Книга Karanlık Yüz - читать онлайн бесплатно, автор Хеннинг Манкелль. Cтраница 4
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Karanlık Yüz
Karanlık Yüz
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Karanlık Yüz

Bu olaydan sonra sadece suskunluk yaşanmıştı. Kendisinin evde olmadığı günler Mona evdeki eşyalarını alıp taşınmıştı. Ancak eşyasının çoğunu bırakmıştı. İşte onu en çok inciten de bu olmuştu. Oradaki varlığına karşılık tüm geçmişini ardında bırakmaya hazır olduğunu göstermişti. Üstelik bu geçmişinde, kendisinin bir anı rolü bile yoktu.

Wallander onu aramıştı. Akşam geç vakit konuşmuşlardı. Kıskançlıktan ne dediğini bilmez halde, karısının kendisini başka bir adam için mi terk ettiğini anlamaya çalışmıştı.

“Başka bir yaşam için,” diye yanıtlamıştı o da. “Başka bir yaşam için, daha da geç olmadan.”

Karısına yalvarmıştı. Şimdiye dek ona ilgisiz kaldığını kabul etmiş, tüm bu ilgisizliği için özür dilemeye çalışmıştı. Ama ne derse desin, Mona’yı kararından caydırmaya yeterli olmamıştı.

Noel gecesinden iki gün önce boşanma evrakları kendisine postayla ulaşmıştı.

Zarfı açıp da artık gerçekten bu işin sona erdiğini kabullenmek zorunda kalınca, içinde bir şeyler tuzla buz olmuştu. Her şeyden kaçma isteği duymuş, o tatil günlerinde işyerine hasta olduğunu bildirmiş, kendisini amaçsız bir yolculuğa sürüklemiş, bu yolculuk onu Danimarka’ya getirmişti. Zealand’ın kuzeyinde birden karşılaştığı kötü hava İsveç’e dönüşünü engellemiş, Noel’i Gilleleje’de bir pansiyonun yeterince ısıtılmamış odasında geçirmişti. Oradan Mona’ya uzun mektuplar yazmış, sonradan bu mektupları yırtıp denize savurmuştu; her şeye rağmen olan biteni kabul ettiğine dair sembolik bir hareketti bu.

Yılbaşına iki gün kala Ystad’a dönmüş ve işinin başına geçmişti. Böylece yılbaşını Svarte’deki bir olayla uğraşarak geçirmişti. Olayda adamın biri karısını ağır yaralamıştı. Bu olay, Mona’ya vurduğu için kendisinin de başına gelebileceği düşüncesi onu ürkütmüştü…

“Fidelio” müziği tiz bir sesle kesildi. Bant sarmıştı. Otomatik olarak radyo açılarak bir buz hokeyi maçının özeti duyuldu.

Park yerinden çıkarak bir yola saptı ve evinin bulunduğu Maria Caddesi’ne yönelmeye karar verdi.

Buna rağmen aksi yöne doğru, Trelleborg ve Skanör’e giden kıyı yoluna çıktı. Eski hapishaneyi geçince hızını arttırdı. Araba kullanırken düşüncelerinden kurtulmayı başarabilmişti hep…

Birden Trelleborg’a kadar geldiğini fark etti. O sırada büyük bir vapur limana girmekteydi ve ani bir kararla orada kalmaya karar verdi.

Birkaç eski polisin sınır koruma göreviyle Trelleborg feribot limanına atandığını biliyordu. Belki içlerinden biri bu akşam görevde olabilirdi.

Solgun bir ışık altındaki liman arazisini geçti. Büyük bir tır karanlık çağlardan çıkmışçasına gürültüyle belirdi.

Ancak personel harici kimsenin giremeyeceğini yazan kapıdan geçtiğinde gördüğü iki görevliyi de tanımıyordu.

Kurt Wallander başıyla selam verip kendini tanıttı. İki memurdan yaşlı olanının gri sakalı ve alnında yara izi vardı.

“Kötü bir olay, şu sizin oradaki,” dedi. “Onları enseledin mi bari?”

“Henüz değil,” diye yanıtladı Kurt Wallander.

