Kız düşüncelerini okumuşçasına hayır anlamında kafasını salladı.
“Sizinle daha önce hiç karşılaşmadık,” dedi. “Beni tanımıyorsunuz. Biz Linda’yla tesadüfen Malmö’de tanışmıştık.”
“Demek öyle,” dedi Kurt Wallander. “Memnun oldum.”
“Bence o harika biri. Şimdi acaba birkaç soru sorabilir miyim?”
Kurt Wallander kızın uzattığı mikrofona biraz önce söylemiş olduklarını tekrarladı. Ona kalsa Linda hakkında konuşurdu ama buna cesaret edemiyordu.
“Ona selam söyleyin,” dedi kız ses kayıt cihazını toparlarken. “Cathrin’den, Cattis de diyebilirsin.”
“Söylerim,” dedi Kurt Wallander. “Söz.”
Odasına döndüğünde midesinde bir gerilme hissetti. Bu açlıktan mı, yoksa huzursuzluktan mı?
Aklımı başıma toplamalıyım, diye düşündü. Karımın beni terk etmiş olmasını kabullenmeliyim. Linda’nın kendi isteğiyle benimle bağlantı kurmasını beklemeyi kabullenmeliyim. Yaşamımın, işte şu anda nasılsa öyle olduğunu kabullenmeliyim…
Saat altıya doğru polis memurları yine bir toplantı için bir araya geldiler. Hastaneden yeni bir haber çıkmamıştı. Kurt Wallander çabucak gece için bir nöbet programı hazırladı.
“Bu gerçekten gerekli mi?” diye sordu Hansson. “Bir ses kayıt cihazı koy gitsin. Cihazı, yaşlı kadın kendine geldiği an herhangi bir hemşire çalıştırabilir.”
“Bu gerekli,” diye karşılık verdi Kurt Wallander. “Gece yarısından sabah altıya kadar nöbeti ben alabilirim. O zamana dek nöbet tutmaya gönüllü var mı?”
Rydberg başıyla onayladı.
“Başka yerde oturabildiğim kadar hastanede de bekleyebilirim,” diye açıkladı.
Kurt Wallander çevresindekileri süzdü. Tavandaki neon ışığı altında hepsi kireç gibi bembeyaz görünüyordu.
“Biraz ilerleme kaydedebildik mi?” diye sordu.
“Lenarp’taki işler tamamlandı,” dedi civar evlerde oturanların sorgulamasını yürütmüş olan Peters. “Kimse bir şey görmemiş. Ama insanların olayı düşünüp hatırlamaları genelde birkaç günlerini alır. Bunun yanı sıra oradakiler korku içindeler. Bu neredeyse inanılmaz bir durum. Hemen hemen hepsi yaşlı. Bir de Polonya’dan buraya büyük olasılıkla yasa dışı sığınmış, korkmuş genç bir aile vardı. Ama onlarla uğraşmadım. Yarın devam edeceğiz.”
Kurt Wallander başıyla onaylayıp Rydberg’e döndü.
“Bir sürü parmak izi var,” dedi Rydberg. “Belki işimize biraz olsun yarar. Fakat esas ilgimi çeken şey düğümdü.”
Kurt Wallander ona soran gözlerle baktı.
“Düğüm mü?”
“Kadının boğazındaki ipe atılmış düğümü diyorum.”
“Ne olmuş?”
“Bu öyle sıradan bir düğüm değil. Böylesini daha önce hiç görmemiştim.”
“Sanki daha önce böyle bir ilmik gördün de?” diye atıldı, kapıda gitmek üzere sabırsızca bekleyen Hansson.
“Evet,” diye yanıtladı Rydberg. “Evet, gördüm. Neyse, bakalım bu düğümden ne çıkacak, göreceğiz.”
Kurt Wallander, Rydberg’in o anda konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğini biliyordu. Ancak düğüm onu ilgilendirmişse bir anlam taşıdığı da kesindi.
“Sabah erkenden komşulara tekrar gideceğim,” dedi Kurt Wallander. “Lövgren’in çocuklarına haber verildi mi?”
“Bunu Martinson yapacaktı,” diye yanıtladı Hansson.
