banner banner banner
Kayıp Dünya
Kayıp Dünya
Оценить:
 Рейтинг: 0

Kayıp Dünya


“Ben de basit olarak böyle düşünmüştüm.” dedi Profesör acı acı. “Ancak söylemeliyim ki sonuç hiç de öyle olmadı. Her seferinde kısmen aptallıktan doğan, kısmen de kıskançlıktan gelen bir inanmazlıkla karşılaştım. Ama benim yapımda hiç kimseye yaltaklanmak yoktur bayım ya da sözümden şüphe edildi diye kanıtlar aramak. İlk ataktan sonra elimde kanıt olabilecek hiçbir şeyi göstermeye tenezzül etmedim. Bu konu benim için artık nefret verici bir olay hâline gelmişti. Hakkında konuşmak istemiyordum. Senin gibi halkın aptalca merakını temsil eden adamlar mahremiyet haklarıma tecavüz ettiğinde onlara karşı gerekli ağırbaşlılığı gösteremedim. Kabul ediyorum ki yapı itibarıyla çok ateşliyim ve kışkırtıldığımda şiddete başvurma eğilimim var. Korkarım, bunu sen de gözlemledin.”

Sessizce gözümü ovuşturdum.

“Karım, bu konuda benimle daima tartışma hâlinde kalmıştır ancak bence her onurlu adam, benim gibi hissederdi. Yine de bu gece, iradenin duyguları nasıl kontrol edebileceğine dair uç bir örnek vermeyi tasarlıyorum. Seni sergiye davet ediyorum.”

Masasından bir kart uzattı.

“Gördüğün gibi popüler bir üne sahip olan doğa bilimci Bay Percival Waldron’un da saat 08.30’da Zooloji Enstitüsü Salonu’nda ‘Çağların Yazıları’ hakkında bir konferans vereceği ilan edilmiş. Konuşmacıya teşekkür etmek için özellikle ben de kürsüye davet edildim. Bunu yaparken de büyük bir dikkat ve incelikle dinleyicilerin ilgisini çekecek ve belki de mesele hakkında daha derinlemesine düşünmelerini sağlayacak birkaç söz atacağım ortaya. Kışkırtıcı değil tabii, anlıyorsun ya, yalnızca bu işin daha derin olduğuna ilişkin sözler olacak bunlar. Mümkün olduğunca kendimi dizginleyeceğim, bakalım bu yöntem bana daha verimli bir sonuç getirebilecek mi?”

“Ve ben de gelebilirim demek?” diye hevesle sordum.

“Elbette.” diye cevapladı içtenlikle.

Arkadaş canlısı olduğunda da en az saldırgan olduğu kadar muazzam bir samimiyete sahipti. Yüzündeki iyilik tebessümü harikulade bir şeydi, yarı açık yarı kapalı gözleriyle siyah sakalı arasındaki yanakları sanki iki kırmızı elmaya dönüşüyordu böyle güldüğü zaman.

“Gel tabii. Her ne kadar yetersiz ve konu hakkında cahil olsa da dinleyiciler arasında bir destekçimin olması beni rahatlatır. Bana öyle geliyor ki Waldron için epey bir kalabalık gelecek; tepeden tırnağa bir şarlatan olmasına rağmen hayli tutkulu bir taraftar kitlesine sahiptir. Şimdi Bay Malone, sana planladığımdan çok daha fazla zaman ayırmış bulunmaktayım. Dünyaya mal olmuş bilgiyi bireylerin tekeline bırakmak doğru değil. Seni bu akşamki konferansta görmekten mutluluk duyacağım. Bu arada, sana anlattığım materyalin hiçbir şekilde basına aksettirilmemesi gerekliğini anlıyorsun, tabii.”

“Fakat Bay McArdle -haber editörüm, biliyorsunuz- ne yaptığımı bilmek isteyecektir.”

“Ne istersen söyle ona. Bu arada, eğer başka birini casusluk için gönderirse onu kamçıyla karşılayacağımı da söyleyebilirsin. Her neyse, bunun basında çıkmaması işini sana bırakıyorum. Çok güzel. O hâlde saat 08.00’de Zooloji Enstitüsü Salonu’nda görüşmek üzere.”

Beni kapıdan geçirirken son izlenimim, kırmızı yanakları, mavi-siyah dalgalı sakalı ve tahammülsüz gözleri olmuştu.

5. BÖLÜM

“Soru!”

Profesör Challenger’la yaptığımız birinci görüşmenin fiziksel, ikincisinin ise zihinsel şokuyla kendimi bir kez daha Enmore Park’ta bulduğumda, iyice bitkinleşmiş bir gazeteciydim artık. Ağrıyan kafamda nabız gibi atan bir düşünce varsa o da bu adamın hikâyesinde bir gerçeklik olduğuydu. Bu olağanüstü bir şeydi ve bir şekilde gazetede yayınlama iznini aldığımda inanılmaz bir haber oluşturacaktı. Yolun sonunda bekleyen bir taksiye atladığım gibi çabucak ofise döndüm. McArdle her zamanki gibi görevi başındaydı.