Konuşmaları bölündü çünkü feribottaki yolcular pasaport kontrolüne yaklaşıyorlardı. Yolcuların büyük bölümü tatil günlerini Berlin’de geçirip evlerine dönen İsveçlilerdi. Ama aralarında Doğu Almanlar da vardı, yeni kazandıkları özgürlüklerini İsveç’e yolculuk yaparak değerlendiriyorlardı. Yaklaşık yirmi dakika sonra geriye sadece dokuz yolcu kalmıştı. Hepsi de farklı şekillerde İsveç’e siyasi iltica isteklerini açıklamaya çalışıyorlardı.

“Bu akşam sakin,” dedi iki sınır memurundan genç olanı. “Bazen yüz kadar mülteci aynı anda aynı feribotla gelir. O zaman burada neler olup bittiğini bir düşünün.”

İltica başvurusu yapanlardan beşi Etiyopyalı aynı aileye mensuptu. İçlerinden sadece birinin pasaportu vardı. Kurt Wallander onların sadece tek pasaportla böylesi uzun bir yolculuğu yapabilmelerine, bir dizi sınırı geçebilmiş olmalarına şaştı. Etiyopyalı aileden başka iki Libyalı ve iki İranlı da pasaport kontrolünde bekliyordu. Kurt Wallander bu dokuz mültecinin umutlu mu yoksa korku içinde mi olduklarını tam kestirememişti.

“Şimdi ne olacak?” diye sordu.

“Malmö’den meslektaşlarımız gelip onları götürecekler,” diye yanıtladı yaşlı olan sınır memuru. “Onlar bu akşam hazırlıklı. Feribotlarda evraksız çok insan olup olmadığını telsizle önceden öğreniyoruz. Bazen de desteğe ihtiyacımız olabiliyor.”

Wallander, “Peki sonra, Malmö’de neler yapılıyor?” diye sordu.

“Aşağıdaki petrol limanında duran teknelerden birine alınıyorlar. Başka yerlere gönderilene kadar orada kalmalarına izin veriliyor. Tabii ülkede kalmalarına izin çıkarsa.”

“Buradakilere ne olacak sence?”

Sınır memuru omuz silkti.

“Sanırım bunların kalmalarına izin verilir,” diye yanıtladı. “Bir kahve daha ister misin? Bir sonraki feribotun gelmesi biraz zaman alır.”

Kurt Wallander başıyla reddetti.

“Bir dahaki sefere. Şimdi gitmem gerek.”

“Umarım, onları enselersiniz.”

“Evet,” dedi Kurt Wallander. “Bunu ben de umuyorum.” Ystad’a dönüş yolunda bir tavşanı ezdi. Hayvanı far ışığında gördüğünde frene basmıştı ama tavşan tok bir sesle sol ön tekerleğe çarptı. Tavşanın ölüp ölmediğini görmek için durmadı bile.

Bana neler oluyor böyle, diye düşündü.

O gece huzursuz uyudu. Saat beşi az geçe birden yatağından fırladı. Ağzı kurumuştu ve rüyasında biri onu boğmaya çalışmıştı. Bir daha uyuyamayacağını anlayınca kalktı, kendine bir kahve yaptı.

Mutfak penceresinin dışındaki termometre sıfırın altında altı dereceyi gösteriyordu. Sokak lambaları rüzgârda şiddetle sallanıyordu. Mutfak masasına oturdu, geçen akşam Rydberg’le yaptığı konuşmayı düşündü. Korktuğu şey olmuştu. Ölen kadın onlara yardımcı olabilecek hiçbir şey söyleyememişti. Ağzından çıkan “yabancı” kelimesiyse fazlasıyla belirsizdi. Ellerinde peşinden gidebilecekleri herhangi bir ipucunun olmadığını biliyordu.

Saat altı buçukta aradığı kalın kazağı bulup giyinene kadar ortalığı epey karıştırdı.