“Martinson hastanede değil miydi?” diye atıldı Kurt Wallander hayretle.
“Onun nöbetini Svedberg devraldı.”
“Kahretsin, peki nerede şimdi?”
Martinson’un nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Kurt Wallander santrali aradığında Martinson’un bir saat erken çıkmış olduğunu öğrendi.
“Onu evden ara,” dedi Kurt Wallander. Sonra saatine baktı. “Sabah onda toplanıyoruz. Bugünlük bu kadar.”
Santral Martinson’un telefonunu bağladığında odasında yalnızdı.
“Üzgünüm,” dedi Martinson. “Toplantıyı tamamen unutmuşum.”
“Çocuklar ne oldu?”
“Hiç sorma, Rickard suçiçeği mi çıkarıyor nedir.”
“Lövgren’in çocuklarını kastediyorum. İki kızını.”
Martinson’un sesi yanıt verirken şaşırmış gibiydi.
“Haberimi almadın mı?”
“Yok, almadım.”
“Haberi merkezdeki kızlardan birine vermiştim.”
“Bakarım. Ama sen anlat hele.”
“Kızlardan biri, elli yaşında, Kanada’da yaşıyor. Winnipeg’de, her neredeyse işte. Onu telefonla aradığımda oralarda gece yarısı olduğunu tamamen unutmuşum. Önce ne dediğimi bir türlü anlamadı. Ancak kocası telefona gelince neler olduğunu anladılar. Bu arada kocası polis. Basbayağı Kanadalı, atlı polislerden. Yarın onları tekrar aramamız gerekiyor. Ama kızın uçağa atlayıp eve geleceği kesin. Diğer kızı bulmaksa zor oldu, hem de İsveç’te yaşamasına rağmen. Kırk yedi yaşında, Göteborg’daki Rubinen’de büfe sorumlusu. Öyle görünüyor ki şimdi Norveç, Skien’de bir hentbol takımının antrenörlüğünü yapıyor. Ama ona durumu bildireceklerine söz verdiler. Ayrıca Lövgren’lerin diğer akrabalarının bir listesini de verdim santrale. Epey akrabaları var. Çoğu Skåne’de yaşıyor. Belki yarın gazeteyi okuduktan sonra daha çok kişi arar.”
“Bunlar iyi haberler,” dedi Kurt Wallander. “Nöbetimi yarın sabah altıda hastaneden devralabilir misin? Tabii kadın o saate kadar ölmezse.”
“Alırım. Ama bu nöbeti senin tutman şart mı? Bunun iyi bir fikir olduğundan emin misin?”
“Neden olmasın?”
“Soruşturmayı yürütecek olan sensin. Sen de biraz dinlensen iyi olur.”
“Bir gece dayanabilirim,” dedi Kurt Wallander ve konuşmasını bitirdi.
Kıpırdamadan yerinde oturmuş önüne bakıyordu.
Bunu başarabilecek miyiz, diye düşündü.
Yoksa bizimle aralarını çoktan açtılar mı?
Paltosunu giydi, masa lambasını kapatarak odadan çıktı. Giriş salonuna giden koridor bomboştu. Santral memurunun gazete okuduğu camlı bölmeye kafasını uzattı. Okuduğu sayfanın yarış programı olduğunu gördü. Acaba buradaki herkes son zamanlarda at yarışlarına mı merak sarmış, diye düşündü.
“Martinson buraya benim için birkaç evrak bırakmış olmalı,” dedi.
Santral memurunun adı Ebba’ydı ve otuz yılı aşkın süredir emniyette çalışıyordu. Başını dostça sallayıp masanın üzerini işaret etti.
“Gençlere iş bulma kurumundan yeni bir kızımız var burada. Çok tatlı ve sevimli fakat son derece deneyimsiz. Acaba sana evrakı vermeyi unuttu mu?”
Wallander başıyla onayladı.
“Ben çıkıyorum,” dedi. “Birkaç saate kadar evde olurum. Bir şey olursa beni babamdan bulursun.”
“Hastanedeki zavallı kadıncağızı düşünüyorsun, değil mi?”
Kurt Wallander evet anlamında başını salladı.