“Ee!” diye bağırdı hevesle. “Bir iş çıkacak mı? Delikanlı, bana öyle geliyor ki sen boğuşmuşsun. Sakın adamın sana saldırdığını söyleme bana.”

“Başlangıçta pek anlaşamadık.”

“Nasıl biri olduğunu bilirim ben onun! Ne yaptın?”

“Eh, bir müddet sonra sakinleşti ve bir sohbet ettik. Ama hiçbir şey alamadım ondan; yani yayınlamak için hiçbir şey.”

“Ben bundan pek emin değilim. Ondan bir mor göz almışsın ve bu da yayınlanmaya değer. Bay Malone, bu şiddete göz yumamayız. Bu adama haddini bildirmeliyiz. Yarın onun hakkında bir başmakale hazırlayacağım, bu biraz yankı getirecektir. Sen yeter ki bana hikâyeni ver, bu adamı sonsuza dek damgalayacağım. ‘Profesör Munchausen’ nasıl, iç başlık için iyi mi? Sir John Mandeville -Cagliostro- tarihteki bütün üçkâğıtçılar ve zorbalar. Onun nasıl bir sahtekâr olduğunu ortaya çıkaracağım.”

“Ben sizin yerinizde olsam bunu yapmazdım efendim.”

“Nedenmiş o?”

“Çünkü hiç de sahtekâr birisi değil o.”

“Ne!” diye gürledi McArdle. “Yani sen şimdi bütün bu mamut, mastodont[4 - Nesli tükenmiş,fil benzeri bir hayvan. (ç.n.)] ve büyük deniz ejderhası hikâyelerine inandığını mı söylüyorsun?”

“Bunları bilemem. Zaten onun da böyle şeyler iddia ettiğini zannetmiyorum. Ama yeni bir şeyler bulduğu kesin.”

“O zaman yaz da görelim şunu, Tanrı aşkına!”

“Bunu ben de çok istiyorum. Ancak bütün bildiklerimi, bana yazmamam koşuluyla anlattı.”

Profesörün hikâyesini birkaç cümleye sıkıştırarak anlattım.

“İşte böyle.”

McArdle’ın yüzünde derin bir inanmazlık ifadesi vardı.

“Pekâlâ, Bay Malone.” dedi sonunda. “Bu geceki şu bilimsel toplantıya gelelim, bu konuda bir gizlilik olamaz nasılsa. Bunu hiçbir gazetenin yazacağını sanmıyorum. Çünkü zaten Bay Waldron hakkında bir düzine yazı yazıldı. Üstelik kimsenin de Challenger’ın konuşacağından haberi yok. Eğer şansımız yaver giderse bu işin kaymağını yiyebiliriz. Sen nasıl olsa orada olacağına göre, bize tam takım bir rapor hazırlarsın. Gece yarısına kadar gazetede boş yer hazır tutacağım.”

Günüm çok dolu geçmişti. Akşam da Savage Kulüp’te Tarp Henry’yle erken bir yemek yiyerek ona yaşadığım maceranın bir kısmını anlattım. Avurtları içine geçmiş zayıf yüzünde kuşkucu bir ifadeyle beni dinlemiş, Profesörün beni ikna ettiğini öğrendiği zaman gürültülü bir kahkaha koyvermişti.

“Sevgili dostum, gerçek hayatta böyle şeyler olmaz. İnsan rastgele büyük bir keşifle karşılaşıp sonra da elindeki delilleri kaybetmez. Sen bunu roman yazarlarına bırak. Bu adam bir tilki gibi kurnaz ve hilekârdır. Hepsi palavra bunların.”

“Peki, ya Amerikalı şair?”

“Hiçbir zaman var olmadı.”

“Resim defterini gördüm onun.”

“Challenger’ın defteriydi o.”

“O hayvanı onun mu çizdiğini söylüyorsun?”

“Tabii ki o çizdi, başka kim olabilir?”

“Ya fotoğraflar?”

“Fotoğraflarda hiçbir şey yoktu. Kendin de kabul ettiğin gibi sadece bir kuş gördün.”

“Bir pterodactyl.”

“Bunu söyleyen o. Pterodactyli kafana o soktu.”

“Peki, ya kemikler?”

“Birincisi, bir İrlanda yahnisinden çıkma. İkincisi de o günkü temsil için sahneye konuldu. Eğer kafan çalışıyorsa ve ne yaptığını biliyorsan bir kemiği de aynı bir fotoğraf gibi kolayca taklit edebilirsin.”

Kendimi huzursuz hissetmeye başlamıştım. Belki de biraz çabuk teslim olmuştum Profesöre. Sonra birden, aklıma sevindirici bir fikir geldi.

“Toplantıya gelecek misin?” diye sordum.

Tarp Henry düşünceli gözüküyordu.

“Pek sevilen birisi değil şu bizim cana yakın Challenger’ımız. Bir sürü insanın onunla görülecek hesabı var. Diyebilirim ki şu anda Londra’nın en nefret edilen adamı. Eğer tıp öğrencileri çıkagelirse sonu gelmez bir kargaşa yaşanacaktır. Bu hengâmeye bulaşmak istemiyorum.”

“En azından kendi ağzından tezini dinlemekle ona hakkını vermiş olacaksın.”