Dışarı çıktığında kendisini soğuk, sert bir rüzgâr karşıladı. Arabasını doğu yönündeki çevre yoluna yöneltti, sonra Malmö yönündeki ana yola saptı. Saat sekizde Rydberg’le buluşmadan önce kurbanların komşularını bir kez daha görmek istiyordu. Ona göre ters bir şeyler vardı. Yalnız ve yaşlı insanlara düzenlenen saldırılar oldukça ender görülürdü. Bir şekilde saklı para söz konusu olurdu. Yapılan saldırılar ne kadar insafsız olursa olsunlar buradaki gibi canice olmazdı.

Çiftliklerdeki insanlar sabahları erken uyanırlar, diye düşündü, Nyström’lerin evine giden yola saparken. Belki de olan biten hakkında bir kez daha düşünmüşlerdir?

Arabayı durdurup kontağı kapattı. Aynı anda mutfaktaki ışık söndürüldü.

Korkuyorlar, diye düşündü. Belki de katillerin geri döndüğünü sanıyorlar?

Arabadan inerken farları açık bıraktı. Çakılların üzerinden girişteki basamaklara yürüdü.

Evin yanındaki küçük koruluktan parlayan kıvılcımı gördüğünde bir silahın ateşlendiğini anlayıverdi. Kulakları sağır eden patlamayla birlikte kendini yere atmak zorunda kaldı. Bir taş yüzünü sıyırdığında bir an için yaralandığını düşündü.

“Polis,” diye seslendi. “Ateş etmeyin. Kahretsin, ateş etmeyin.”

Yüzüne el feneriyle ışık tutulmuştu. Feneri tutan el öyle titriyordu ki ışık oradan oraya gidip geliyordu. Bu Nyström’dü, eski bir av tüfeğiyle karşısında dikilmişti.

Nyström, “Siz misiniz?” diye sordu.

Wallander ayağa kalkıp üzerindeki çamurları silkeledi.

“Nereye hedef almıştınız?”

“Havaya ateş ettim,” diye yanıtladı Nyström.

“Silah ruhsatınız var mı?” diye sormaya devam etti Wallander. “Eğer yoksa şu an başınız büyük belada.”

“Bu gece nöbet tuttum,” dedi Nyström. Kurt Wallander adamın ne kadar şaşkın olduğunu anladı.

“Önce şu farları kapatayım,” dedi Wallander. “Sonra konuşmamıza devam ederiz, siz ve ben.”

Mutfakta, masasında iki kutu fişek duruyordu. Kanepenin üzerinde ayrıca bir levye ve balyoz vardı. İçeri girerken pencerenin yanında oturan siyah kedi tehdit dolu gözlerle Wallander’e bakıyordu. Nyström’ün karısı ocağın başında kahve yapıyordu.

“Gelenin polis olduğunu anlayamadım,” dedi Nyström özür dilercesine. “Sabahın bu saatinde.”

Kurt Wallander balyozu bir kenara itip oturdu.

“Komşunuz dün öldü,” dedi. “Bunu size buraya gelip bizzat söylememin daha doğru olacağını düşündüm.” Kurt Wallander ölüm haberini vermek zorunda kaldığı zamanlar hep aynı duyguya kapılırdı: Tanımadığı insanlara bir çocuğun ya da bir aile ferdinin öldüğünü ağırbaşlılıkla söylemek mümkün olmuyordu bir türlü. İnsanların polis aracılığıyla haberdar oldukları ölümler hep beklemedikleri anlarda, çoğu kez şiddet dolu ve gaddarca olurdu. Biri sadece alışverişe gitmek için arabasına biner ve ölüverirdi. Bisikletli bir çocuğu, oyun alanından eve dönerken araba ezerdi. Birileri dövülür ya da soyulur, intihar eder ya da boğulurdu. Polis kapı eşiğinde göründüğünde, insanlar verilen habere inanmak istemezdi.

Mutfaktaki iki yaşlı sessizdi. Kadın hâlâ kahve yapmakla meşguldü. Adam tüfeğini kurcalarken Wallander çaktırmadan ateş alanından kenara çekildi.

“Yani Maria artık yok,” dedi adam yavaşça.

“Doktorlar ellerinden geleni yaptılar.”

“Belki de böylesi daha iyi,” dedi kadın ocağın başından, beklenmedik bir sertlikle. “Neden yaşasın ki, kocası zaten ölmüşken?”