“Korkunç bir olay.”
“Evet,” diye yanıtladı Kurt Wallander. “Bazen kendime soruyorum, bu ülkede şu sıralar neler oluyor böyle, diye.”
Emniyetin cam kapısından çıkarken onu rüzgâr karşıladı. Soğuk ve iliklerine işleyen rüzgâra karşı Wallander park yerine giderken büzüldü. Biz şu Lenarp’a gelenleri yakalamadan kar yağmaz umarım, diye düşündü.
Arabaya bindi ve uzun bir süre torpido gözünde sakladığı kasetleri karıştırdı. Doğru düzgün karar veremeden Verdi’nin “Requiem”ini teybe koydu. Arabaya pahalı amfiler taktırmıştı, amfilerden çıkan kuvvetli ses kulaklarını çınlatıyordu. Direksiyonu sağa kırıp Dragon Caddesi’nden aşağıya, doğu çevre yolu yönünde ilerlemeye başladı. Yolda yapraklar uçuşuyor ve bir bisikletli rüzgârla mücadele ediyordu. Arabanın saati altıyı gösteriyordu. Yine acıkmış olduğunu hissederek OK kafeteryasında durdu. Beslenme alışkanlıklarımı yarından itibaren değiştiririm, diye düşündü. Babama bir dakika dahi gecikirsem, her zamanki gibi onu unuttuğum vaazını dinlemek zorunda kalırım.
Patates kızartması ve bir hamburger yedi.
Öyle hızlı yedi ki bağırsakları bozuldu.
Tuvalette iç çamaşırını değiştirme zamanının da geldiğini düşündü.
Birden ne kadar yorgun olduğunu hissetti.
Ancak kapı çalındığında kalktı.
Depoyu doldurdu, Sandskogen üzerinden doğuya ilerledi ve Kåseberga’ya saptı. Babası, deniz ve yeşillikler içindeki Löderup’ta oturuyordu.
Evin önündeki çakıllı avluya saptığında saat yediye dört vardı.
Çakıl kaplı yol, babasıyla arasındaki en son ve en uzun tartışmanın nedeni olmuştu. Avlu eskiden parke taşlarıyla kaplıydı. Günün birinde babası birden avluyu çakılla kaplamaya karar vermişti. Kurt Wallander buna karşı çıkınca babası çılgına dönmüştü.
“İtiraz istemez!” diye gürlemişti.
“Bu güzelim parke taşlarını neden bozmak istiyorsun?” diye soracak olmuştu Kurt Wallander.
Bunun üzerine sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi.
Şimdi avlu tekerleklerin altında gıcırdayan gri çakıllarla kaplıydı.
Yan binanın ışıklarının yandığını gördü.
Sıradaki babam olabilir, diye geçti birden aklından. Belki de bu katillerin bir sonraki hedefi babamdır.
Kimse imdat çığlıklarını duyamazdı işte o zaman. Bu rüzgârda ve en yakın ev beş yüz metre uzaktayken mümkün değildi, üstelik o evin sahibi de yine yaşlı bir adamdı.
Arabadan inip gerinmeden önce “Dies Irae”yi son bulana dek dinledi.
Babasının atölyesinin bulunduğu yan binaya girdi. Babası burada her zamanki gibi resimlerini yapıyordu.
Bu, Kurt Wallander’in ilk çocukluk anılarından biriydi. Babasının nasıl terebentin ve boya koktuğunu hatırlıyordu. Hep aynı lacivert tulumu ve kesilmiş lastik çizmeleriyle boyaya bulanmış şövalesinin önünde duruşunu da. Kurt Wallander, babasının yıllar boyu hep aynı tablo üzerinde çalışmadığını ancak beş altı yaşına gelince anlamıştı.
Hiç değişmeyen şey resmettiği manzaraydı.
Babası melankolik güz manzarasını resmederdi, ön planda ayna gibi düz bir göl, çıplak dallarıyla bükülmüş bir ağaç ve en arkada ufukta belli belirsiz, bulutlar içinde kaybolmuş sıradağlar seçilirdi, hepsi de gerçeküstü parlaklıkta bir akşam güneşinin altında ışıldardı. Zaman zaman resmin sol tarafına, bir kütüğün üzerine tünemiş bir yaban horozu eklerdi.
