“Bu senaryoya şu ev uyuyor,” dedi Martinson. “Louise Åkerblom’un görmeye gittiği evin çok uzağında değildi. O evde kesinlikle bir şeyler oluyordu. Dediğin gibi görmemesi gereken bir şeyi gördü ve öldürüldü. Peters ile Norén, onun görmeye gittiği yani gidemediği eve gittiler. Wallin adındaki dul bir kadına ait olan eve. Her ikisi de evin hemen bulunacak bir yerde olmadığını, insanın giderken yolunu kolayca şaşırabileceğini söyledi.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. “Devam et,” dedi.
“Daha fazla söyleyecek bir şeyim yok,” dedi Martinson. “Bilmediğimiz bir nedenden ötürü de birinin parmağı kökünden kesildi. Tabii bu, ev havaya uçtuğunda gerçekleşmemişse. Ama bu bir kazaya benzemiyor. Böylesi bir patlama insanı paramparça ederdi. Parmak bence kesilmiş.”
“Yoğun şiddet olaylarının yaşandığı ırkçı bir ülke olması dışında Güney Afrika hakkında fazla bir şey bilmiyorum,” dedi Svedberg. “İsveç’in Güney Afrika’yla diplomatik ilişkileri yok. Onlarla ne ticaret yapıyoruz ne de tenis oynuyoruz. En azından resmi olarak. Güney Afrika’daki ipuçlarının İsveç’e uzanacağına hayatta inanmazdım. İnsan İsveç’in bu tür olaylara adı karışacak en son ülke olduğunu sanır.”
“Belki de bu nedenden ötürü,” diye mırıldandı Martinson.
Bu yorum Wallander’in dikkatini çekti. “Ne demek istiyorsun?”
“Hiçbir şey,” diye yanıtladı Martinson onu. “Eğer bu davada bir yere ulaşmak istiyorsak çok daha farklı şekilde düşünmeye başlamamız gerek.”
“Yürekten katılıyorum,” dedi Björk araya girerek. “Yarına kadar hepinizin bu olayla ilgili ayrıntılı bir rapor yazmanızı istiyorum. Bakalım bu bizi bir yere götürecek mi?”
Kendi aralarında iş bölümü yaptılar. Wallander, Varnämo’daki avukatı bulma işini üstlendi, Björk ise kesik parmağa ilişkin raporu incelemeye karar verdi.
Wallander avukatın bürosuna telefon ederek acil bir konuda Bay Holmgren’le görüşmek istediğini söyledi. Holmgren’in telefona gelmesi çok uzun sürdü.
“Sizinle Skåne’deki evle ilgili konuşmak istiyorum,” diye söze başladı Wallander. “Hani şu yanan evle…”
“Hiçbir açıklaması yok,” dedi Holmgren. “Ama sigorta poliçesine baktım, poliçe yangını da kapsıyor. Peki polis yangının nasıl çıktığını öğrenebildi mi?”
“Hayır,” dedi Wallander. “Ama çalışıyoruz. Size telefonda sormak istediğim bir iki sorum var.”
“Umarım uzun sürmez,” dedi avukat. “Çok yoğunum.”
“Sorulara telefonda yanıt vermek istemezseniz, Varnämo emniyetine gitmek zorunda kalırsınız,” dedi Wallander kaba bir tavır sergilediğine aldırmayarak.
Kısa bir sessizlikten sonra avukatın cevabı duyuldu. “Peki, sizi dinliyorum.”
“Evin vârislerinin adlarını ve adreslerini içeren faksı bekliyoruz.”
“Hemen göndereceğim.”
“Evden kimin sorumlu olduğunu da öğrenmek istiyorum.”
“Ben sorumluyum. Bununla ne demek istediğinizi anlamadım.”
“Her evin zaman zaman bakıma ihtiyacı olur. Çatının bakımı, farelerin öldürülmesi gibi. Bunları da siz mi yapıyordunuz?”
“Mirasçılardan biri Vollsjö’de oturuyor. Genellikle evle o ilgilenir. Adı Alfred Hansson.”