Nyström tüfeği mutfak masasına bırakıp ayağa kalktı. Wallander adamın dizlerinin yine ağrıdığını fark etti.

“Ben gidip ata biraz ot vereyim,” dedi ve başına kenarlıklı eski bir şapka geçirdi.

“Benim gelmemde bir sakınca var mı?” diye sordu Wallander.

“Neden olsun ki?” diye karşılık verdi adam, çıkmaları için kapıyı açtı.

Onlar içeri girerken ahırdaki kısrak kişnedi. İçerisi taze gübre kokuyordu, Nyström el çabukluğuyla bir çatal samanı atın önüne attı.

“Gübreyi daha sonra temizlerim,” dedi. Atı yelesinden okşadı.

“Neden at besliyorlardı?” diye sordu Wallander.

“Yaşlı bir mandıra köylüsü için boş bir ahır cenaze evinden farksızdır,” diye yanıtladı Nyström. “At onlara dost gibiydi.”

Kurt Wallander sormak istediği soruları ahırda da sorabileceğini anladı.

“Tüm gece nöbet tuttunuz,” dedi. “Korkuyorsunuz ve sizi anlıyorum. Neden özellikle bu ikisinin öldürüldüğünü düşünmüş olmalısınız. Neden onlar? Neden biz değil, diye düşünmüş olmalısınız.”

“Paraları yoktu,” dedi Nyström. “Çok değerli sayılabilecek bir şeyleri de yoktu. Zaten bir şeyleri de çalınmamış. Bunu dün buraya gelen polise de anlattım. Kaybolmuş olabilecek tek şey var, eski bir duvar saati.”

“Olabilecek?”

“Belki de kızlardan biri almıştır. İnsanın her şeyi hatırlaması mümkün olmuyor.”

“Para yok,” dedi Wallander. “Düşman da yok.” Birden aklına bir fikir geldi.

“Evinizde para saklıyor musunuz?” diye sordu. “Acaba katilin evleri karıştırmış olma ihtimali var mı?”

“Sahip olduğumuz her şey bankada,” diye yanıtladı Nyström. “Ve bizim de düşmanımız yoktur.”

Eve dönüp kahve içtiler. Kurt Wallander kadının gözlerinin kızarmış olduğunu gördü. İki adam dışardayken ağlamış olmalıydı.

“Son günlerde olağan dışı bir şey fark ettiniz mi hiç?” diye sordu. “Örneğin Lövgren’lere gelen sizin tanımadığınız ziyaretçiler gibi?”

İki yaşlı birbirlerine bakıp, sonra ikisi de kafalarını salladılar.

“Onlarla en son ne zaman konuşmuştunuz?”

“Dün onlara kahve içmeye gitmiştik,” dedi Hanna. “Olağan dışı bir şey yoktu. Biz her gün birlikte kahve içerdik. Kırk yıl boyunca.”

“Korkar gibi bir halleri var mıydı?” diye sordu Wallander. “Tedirgin ya da?”

“Johannes üşütmüştü,” diye yanıtladı Hanna. “Ama bunun dışında her şey olağandı.”

Durum ümitsizdi. Kurt Wallander artık ne sorması gerektiğini bilmiyordu. Aldığı her yanıt yüzüne kapatılan başka bir kapı gibiydi.

“Yabancı tanıdıkları var mıydı?” diye sordu.

Adam hayretle kaşlarını kaldırdı.

“Yabancı tanıdıklar mı?”

“İsveçli olmayan birileri,” diye açıklamaya çalıştı Wallander.

“Birkaç yıl önce birkaç Danimarkalı, yaz ortasında onların arazisinde çadır kurmuşlardı.”

Kurt Wallander saate baktı. Neredeyse yedi buçuktu. Saat sekizde Rydberg’le buluşacaktı, geç kalmak istemiyordu.

“Her şeyi bir daha düşünün,” dedi. “Aklınıza gelen her şey bizim için önemli olabilir.”

Nyström arabasına kadar ona eşlik etti.

“Ruhsatım var,” diye açıkladı. “Kesinlikle sizi hedef almamıştım. Sadece korkutmak istemiştim.”