Sonra düzenli aralıklarla evlerine ipek takımlar giymiş, parmaklarında kalın, altın yüzükler taşıyan adamlar gelmeye başlamışlardı. Adamlar paslı nakliye araçlarıyla ya da kocaman, pırıl pırıl Amerikan yapımı arabalarıyla gelir ve yaban horozu var mı yok mu ayrım yapmadan resimleri satın alırlardı.
Böylece babası yaşamı boyunca hep tek ve aynı manzarayı resmetmişti. Pazarlarda ya da açık artırmalarda satılan resimleriyle geçimlerini sağlamışlardı.
Malmö’nün dışındaki Klagshamn’da, eve dönüştürülmüş eski bir demirci dükkânında yaşamışlardı. Burada Kurt Wallander kız kardeşi Kristina’yla birlikte büyümüştü ve her zaman baygın bir terebentin kokusu içinde kalmışlardı.
Babası dul kalınca bu eski demirci dükkânından bozma evi satmış, bir çiftlik evine geçmişti. Kurt Wallander bunun nedenini bir türlü çözememişti çünkü babası sürekli yalnızlıktan şikâyet ederdi.
Kurt Wallander yan binanın kapısını açıp babasının, yaban horozsuz bir manzara resmetmekte olduğunu gördü. O anda ön plandaki ağacı çiziyordu. Bir selam homurdanarak resmine devam etti.
Kurt Wallander isler çıkaran gaz ocağının üzerindeki kirli demlikten bir fincan kahve doldurdu.
Neredeyse seksen yaşında olan babasına baktı. Kısa boyluydu ve gittikçe küçülmüştü ama yine de daha fazla güçlü ve enerjik olmak istediği belliydi.
Yaşlandığımda ben de mi böyle görüneceğim, diye düşündü.
Çocukken anneme benzerdim. Şimdi dedeme benziyorum. Belki yaşlanınca babama benzeyeceğim?
“Kahve alsana,” dedi babası. “İşim bitmek üzere.”
“Aldım bile,” diye karşılık verdi Kurt Wallander.
“O halde bir tane daha al,” dedi babası.
Anlaşıldı, keyfi yok, diye düşündü Kurt Wallander. Babasının sürekli ruh hali değişiyordu. Benimle ne alıp veremediği varsa?
“Yapacak çok işim var,” dedi Kurt Wallander. “Bütün gece çalışmak zorundayım. Benden bir şey istediğini sanmıştım.”
“Neden bütün gece çalışmak zorundasın?”
“Hastanede nöbet tutacağım.”
“Neden? Kim hasta?”
Kurt Wallander iç geçirdi. Şimdiye dek yüzlerce sorgulama yapmış olmasına rağmen babasının kendisini sorgularken gösterdiği azme asla erişemezdi. Üstelik babası polislik mesleğine bir parça ilgi göstermediği halde. Kurt Wallander on sekiz yaşında, polis olmaya karar verdiğinde babasını hayal kırıklığına uğratmış olduğunu biliyordu. Ama babasının ondan ne gibi beklentileri olduğunu da bir türlü çözememişti.
Onunla konuşmayı denemiş ama bu asla mümkün olmamıştı.
Kız kardeşi Kristina’yla yaptığı seyrek görüşmelerden birinde -kardeşi Stockholm’de yaşıyor ve kuaför salonu işletiyordu- bu konuda ona danışmıştı çünkü onun babasıyla arasının iyi olduğunu biliyordu. Ancak kız kardeşi de sorusuna yanıt bulamamıştı.
Ilık kahveyi yudumlarken düşündü. Herhalde babası içten içe onun günün birinde elindeki fırçayı devralıp, bir soy boyunca daha aynı manzarayı resmetmesini dilemişti.
Babası birden elindeki fırçayı bıraktı ve ellerini kirli bir beze sildi. Kendisine bir kahve almak için yaklaştığında, babasının pis koktuğunu fark etti.
Bir babaya kötü koktuğu nasıl söylenir, diye düşündü Kurt Wallander.