Wallander adamın adresini ve telefon numarasını yazdı.
“Demek ev bir yıldan beri boştu, öyle mi?”
“Bir yıldan daha uzun zamandan beri. Mirasçılar satıp satmama konusunda görüş birliğine varamamışlardı.”
“Bir başka deyişle, evde kimse kalmıyordu, öyle mi?”
“Elbette, ev boştu.”
“Bundan emin misiniz?”
“Nereye varmak istediğinizi anlamıyorum. Evet, ev boştu. Alfred Hansson belli aralıklarla beni arar ve her şeyin yolunda olduğunu söylerdi.”
“En son ne zaman aradı?”
“Bunu hatırlamamı benden nasıl isteyebilirsiniz?”
“Bilmiyorum. Ama soruma bir yanıt almak istiyorum.”
“Yılbaşı sırasındaydı, galiba. Ama öyle olduğuna yemin edemem. Bu neden önemli?”
“Şu anda her şey önemli. Ama yine de verdiğiniz bilgi için teşekkür ederim.”
Wallander telefonu kapattı, ardından telefon rehberini açtı ve Alfred Hansson’un adresini kontrol etti. Sonra da yerinden kalkarak, ceketini alıp odadan dışarı çıktı.
Martinson’un odasının önünden geçerken, “Vollsjö’ye gidiyorum,” diye seslendi. “Şu havaya uçan evle ilgili garip bir şeyler va r. ”
“Bana sorarsan her şey garip,” dedi Martinson. “Ha, bu arada, az önce Nyberg’le konuştum. Telsizin Rus malı olabileceğini söyledi.”
“Rus mu?”
“Öyle, dedi. Bana sorma, ona sor.”
“Bir ülke daha,” dedi Wallander. “İsveç, Güney Afrika, şimdi de Rusya. Bu iş nerede bitecek?”
Yarım saat sonra Wallander arabasını Alfred Hansson’un evinin önünde durdurdu. Oldukça modern görünümlü bir evdi burası. Wallander arabasından inerken bir Alman çoban köpeği havlamaya başladı. Saat dört buçuk olmuştu ve karnı açlıktan zil çalıyordu.
Kırk yaşlarında bir adam kapıyı açtı. Üstü başı, saçları darmadağınıktı. Wallander ona doğru bir adım atınca adamın içki koktuğunu fark etti.
“Alfred Hansson?”
Adam başını evet dercesine salladı.
“Ben Ystad emniyetinden geliyorum,” dedi Wallander.
“Lanet olsun!” diye haykırdı adam, Wallander adını söylemeden.
“Anlayamadım?”
“Beni kim gammazladı? Bengtson hıyarı mı?”
Wallander hızla düşündü. “Bu konuda bir şey söyleyemem,” dedi. “Polis tüm muhbirleri korur.”
“Bengtson olmalı,” dedi adam. “Beni tutuklayacak mısınız?”
“Bunu içeride konuşalım,” dedi Wallander.
Adam, Wallander’i mutfağa götürdü. Burada içki yapımında kullanılan alkolün kokusunu duydu Wallander. Birden kafasında bir şimşek çaktı. Alfred Hansson yasa dışı işler yapıyordu ve Wallander’in kendisini bu yüzden tutuklamaya geldiğini sanmıştı.
Adam kendini mutfaktaki sandalyelerden birine atarak başını kaşımaya başladı. “Amma da şanssızım,” diye iç çekti.
“Kaçak içki konusunu daha sonra konuşuruz,” dedi Wallander. “Seninle konuşmak istediğim başka bir şey var.”
“Ne?”
“Şu yanan ev.”
“O konuda hiçbir şey bilmiyorum,” dedi adam. Ancak yüzünde beliren endişeli ifade Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
“Hangi konuda hiçbir şey bilmiyorsun?”
Adam titreyen elleriyle bir sigara yaktı. “Ben aslında duvar yazıları yazarım,” dedi adam. “Ama her sabah saat yedide işbaşı yapamam. Onun için de o küçük kulübeyi kiralamayı düşündüm. Aslında satmak istiyordum ama aile istemiyordu.”
