinsi hayvan çalışmalarına gelmiştim. Bunlardan pek bir şey anlamamıştım ve bunu da Profesöre belirttim.

“Tabii, bunlar sadece krokodiller, değil mi?”

“Alligatorlar! Alligatorlar! Güney Amerika’da gerçek krokodil yok gibidir. İkisi arasındaki fark…”

“Yani hiç olağanüstü bir şey göremedim diyordum. Sizin söylediklerinize değecek bir şey…”

Sakince gülümsedi.

“Bir sonraki sayfayı dene.” dedi.

Hâlâ Profesöre katılmıyordum. Bu, kabaca renklendirilmiş, tam sayfa bir manzara resmi çalışmasıydı; bir açık hava ressamının daha sonra yapacağı daha kapsamlı çalışmalara eskiz olarak yaptığı cinsten. Resimde yukarıya doğru eğilmiş, koyu kırmızı renkteki bir dizi tepelikte sona eren, soluk yeşil ve tüysü bir bitki örtüsü görülüyordu. Tepelikler, sanki daha önce gördüğüm siyah mermer oluşumları gibi ilginç girinti ve çıkıntılara sahiplerdi. Arka plandaki bir duvarın üzerine kadar uzanmışlardı. Hepsinden ayrı bir noktada, muazzam bir ağaçla taçlandırılmış piramidimsi bir kaya bulunuyordu. Ağaç, bir yarıkla sarp kayadan sanki ayrıymış gibi duruyordu. Bütün bu manzaranın ardında mavi, tropikal bir gökyüzü vardı. İnce, yeşil bir bitki hattı, girintili çıkıntılı tepeliğin zirvesine yayılmıştı.

“Eee?..” diye sordu.

“İlginç bir oluşum olduğu belli.” dedim.”Fakat muhteşem olduğunu söyleyebilecek derecede jeoloji bilgim yok.”

“Muhteşem mi?” diye yineledi.“Eşsiz bu. İnanılmaz. Bu dünya üzerinde kimse böyle bir şeyin mümkün olduğunu hayal etmemiştir. Şimdi diğer sayfa.”

Sayfayı çevirince ağzımdan bir hayret nidası yükselmişti. Bütün bir sayfa, şimdiye kadar gördüğüm en olağanüstü yaratığın resmiyle kaplıydı. Bir afyonkeşin çılgın düşüydü bu, bir hezeyan. Kafa, bir kuşun kafasıydı, gövde ise şişmiş bir kertenkelenin. Yerde sürünen kuyruğun üstü, yukarıya kalkık dikenlerle doluydu ve kamburumsu sırt üzerinde horoz ibiğine benzer bir düzine et parçası, birbiri ardına testere dişi gibi sıralanmıştı. Bu yaratığın önünde gülünç bir manken duruyordu veya insan biçiminde bir cüce, öylece bakakalmıştı bu yaratığa.

“Eee, buna ne diyeceksin bakalım!” diye haykırdı Profesör, ellerini zafer edasıyla ovuşturarak.

“Bir çirkinlik abidesi.”

“İyi de böyle bir hayvanı ona çizdirten neydi?”

“Ucuz cin herhâlde.”

“Yaa, yapabileceğin en iyi açıklama bu demek!”

“Peki, sizinki nasıl acaba efendim?”

“En akla yatkın olanı, yani bu hayvanın gerçekten var olduğu ve hayattayken çizildiği.”

Gülmek üzereyken gözlerimin önüne pasajdan aşağı bir Katerina burgusu daha yaparak uçuşumuz geldi.

“Şüphesiz.” dedim bir embesili idare edercesine. “Şüphesiz. Bununla beraber itiraf etmeliyim ki buradaki şu küçücük insan figürü aklımı karıştırıyor.” diye ekledim. “Eğer bir yerli olmuş olsaydı, bunu Amerika’daki bir pigme ırkına ait delil sayabilirdik ancak gel gör ki güneş şapkalı bir Avrupalı bu.”

Profesör, kızgın bir bufalo gibi homurdandı:

“Gerçekten de sınırdasın sen! Düşünebileceğim olasılıkları arttırıyorsun. Beyin felci! Mental eylemsizlik! Harika!”

Beni kızdırabilmek için fazla gülünçleşmişti. Doğrusu bu, sonuçsuz bir çaba olurdu, zira bu adama öfkelenmeye karar verdiğinizde her anınızı öfke içinde geçirmek zorunda kalıyordunuz. Bu yüzden ben de bıkkınca gülümsemekle yetindim.