Belki de artık gerçekten de yalnız başına idare edemeyecek kadar yaşlandı? O zaman ne yaparım?
Onu yanıma alamam, bu mümkün değil. Birbirimizi öldürürüz.
Bir eliyle burnunun üzerini silerken diğeriyle kahvesini höpürdeterek yudumlayan babasını inceledi.
“Bana gelmeyeli bayağı oldu,” dedi babası azarlarcasına.
“Daha dün buradaydım ya.”
“Yarım saat.”
“Ama buradaydım.”
“Neden beni görmek istemiyorsun?”
“İstiyorum ya! Ama bazen çok işim oluyor.” Babası ağırlığı altında gıcırdayan eski, kırık bir kızağa oturdu.
“Sana sadece kızının dün bana uğradığını söylemek istedim.”
Kurt Wallander pek şaşırmadı.
“Linda burada mıydı?”
“Beni dinlemiyor musun?”
“Neden?”
“Bir resim istedi.”
“Bir resim mi?”
“Senin tersine, o yaptığım işin değerini anlıyor.”
Kurt Wallander duyduklarına inanamıyordu. Linda, küçüklüğü haricinde dedesine hiç özel bir ilgi göstermemişti.
“Ne istiyormuş?”
“Resim, dedim ya az önce. Yoksa beni hiç dinlemez mi oldun?”
“Dinliyorum. Nereden gelmiş? Nereye gitmek istiyormuş? Kahretsin, buraya nasıl gelmiş? Her şeyi ağzından kerpetenle mi almam gerek?”
“Bir arabayla geldi,” dedi babası. “Siyah suratlı bir genç adam kullanıyordu arabayı.”
“Ne demek istiyorsun? Siyah suratlı mı?”
“Zenci diye bir şey duydun mu hiç? Adam çok kibardı ve mükemmel İsveççe konuşuyordu. Ona resmi verdim ve sonra arabaya binip gittiler. Bunun seni ilgilendireceğini düşündüm, ne de olsa kızınla çok az görüşüyorsunuz.”
“Nereye gittiler?”
“Nereden bileyim?”
Kızımın nerede yaşadığını hiç kimse bilmiyor, diye geçirdi Kurt Wallander aklından. Bazen annesinde kalırdı. Ama sonra yine kendi, bilinmeyen yoluna giderdi.
Mutlaka Mona’yla konuşmam gerek, diye düşündü. Boşanmış olalım olmayalım, mutlaka konuşmalıyız. Bu böyle devam edemez.
“Şnapsa ne dersin?” diye sordu babası damdan düşercesine.
Kurt Wallander’in istediği en son şeydi bu. Ama hayır demenin boşuna olacağını biliyordu.
“Olur, baba,” dedi.
Atölye bir koridorla alçak duvarlı ve hayli mütevazı mobilyalarla döşenmiş eve bağlıydı. Kurt Wallander bir bakışta evin dağınık ve kirli olduğunu gördü.
Artık bunu fark edemiyor, diye düşündü. Ya ben neden hiç fark etmedim?
Kristina’yla bu konuda görüşmeliyim. Babam daha fazla yalnız başına yaşayamaz.
Tam bu anda telefon çaldı.
Babası açtı.
“Seni arıyorlar,” dedi, sesinden öfkesi belliydi.
Linda, diye düşündü. Kesin odur.
Ama telefondaki, hastaneden arayan Rydberg’di.
“Kadın öldü,” dedi Rydberg.
“Hiç kendine geldi mi?”
“Evet. On dakika kadar. Doktorlar krizi atlattığını sandılar! Sonra kadın öldü.”
“Peki, bir şey söyledi mi?”
Rydberg’in sesi yanıt verirken düşünceliydi.
“Sanırım en iyisi şehre gelmen.”
“Ne söyledi?”
“Hoşuna gitmeyecek bir şey.”
“Hastaneye geliyorum.”
“Merkeze gelmen daha iyi olur. Dedim ya, kadın öldü zaten.”
Kurt Wallander telefonu kapattı.
“Gitmek zorundayım,” dedi.
Babası öfkeyle baktı.