“Bunu da başardınız,” diye yanıtladı Wallander. “Ama geceleri uyusanız sanırım daha iyi olur. Bu işi yapmış olanların bir daha geleceklerini sanmıyorum.”

“Siz uyuyabilir miydiniz?” diye sordu Nyström. “Siz uyuyabilir miydiniz? Komşularınız masum hayvanlar gibi katledilse!”

Kurt Wallander aklına uygun bir yanıt gelmediği için susmayı tercih etti.

“Kahve için teşekkür ederim,” diye ekledi çarçabuk, sonra da arabasına binerek oradan ayrıldı.

Her şey ters gidiyor, diye düşündü. İpucu yok, hiçbir şey yok. Sadece Rydberg’in komik düğümü ve “yabancı” sözcüğü. Yaşlı bir çift, kenarda köşede paraları yok, değerli eşyaları yok. Öyle bir yöntemle öldürülüyorlar ki olağan bir saldırıdan başka bir şeyler olduğunu düşündürüyor insana.

Nedeni kin olan bir cinayet ya da intikam.

Başka bir şeyler olmalı, diye düşündü. Bu iki insanın alışılmış ve normal düzeniyle bağdaşmayan bir şeyler olmalı.

Ne olurdu, şu at konuşabilseydi.

Bu atla ilgili onu huzursuz eden bir şey vardı ve deneyimli bir polis olarak bu huzursuzluk hissini görmezden gelmemesi gerektiğini biliyordu. Bu atla ilgili yolunda gitmeyen bir şey vardı.

Sekize dört kala Ystad emniyetine vardı. Rüzgâr daha da artmış, artık fırtınaya dönmüştü. Buna rağmen hava birkaç derece ısınmış gibiydi.

Kar yağmasın yeter, diye düşündü. Santraldeki Ebba’yı başıyla selamladı. “Rydberg geldi mi?” diye sordu.

“Odasında,” diye yanıtladı Ebba. “Sürekli telefon geliyor. Televizyon, radyo, basın. Ve il emniyet müdürü de aradı.”

“Onları bir süre daha benden uzak tutar mısın?” diye rica etti Wallander. “Önce Rydberg’le konuşmak istiyorum.” Ceketini odasına astı, sonra aynı koridor üzerinde birkaç kapı ötedeki Rydberg’in odasına gitti. Kapıyı tıklattığında karşılık olarak bir homurtu duydu.

İçeri girdiğinde Rydberg odanın ortasında durmuş, pencereden dışarı bakıyordu. Pek de uykusunu almışa benzemiyordu.

“Selam,” dedi Wallander. “Kahve getireyim mi?”

“Çok iyi olur. Ama şeker istemez. Şekeri bıraktım.”

Wallander plastik bardaklarda kahve alarak Rydberg’in odasına döndü.

Kapının önünde durdu.

Nasıl bir karara vardım ki, diye düşündü. Kadının son sözlerini gizli mi tutmalıyız? Bu gibi olaylarda hep dediğimiz gibi soruşturmanın selameti açısından? Yoksa açıklamalı mıyız? Benim kararım ne ki?

Hiçbir fikrim yok, diye düşündü; aklı karışıktı, ayakkabısının ucuyla kapıyı iteledi.

Rydberg masasında oturmuş seyrek saçlarını tarıyordu. Wallander yayları yıpranmış ziyaretçi koltuğuna çöktü.

“Yeni bir koltuk alsan iyi olur,” dedi.

“Para yok,” diye yanıtladı Rydberg ve tarağını masanın çekmecesine koydu.

Kurt Wallander kahve bardağını koltuğun yanına, yere koydu.

“Bu sabah o kadar erken uyandım ki,” dedi. “Nyström’lere gittim, onlarla bir kez daha görüştüm. Yaşlı adam bir çalılıkta pusuya yatmıştı, av tüfeğiyle üzerime ateş etti.”

Rydberg, Wallander’in yüzünü işaret etti.

“Saçmadan değil,” diye açıkladı bunun üzerine. “Kendimi yere attım, ondan oldu. Nyström silah ruhsatının olduğunu söylüyor. Ne bileyim.”

“Bir şeyler öğrenebildin mi?”