“Kime kiralayacaktın?”
“Stockholm’lü birine. Uygun bir yer arıyordu. Evi görmüş, bulunduğu yeri beğenmişti. Ama hâlâ bana nasıl ulaştığını anlayamadım, doğrusu.”
“Adı neydi?”
“Adının Nordström olduğunu söylemişti. Ama ben buna pek inanmamıştım, doğrusu.”
“Neden?”
“İsveççesi çok iyiydi ama yabancı aksanla konuşuyordu. Nordström adında bir yabancı olabilir mi?”
“Yine de evi kiralamak istemişti öyle mi?”
“Evet, hem de çok iyi bir para verecekti. Aylık on bin kron alacaktım. İnsan böylesi bir paraya burun kıvıramaz, değil mi? Bunun kimseye bir zararı olacağı da aklıma gelmemişti doğrusu. Eve iyi baktığım için aslında bunu bir ödül olarak değerlendirmiştim. Avukat Holmgren’in ya da vârislerin bunu duymasına hiç gerek yoktu.”
“Evi kaç aylık kiralamıştı?”
“Nisan başında geldi. Mayıs sonuna dek eve ihtiyacı olduğunu söyledi.”
“Evi ne için kullanacağını söyledi mi?”
“Huzur içinde resim yapmak için demişti.”
“Resim mi?” Wallander’in aklına babası geldi.
“Sanatçıydı yani. Önden avans vermek istemişti. Tabii ki kabul ettim.”
“Onu bir daha ne zaman gördün?”
“Görmedim.”
“Görmedin mi?”
“Bu bir tür konuşulmayan kuraldı. Burnumu bu işe sokmayacaktım. Ben de sokmadım. Anahtarları verdim ve oradan uzaklaştım, hepsi bu.”
“Anahtarları geri aldın mı?”
“Hayır. Postayla gönderecekti.”
“Ve tabii adamın adresi sende yok, değil mi?”
“Yok.”
“Adamı tarif edebilir misin?”
“Akıl almayacak denli şişmandı.”
“Başka?”
“Şişman bir adamı başka nasıl tarif edebilirsin ki? Kel kafalı, kırmızı suratlı ve şişkoydu. Şişko dediğim zaman öyle sıradan şişman birini düşünme. Fıçı gibiydi.”
Wallander başını evet dercesine salladı.
“Paranın tümünü harcadın mı?” diye sordu parmak izi olasılığını düşünerek.
“Evet. Zaten bu yüzden yeniden içki imal etmeye başladım.”
“Eğer bu işe bugün bir nokta koyarsan seni Ystad’a, emniyete götürmem,” dedi Wallander.
Alfred Hansson kulaklarına inanamadı.
“Söylediğimde ciddiyim,” dedi Wallander. “Ama işi gerçekten bırakıp bırakmadığını da denetleyeceğim. Ve yaptığın bu içkileri de dökmelisin.”
Wallander evden çıkıp gittiğinde adamın ağzı hâlâ bir karış açıktı. Görevimi yapmadım, diye geçirdi içinden, ama şu anda kaçak içki imalatçılarıyla da uğraşamam.
Ystad’a geri döndü. Nedenini bilmeden Krageholm Gölü’nün kıyısındaki otoparka doğru sürdü arabasını. Arabadan inerek gölün kıyısına doğru gitti.
Bu araştırmada, Louise Åkerblom’un ölümünde kendisini korkutan bir şey vardı. Sanki her şey daha yeni yeni başlıyor gibiydi. Korkuyorum, diye geçirdi içinden. Sanki o kesik parmak beni işaret ediyor. Anlayamadığım bir işin içindeyim.
Bir kayanın üstüne oturdu. Bezgin ve yorgun hissetti. Bu davaya boğazına kadar battığını düşünerek bakışlarını göle çevirdi. Olayın çözümlenmesinde sanki kontrolü kaybetmiş gibi hissediyordu. İç çekti, Louise Åkerblom’un katilini aramada ve kendi özel yaşamında hiç de hoş bir yerde olmadığını düşündü.