“Benimle hiç ilgilenmiyorsun,” diye suçladı Wallander’i.
“Yarın yine geleceğim.” Babasının içinde bulunduğu bu vahim durum için ne yapması gerektiğini düşündü. “Yarın mutlaka gelirim. Birlikte oturup sohbet ederiz ya da birlikte yemek yaparız. Sonra da istersen poker oynarız.”
Kurt Wallander kötü bir oyuncu olmasına rağmen bunun babasını yumuşatacağını biliyordu. “Yedide gelirim,” diye söz verdi. Sonra Ystad’a döndü.
Saat sekize beş kala, iki saat önce binadan çıkarken geçmiş olduğu kapılardan geçiyordu. Ebba onu başıyla selamladı. “Rydberg kantinde,” dedi.
Orada bir fincan kahveye eğilmiş oturuyordu. Kurt Wallander onun yüzünü görünce kendisini kötü bir şeylerin beklediğini anladı.
4
Kurt Wallander ve Rydberg kantinde yalnızlardı. Dışarıdan, hapsedilmiş olmasına şiddetle itiraz eden bir sarhoşun sesi geliyordu. Bunun dışında ortalık sakindi. Bir tek kaloriferlerin sessiz zırıltısı duyuluyordu. Kurt Wallander, Rydberg’in karşısına oturdu.
“Paltonu çıkarsana,” dedi Rydberg. “Yoksa rüzgâra çıkınca yine üşütürsün.”
“Önce bana diyeceklerini duymak istiyorum. Daha sonra da paltomu çıkarıp çıkarmamam gerektiğine karar verebilirim.”
Rydberg omuzlarını silkti.
“Kadın öldü,” dedi.
“Bunu anladım zaten.”
“Ama ölmeden önce az da olsa kendine geldi.”
“Bir şey söyledi mi?”
“Söyledi dersem abartmış olurum. Fısıldadı. Ya da en azından hırıldadı.”
“Kaydedebildin mi bari?”
Rydberg başıyla hayır işareti yaptı.
“Mümkün değildi,” diye yanıtladı. “Ne demek istediğini anlamak neredeyse imkânsızdı. Çoğu zaten saçma sapan şeylerdi. Anladığım her şeyi yazdım.”
“Kocasının adını söyledi,” diye başladı Rydberg. “Sanırım onun durumunu öğrenmeye çalıştı. Sonra anlamadığım bir şeyler mırıldandı. Sonra da ben soru sormaya çalıştım: Size gece kim saldırdı? Saldırganları tanıyor muydunuz? Onları gördünüz mü? Bunları sordum. Soruları kadın kendinde olduğu sürece tekrarladım. Eminim ki ne dediğimi anladı.”
“E, peki ne yanıt verdi?”
“Sadece bir sözcüğü anlayabildim. ‘Yabancı.’”
“Yabancı?”
“Aynen öyle. Yabancı.”
“Kendisini ve kocasını hırpalamış olanların yabancı olduklarını mı söylemek istedi?”
Rydberg başıyla onayladı.
“Emin misin?”
“Emin olmadığım şey için emin olduğumu söyler miyim hiç?”
“Hayır.”
“Ee, o halde. Böylece kadının bu dünyaya son mesajının yabancı sözcüğü olduğunu biliyoruz. Bu çılgınlığı kimin yaptığı sorusu üzerine yanıt olarak tabii.”
Wallander paltosunu çıkardı ve kendine bir fincan kahve aldı.
“Kahretsin, kadın bunu nasıl fark etmiş olabilir ki?” diye söylendi.
“Ben de burada oturup sen gelene kadar bunu düşündüm,” diye yanıtladı Rydberg. “Belki de İsveçliye benzemiyorlardı. Başka bir dilde de konuşmuş olabilirler. Ya da başka bir ülkenin aksanıyla konuşuyorlardı. Bir sürü olasılık söz konusu.”
“İsveçli olmayan biri neye benzer ki?” diye sordu Wallander.
“Ne demek istediğimi biliyorsun,” diye yanıtladı Rydberg. “Belki şöyle demek daha doğru olur: Kadının ne sanıp düşündüğünü sadece tahmin edebiliriz.”