“Yok. Yeni hiçbir şey yok. Para yok, hiçbir şey yok. Yalan söylemiyorlarsa tabii.”

“Niye yalan söylesinler ki?”

“Niye söylemesinler?”

Rydberg kahvesini yudumladı, yüzünü ekşitti.

“Polislerin büyük bir kısmının ülser olduğunu biliyor musun?” diye sordu.

“Bilmiyordum.”

“Eğer doğruysa, nedeni böyle kötü kahvelerdir.”

“Ne yapalım, olayları kahve içerken çözüyoruz.”

“Şimdi olduğu gibi mi?”

Wallander başıyla onayladı.

“Elimizde ne var? Hiçbir şey.”

“Çok sabırsızsın, Kurt.” Rydberg bir yandan eliyle burnunu silerken ona baktı. “Yaşlı bir öğretmen gibi konuştuğumu biliyorum,” diye devam etti. “Ama bana öyle geliyor ki sabrımızı bu kadar çabuk tüketmemeliyiz.”

Soruşturmayı bir kez daha gözden geçirdiler. Olay yeri parmak izini araştırmış ve kayıtlardakilerle karşılaştırmıştı. Hansson yaşlılara saldırdıkları bilinen kişilerin olay sırasında nerede, hapishanede mi yoksa başka bir yerde mi olduklarını araştırıyordu. Lenarp’ta yaşayan insanlarla yapılan görüşmelere devam edilecek, göndermeyi düşündükleri anket de belki yeni bilgileri açığa çıkaracaktı. Wallander de Rydberg de Ystad’daki polisin işini özenle ve uygun yöntemlerle yapacağını biliyordu. Er ya da geç bir şeylere rastlayacaklardı. Bir ize, bir ipucuna. Onlara sistemli ilerleyip beklemekten başka şey kalmıyordu.

“Olayın nedeni,” diye atıldı Wallander. “Eğer neden para değilse. Ya da saklanmış para olduğuna dair söylenti. Ne olabilir başka? Ya da boyundaki ilmik? Sen de benim gibi düşünüyor olmalısın. Bu cinayette intikam ya da kin kokusu var. Ya da her ikisi de.”

“Gözünün önüne kafaları oldukça karışık birkaç hırsız getir,” diye karşılık verdi Rydberg. “Farz et ki Lövgren’lerin para saklamış olduklarından kesinlikle eminler. Farz et; oldukça gözleri dönmüş ve insan hayatının onlar için bir önemi yok. Böylesi durumda işkence fazla olağan dışı sayılmaz.”

“Kim bu denli gözü dönmüş olabilir ki?”

“Benim gibi sen de çok iyi biliyorsun ki insanları akıl almaz işler yapmaya sevk eden bir dizi uyuşturucu var.”

Tabii ki Kurt Wallander bunu biliyordu. Şiddetin giderek artmasına çok yakından tanık olmuştu, hemen her defasında işin arkasında uyuşturucu kaçakçılığı ve bağımlılık yatıyordu. Ystad artan şiddetin sonuçlarıyla henüz ender karşılaşıyor olsa da tüm bunların giderek yaklaşmayacağı anlamına gelmiyordu bu.

Huzurlu ve sakin bölgeler giderek azalıyordu. Lenarp gibi küçük ve kendi halinde bir köy bunun en iyi kanıtıydı.

Rahatsız koltukta doğruldu.

“Ne yapmalıyız?” diye sordu.

“Burada şef sensin,” diye yanıtladı Rydberg.

“Senin fikrini duymak istiyorum.”

Rydberg ayağa kalkıp pencereye doğru gitti. Parmağıyla saksının toprağını yokladı. Toprak kuruydu.

“Ne düşündüğümü bilmek istiyorsan, bunu öğreneceksin. Ama sakın unutma ki, haklı olup olmadığım konusunda kesinlikle emin değilim. Çünkü öyle sanıyorum ki biz nasıl davranırsak davranalım bir kargaşa çıkacak. Sanki kendimize birkaç gün ayırmamız akıllıca olur. Daha soruşturacağımız birkaç şey var.”

“Ne gibi?”

“Lövgren’lerin yabancı tanıdıkları var mıydı?”