Ne yapmalıyım, dedi kendi kendine yüksek sesle. Yaşama saygısı olmayan acımasız katillerle uğraşmak istemiyorum. Yaşadığım sürece hiçbir şekilde anlayamayacağım türden şiddet ve vahşetle ilgilenmek istemiyorum. Belki de bu ülkede bizden sonraki polis kuşağının çok daha farklı deneyimleri ve görüş açıları olacaktır. Ama artık benim için çok geç. Daha farklı biri olamam artık.
Ayağa kalktı, bir ağacın tepesinden havalanan saksağana baktı.
Soruların tümü de hâlâ yanıtsız, diye geçirdi içinden. Tüm yaşantımı suçluları yakalamaya adadım. Bazen başarılı oldum, çoğu kez de başarısız. Ama bu dünyadan çekip gittiğimde en önemli sorgulamada başarılı olamayacağım. Yaşam çözülemeyen bir bilmeceden öte bir şey değil.
Kızımı görmek istiyorum, diye geçirdi içinden. Bazen onu o kadar çok özlüyorum ki bu, bana acı veriyor. Özellikle Louise Åkerblom’un katili olan bir parmağı kesik bir siyahiyi bulmalıyım. Ona bir soru soracağım: Neden Louise Åkerblom’u öldürdün?
Stig Gustafson’un peşini bırakmamalıyım, onun suçsuz olduğuna inandım ama yine de sahneden bu kadar çabuk çekilmesine izin vermemeliyim.
Arabasına geri döndü.
Korku ve nefretten arınamayacaktı. Kesik parmak hâlâ anlam veremediği bir şeyleri işaret ediyordu.
TRANSKEI’DEN GELEN ADAM
8
Enkaza dönmüş arabanın gölgesinde gizlenmiş adamı görmek neredeyse olanaksızdı. Kıpırdamıyordu ve esmer yüzü karanlıkta seçilmiyordu.
Gizlenecek yeri çok iyi seçmişti. Öğleden sonranın ilk saatlerinden beri bekliyordu ve güneş artık Soweto köyünün tozlu tepelerinde batmaya başlamıştı. Kuru ve kırmızı toprak batan güneşin altında parlıyordu. 8 Nisan 1992’ydi.
Buluşma yerine tam zamanında varabilmek için oldukça uzun bir yol katetmişti. Kendisini arayıp bulan beyaz adam yola erken çıkmasını söylemişti. Güvenlik sebebiyle, onu tam olarak kaçta alacaklarını söylememişlerdi. Güneş battıktan kısa süre sonra demişlerdi yalnızca.
Ntibane’deki evinin önünde adının Stewart olduğunu söyleyen adamı gördüğü andan bu yana yalnızca yirmi altı saat geçmişti. Evinin kapısı vurulduğunda Umtata polisinin geldiğini sanmıştı. Polisi görmeden geçirdiği tek ay yoktu. Bir banka soygunu ya da cinayet söz konusu olduğunda Umtata polisinden bir ekip kapısına dayanırdı. Bazen onu sorgulamak için kasabaya götürürlerdi ama genellikle söylediklerine inanırlardı.
Oluklu demir levhayla kaplı kulübeden dışarı çıktığında kızgın güneşin altında duran ve adının Stewart olduğunu söyleyen adamı önce fark edememişti.
Victor Mabasha adamın yalan söylediğini hemen anlamıştı. Adı Stewart dışında herhangi bir ad olabilirdi. İngilizce konuşmasına karşın Victor aksanından onun aslen Güney Afrikalı olduğunu düşünüyordu. Ve bir Boer’in2 adı kesinlikle Stewart olamazdı.
Adam ortaya çıktığında öğleden sonraydı. Kapı vurulduğunda Victor Mabasha uyuyordu. Telaşlanmadan yataktan kalkmış, pantolonunu giymiş ve gidip kapıyı açmıştı. Artık hiç kimsenin önemli bir şey için kapısına gelmeyeceğini biliyordu. Genellikle alacaklılar dayanırdı kapısına. Ya da ondan borç alabileceğine inanacak kadar aptal biri. Tabii polislerin dışında. Ne var ki polisler kapıyı vurmazdı. Ya tekmeler ya da kırarlardı.