“Yani bu yanlış bir tahmin ya da hayal de olabilir.”
Rydberg başıyla onayladı.
“Evet, bu mümkün.”
“Ama çok da mümkün değil.”
“Neden yaşamının son anlarını gerçeğe aykırı konuşmaya harcasın ki? Yaşlı insanlar normalde yalan söylemezler.” Kurt Wallander ılık kahveden bir yudum aldı.
“Bu da demek oluyor ki, bir ya da birkaç yabancıyı soruşturmakla işe başlayacağız. Kadının başka bir şey söylemiş olmasını çok isterdim.”
“Bu gerçekten son derece rahatsız edici.”
Bir süre konuşmadan oturdular, ikisi de kendi düşüncelerine dalmıştı.
Koridordaki sarhoşun sesi artık duyulmuyordu.
Saat dokuza on dokuz vardı.
“Aklın alıyor mu?” dedi Kurt Wallander bir süre sonra. “Lenarp katillerinin peşine düşen polisin elindeki tek ipucu, saldırganların büyük olasılıkla yabancı oldukları.”
“Ben daha kötüsünü düşünebiliyorum.”
Kurt Wallander onun ne demek istediğini çok iyi biliyordu.
Lenarp’ın yirmi kilometre uzağında ülkeye iltica etmek isteyen göçmenlerin barındığı büyük bir kamp vardı. Bu kamp pek çok kez yabancı düşmanlarının saldırılarına hedef olmuştu. Çoğu kez alanın önünde kuklalar yakılmış, pencereler taşlarla kırılmış, duvarlara sloganlar yazılmıştı. Bu kamp, çevre köylerin şiddetli itirazlarına rağmen eski Hageholm arazisine kurulmuştu. Protestolar da hiç durmamıştı.
Yabancı düşmanlığı içten içe kaynamaya devam ediyordu. Kurt Wallander ve Rydberg, halkın bilmediği bir şeyi daha biliyorlardı.
Hageholm’de barınan göçmenlerden birkaçı, daha geçenlerde yapılan bir operasyonda, tarım makineleri üreten bir fabrikayı soymaya çalışırken yakalanmışlardı. Neyse ki fabrika sahibi, ateşli göçmen karşıtlarından sayılmazdı. Böylece olayın halka duyurulması önlenebilmişti. Soygunu yapan iki adam zaten iltica başvuruları reddedildiğinden uzun zamandır ülkede değillerdi.
Ama Kurt Wallander ve Rydberg halk tüm olan biteni duymuş olsaydı neler olurdu, diye birçok kez konuşmuşlardı.
“Bunu bir türlü aklım almıyor,” diye açıkladı Kurt Wallander. “Kaçak göçmenlerin cinayet işlemiş olabileceklerini aklım almıyor.”
Rydberg düşünceli bir tavırla Kurt Wallander’e baktı. “Kadının boynuna geçirilmiş olan ilmikle ilgili söylediklerimi hatırlıyor musun?” dedi.
“Düğümle ilgili?”
“Böylesini hiç görmemiştim. Oysa gençlik yıllarımda, yelkenle geçirdiğim yazlardan birçok düğüm çeşidi bilirim.” Kurt Wallander, Rydberg’i ilgiyle süzdü.
“Nereye varmak istiyorsun?”
“Bu özel düğüm İsveçli izcilerden birine ait olamaz, demek istiyorum.”
“Söyler misin, ne demek istiyorsun?”
“Bu düğüm bir yabancı işi.”
Kurt Wallander karşılık verecekken Ebba kahve almak için kantine girdi.
“Sabah yine işbaşı yapmak istiyorsanız, eve gidip uyusanıza,” dedi. “Ayrıca sizden bilgi almak isteyen bir sürü gazeteci arayıp duruyor.”
“Ne hakkında?” diye sordu Wallander. “Hava durumu mu?”
“Anlaşılan kadının öldüğünü öğrenmişler.”
Kurt Wallander, Rydberg’e bakarak başını salladı.
“Bu akşam hiçbir açıklamada bulunmayacağız,” diye kararını açıkladı. “Yarına kadar bekleyeceğiz.”