“Bunu bu sabah sordum. Bir olasılıkla birkaç Danimarkalı tanıdıkları varmış.”

“Bak gördün mü işte?”

“Kamp kurmuş birkaç Danimarkalı bu işi yapmış olamaz ya.”

“Neden olmasın? Her neyse, bunu araştırmamız gerek. Ayrıca soru sorabileceğimiz, komşularından başka kişiler de var. Dün, seni doğru anladıysam, Lövgren’lerin geniş bir çevresi olduğunu söylemiştin.”

Kurt Wallander, Rydberg’in haklı olduğunu kabul etti. Gerçekten de polisin bir ya da birkaç yabancı uyruklu kişiyi aradığını gizlemeyi gerektirecek teknik nedenler vardı.

“İsveç’te yasa dışı işlere karışmış yabancılar hakkında neler biliyoruz?” diye sordu.

“Bu konuda istatistikler var mı?”

“İstatistikler her konuda var,” diye yanıtladı Rydberg. “Birimiz bilgisayarın başına oturup kayıtlardaki suçlular hakkındaki verilere bir bakmalı. Belki orada bir şeyler buluruz.”

Kurt Wallander kalktığında Rydberg ona hayretle baktı. “İlmik hakkında hiçbir şey bilmek istemiyor musun?” dedi şaşırarak.

“Unutuverdim bir an.”

“Limhamn’da yaşlı bir yelken ustası varmış, düğümler, ilmikler hakkında her şeyi biliyor olmalı. Geçen sene gazetede onun hakkında bir haber okumuştum. Oraya gitsem iyi olur. Bunun bir şey kazandıracağından emin değilim. Ama ne olur ne olmaz.”

“Toplantıya senin de katılmanı istiyorum,” dedi Kurt Wallander. “Sonra Limhamn’a gitmenin bence hiçbir sakıncası yok.”

Saat ona doğru herkes Kurt Wallander’in odasında toplandı.

Toplantı çok uzun sürmedi. Wallander ölen kadının ölmeden önce ne söylediğini bildirdi. Bunun öncelikle, duyurulmaması gereken bir bilgi olduğu konusunda kesin talimat verdi. Kimse bu talimata aykırı düşünmüyordu.

Martinson, kayıtlarda yer alan yabancı uyruklu suçluların listesini çıkarmak üzere görevlendirildi. Lenarp’taki anketi yürütecek olan polisler yola çıktı. Wallander, ülkede muhtemelen yasa dışı bulunan Polonyalı aileyle ilgilenmesi için Svedberg’i görevlendirdi. Onu ilgilendiren, bu ailenin neden Lenarp’ta yaşadığıydı. Saat on bire çeyrek kala Rydberg, yelken ustasını bulmak üzere yola çıktı.

Kurt Wallander odasında nihayet yalnız kaldığında bir süre orada öylece durup duvarda asılı haritayı inceledi. Katiller nereden gelmişlerdi? Cinayetten sonra hangi yolu kullanmışlardı?

Sonra masasına oturdu. Ebba’dan arayanların listesini rica etti. Ardından bir saatten fazla bir sürü gazeteciyle konuştu.

Yerel radyodaki kız ise hiç ortaya çıkmamıştı. Saat on ikiyi çeyrek geçe Norén kapıyı çaldı.

“Lenarp’ta olman gerekmiyor muydu senin?” diye sordu Wallander hayretle.

“Evet,” dedi Norén. “Ama buradayken aklıma bir şey daha geldi.”

Norén oldukça ıslanmış olduğundan sandalyelerden birinin kenarına ilişti. Yağmur yağmaya başlamıştı. Hava sıcaklığı sıfırı birkaç derece aşmıştı.

“Tabii, bunun hiçbir anlamı olmayabilir de,” diye açıkladı Norén. “Bu sadece aklıma gelen bir şey.”

“Genelde bir şeyler çıkıyor,” diye karşılık verdi Wallander.

“Atı hatırlıyor musun?” diye sordu Norén.

“Tabii ki hatırlıyorum.”

“Ona ot vermemi söylemiştin bana.”

“Ve su.”

“Ot ve su. Ama bunu yapmadım.”