“Bana adam biraz küçükmüş gibi geldi.” dedim.

“Buraya bak!” diye bağırdı, öne eğilip büyük, kıllı, sosis gibi parmağını resmin üzerine bastırarak. “Hayvanın arkasındaki şu bitkiyi görüyor musun? Herhâlde bunu da karahindiba veya Brüksel lahanası gibi bir şey zannettin, ha? Bu bir Fildişi palmiyesi ve bunlar yaklaşık on beş-yirmi metre yüksekliğe ulaşırlar. Buraya bu adamın kasten konulduğunu anlamıyor musun? Gerçekten bu canavarın önünde durmuş olsaydı, bu resmi çizecek kadar yaşamazdı. Adam yükseklik ölçütü olması için kendini çizmiş. Bir metre elli beş santim boyunda diyelim bu adam için. Ağaç ondan on misli daha büyük, ki normali de zaten bu.”

“Vay canına!” diye bir çığlık attım. “Öyleyse siz bu hayvanın… Yani Charing Cross İstasyonu’nu olduğu gibi köpek kulübesi yapsanız yine de bu dev hayvanı içine sığdıramazsınız!”

“Abartıyı bir yana bırakırsak, oldukça iyi gelişmiş bir örnek olduğu doğru.” dedi Profesör kayıtsız bir tavırla.

“Ancak tabii ki bütün insanlığın görüp geçirdiğini tek bir resimle silip atmayacaksanız herhâlde!” diye haykırdım. Bu arada kitabın kalan sayfalarını çevirerek başka hiçbir şey olmadığından emin olmuştum. “Gezgin bir Amerikalının, belki de esrarın etkisi altında veya yüksek ateşin hezeyanı altında çılgın hayal gücünü tatmin etmek için yaptığı tek bir resim. Bir bilim adamı olarak böyle bir şeyi savunamazsınız.”

Profesör cevap olarak raftan bir kitap indirdi.

“Bu, yetenekli arkadaşım Ray Lancaster’in hazırladığı mükemmel bir monograf. Burada senin ilgini çekecek bira illüstrasyon var. Ah, evet, işte burada! Altındaki yazı şöyle: ‘Jurasik Çağı dinozorlarından stegosaurusun gerçek hayattaki muhtemel görünüşü. Sadece arka bacak bile yetişkin bir erkeğin iki misli uzunluğundadır.’ Evet, buna ne diyorsun?”

Açık kitabı bana uzattı. Resme baktım. Bu ölü dünyaya ait hayvanın yeniden canlandırılmış resmiyle meçhul ressamın çizdiği hayvan arasında kesinlikle çok büyük benzerlik vardı.

“Gerçekten hayret verici bu.” dedim.

“Ama yine de kesin olduğunu kabul etmiyorsun?”

“Tabii, bir rastlantı olabilir veya bu Amerikalı buna benzer bir resim görüp bunu hafızasında saklamış olabilir. Bir hezeyan nöbetinde de tekrar bilinç üstüne çıkmış olması ihtimali var.”

“Çok güzel.” dedi Profesör razı olmuş bir tavırla. “Bunu şimdilik bırakalım. Şimdi senden şu kemiğe göz atmanı rica edeceğim.”

Daha önceden, ölmüş bir adama ait olduğunu belirttiği kemiği uzattı. Aşağı yukarı on beş santim uzunluğundaydı, başparmağımdan daha kalındı ve bir ucunda kurumuş kıkırdak olduğuna dair izleri vardı.

“Sence bu kemik, hangi bildik yaratığa ait olabilir?”

Kemiği dikkatlice inceleyerek yarı yarıya unuttuğum bilgilerimi hatırlamaya çalıştım.

“İnsana ait çok kalın bir köprücük kemiği olabilir.”dedim.

Profesör aşağı gören bir tavırla elini sallayarak itiraz etti.

“İnsanın köprücük kemiği kavislidir. Şu düz yüzeyindeki girinti, üzerinde büyük bir sinirin enlemesine seyrettiğine işaret ediyor, ki köprücük kemiğinde bu söz konusu olamazdı.”

“O zaman itiraf etmeliyim ki ne olduğunu bilemiyorum.”

“Cahilliğinin ortaya çıkmasından çekinmene gerek yok çünkü bütün Güney Kensington halkı bir araya gelse bile buna isim koyamazdı.”

Bir ilaç kutusundan, bakla tanesi boyunda ufak bir kemik çıkardı.