Kurt Wallander ayağa kalkarak pencereye yöneldi. Rüzgâr artmıştı ama gökyüzü hâlâ bulutsuzdu. Bu gece de buz gibi ayaz olacaktı.
“Neler olduğunu gizlemek yakında mümkün olmayacak,” dedi. “Kadının ölmeden önce konuşmuş olduğunu açıklayacak olursak, kadının ne demiş olduğunu da söylememiz gerekecek. İşte o zaman sen gör curcunayı.”
“En azından bunu gizli tutmayı deneyebiliriz,” diye açıkladı Rydberg. İskemlesinden kalkıp şapkasını başına geçirdi. “Soruşturma sürecine aykırı olduğunu ileri sürerek gizli tutarız.”
Kurt Wallander hayretle ona baktı.
“Yani önemli bilgileri bilerek basından gizlediğimizin sonradan anlaşılmasını göze alarak mı? Onların karşısına geçip yabancı katilleri gizleyerek mi?”
“Bu olay fazlasıyla suçsuz insanı hedef haline getirebilir,” dedi Rydberg. “Polisin yabancı katillerin peşinde olduğu kampta duyulursa neler olacağını sanıyorsun?”
Kurt Wallander, Rydberg’in haklı olduğunu biliyordu.
Birden aklı karıştı.
“Önce gidip güzelce uyuyalım,” diye önerdi. “Bir kez daha olayı değerlendirelim, sadece sen ve ben, yarın sabah sekizde. Sonra karar veririz.”
Rydberg tamam deyip kapıya doğru sendeleyerek ilerledi. Kapının yanına gittiğinde durup Kurt Wallander’e döndü.
“Göz önünde bulundurmamız gereken bir şey daha var,” dedi. “Bu işi yapanların gerçekten yabancı oldukları.”
Kurt Wallander kahve fincanını çalkalayıp bulaşıklığa koydu.
Aslında böyle olması da işime gelirdi, diye düşündü. Katiller şu mülteci kampında olsalar, işime yarar. Kimin, hangi nedenden olursa olsun, sorunsuzca İsveç sınırına girebildiği gerçeği karşısındaki bu umursamaz ve sorumsuz tutum belki de böylece biraz olsun düzelir.
Tabii böyle bir düşünceyi asla Rydberg’e açıklayamazdı.
Bunu kendine saklıyordu.
Rüzgâra direnerek arabasına ilerledi.
Yorgun olduğu halde eve gitmeyi hiç istemiyordu. Yalnızlığı her akşam yeni baştan kendini hissettiriyordu. Kontağı çevirip kaseti değiştirdi. “Fidelio” uvertürünün sesi arabanın içini doldurdu.
Karısının onu terk etmesi hiç beklemediği bir anda olmuştu. Ama tam anlamıyla düşünecek olursa bu ne kadar zor da olsa tehlikeyi çok önceden kestirebilmiş olması gerektiğini kabul etmek zorundaydı. Melankolik bir ilişkileri olduğundan evlilikleri yavaş yavaş çatırdamıştı. Çok genç evlenmişler ve birbirlerinden kopmakta olduklarını çok geç fark etmişlerdi. Hatta belki de, her ikisini de içine alan bu boşluğa en belirgin tepki veren Linda olmuştu, kim bilir?
Bir ekim akşamında Mona boşanmak istediğini söyleyince aslında bunu uzun zamandır beklediğini düşünmüştü. Ama bu düşünce içinde öyle bir tehdit barındırıyordu ki sürekli bu düşünceden kaçıp bastırmış ve her şeyi, yapacak çok işi olduğu bahanesiyle savuşturmaya çalışmıştı. Mona’nın, onu terk edişini en ince ayrıntısına dek hazırladığını çok geç fark etmişti. Bir cuma akşamı karısı ona, boşanmak istediğini açıklamış ve aynı hafta pazar günü kendisini terk etmiş, Malmö’de kiraladığı bir eve taşınmıştı. Terk edilme hissi utançla beraber çılgın bir öfkeyle doldurmuştu içini. Kendini kaybedip duygularına hâkim olamayacak hale gelmiş ve karısına bir tokat patlatmıştı.