Kurt Wallander kaşlarını çattı.

“Neden yapmadın?”

“Buna gerek yoktu. Otu vardı. Suyu da.”

Kurt Wallander bir an konuşmadan durup Norén’i inceledi.

“Devam et,” dedi sonra. “Aklında bir şey var sanırım.”

Norén omuz silkti. “Çocukken bir atımız vardı,” diye devam etti. “Ahırdayken ona ot verildiğinde tüm otu yerdi. Yani demek istediğim, biri ata ot vermiş olmalı. Biz oraya varmadan belki bir ya da iki saat önce.”

Wallander telefona uzandı.

“Nyström’ü aramayı düşünüyorsan gerek yok,” dedi Norén.

Kurt Wallander elini çekti.

“Buraya gelmeden önce onunla konuştum. O vermemiş.”

“Ölüler atlarını beslemez,” dedi Kurt Wallander. “O halde kim verdi?”

Norén ayağa kalktı.

“Oldukça tuhaf,” dedi. “Önce birini döve döve öldürüyor. Sonra başka birini ilmikle boğuyor. Ardından ahıra gidip ata ot veriyor. Bunu hangi manyak yapar?”

“İyi soru,” diye karşılık verdi Kurt Wallander. “Böyle bir şeyi kim yapar?”

“Belki de bunun hiçbir anlamı yoktur,” dedi Norén.

“Ya da tam tersi,” diye yanıtladı Wallander. “Gelip bunu bana anlatman iyi oldu.”

Norén vedalaşıp oradan ayrıldı.

Kurt Wallander oturduğu yerde biraz önce duyduklarını düşündü.

Duydukları şüphesinin doğruluğunu kanıtlar gibiydi. Bu atla ilgili bir şeyler vardı.

Telefonun çalması düşüncelerini böldü. Yine bir gazeteci onunla konuşmak istiyordu.

Bire çeyrek kala emniyetten ayrıldı. Eski bir dostunu ziyaret edecekti. Bu uzun, çok uzun yıllardır görmediği bir dostuydu.

5

Kurt Wallander bir tabelanın Stjärnsund Kalesi’ni gösterdiği yerde E 14 yolundan saptı. Arabadan indi, işedi. Rüzgâr sayesinde Sturup Havaalanı’ndaki uçakların gürültüsünü duyabiliyordu. Arabaya binmeden önce ayakkabısının altındaki çamuru sıyırdı. Hava birden değişmişti. Arabasındaki termometre dışarısının sıcaklığını beş derece olarak gösteriyordu. Yola devam ederken gökyüzünde dağınık bulutlar geziniyordu.

Kalenin hemen arkasında stabilize yol ikiye ayrılıyordu, o sola yöneldi. Bu yolu daha önce hiç kullanmamış olmasına rağmen doğru yol olduğunu biliyordu. Bu yol ona tarif edileli on yıl geçmişti ama hâlâ her ayrıntıyı hatırlıyordu. Arazi ve yolları bulmada beyni iyi çalışıyordu.

Yaklaşık bir kilometre sonra yol oldukça kötüleşti. Dikkatle ilerlerken, büyük kamyonlar bu yolu nasıl aşabildiler acaba, diye sordu kendine.

Yol birden aşağıya inen dik bir yokuşa dönüştü ve önünde, üzerinde geniş ahırlar bulunan büyük bir arazi belirdi. Büyük avluya ilerledi, durdu. Arabadan inerken başının üzerinde uçan bir sürü karganın sesini duydu.

Avluda tuhaf bir terk edilmişlik havası hâkimdi. Bir ahır kapısı rüzgârla çarpıyordu. Kısa bir an yanlış gelmiş olabileceğini aklından geçirdi.

Ne ıssız bir yer, diye düşündü. Skåne kışı, bir de havada daireler çizen, kara kuş sürüleri. Ayakkabılarının altına yapışan çamur.

Ahır kapılarından birinden aniden genç, sarışın bir kız çıktı. Kısa bir an kız ona Linda’yı anımsatmıştı. Onun da saçları böyleydi, aynı ince beden ve yürürken aynı ani hareketler. Kızı merakla inceledi.