Adının Stewart olduğunu söyleyen adam elli yaşlarındaydı. Takım elbise giydiği için ter içinde kalmıştı. Arabasını yolun diğer tarafındaki baobab ağacının altına park etmişti. Victor aracın Transvaal plakalı olduğunu fark etti. Kendisiyle buluşmak için onca yolu neden katettiğini bir an için merak etti.
Adam içeri girmek istemedi. Yalnızca bir zarf uzatarak ertesi gün Soweto’nun varoşlarında kendisini önemli bir konu görüşmek için birinin bekleyeceğini söylemekle yetindi.
“Bilmen gereken her şey bu zarfın içinde yazılı,” dedi.
Yarı çıplak birkaç çocuk kulübenin dışında, çamurların içinde oyun oynuyordu. Victor çocuklara bağırarak başka bir yerde oynamalarını söyledi. Çocuklar anında yok oldular.
“Kim?” diye sordu Victor.
Beyaz adamlara hiç güvenmezdi. Ama en çok da kötü yalan söyleyen beyaz adamlara güvenmezdi. Üstelik karşısındaki adam, eline tutuşturduğu zarfla yetinsin istiyordu.
“Bunu söyleyemem,” dedi Stewart.
“Her zaman beni birileri görmek ister,” dedi Victor. “Burada önemli olan acaba ben onları görmek istiyor muyum?”
“Her şey zarfın içinde yazılı,” diye yineledi Stewart.
Victor elini uzatarak kalın ve kahverengi zarfı aldı. Zarfın içinde bir tomar para olduğunu anlamıştı. Bu hem iyi hem de kötüydü. Paraya ihtiyacı vardı. Ama bu paranın neden verildiğini bilmiyordu ve bu da onu tedirgin ediyordu. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği bir işe karışmaya hiç niyeti yoktu.
Stewart ıslak bir mendille yüzünü ve kel kafasını sildi. “Zarfın içinde bir harita var,” dedi. “Buluşma yeri haritada işaretli. Soweto’ya yakın. Biliyorsun, değil mi?”
“Her şey değişiyor,” dedi Victor. “Sekiz yıl önce Soweto’nun neye benzediğini biliyordum ama bugün ne hâlde olduğuna dair hiçbir fikrim yok.”
“Soweto’nun içinde değil,” dedi Stewart. “Buluşma noktası Johannesburg otoyoluna bağlı çevre yolunda. Orada değişen bir şey yok. Eğer oraya zamanında varmak istiyorsan yarın sabah erkenden yola koyulmalısın.”
“Beni kim görmek istiyor?” diye üsteledi Victor bir kez daha.
“Adını vermek istemiyor,” dedi Stewart. “Yarın onunla tanışacaksın.”
Victor yavaşça başını sallayıp zarfı geri uzattı.
“Adını öğrenmek istiyorum,” diye yineledi. “Eğer adını öğrenmezsem buluşma noktasında zamanında olmayacağım. Hatta oraya hiç gitmeyeceğim.”
Adam duraksadı. Victor sessizce bakışlarını adamın gözlerine dikti. Uzun bir duraksamadan sonra Stewart, Victor’un az önce söylediklerini yeni algılamışçasına başını salladı. Etrafına bakındı. Çocuklar gitmişlerdi. Victor’un en yakın komşusu yaklaşık elli metre ötedeki bir başka barakadaydı. Barakanın kapısı önünde bir kadın çamaşır asıyordu. Bir iki tane keçi, kırmızı kuru toprağın üstünde yiyecek bir şeyler aranıyordu.
“Jan Kleyn,” dedi alçak sesle. “Jan Kleyn seni görmek istiyor. Bunu sana ben söylemedim, tamam mı? Zamanında buluşma yerinde ol.”
Sonra da dönerek arabasına yürüdü. Victor toz bulutunun arasında uzaklaşan arabanın arkasından baktı. Stewart arabayı çok hızlı kullanıyordu. Siyahilerin bulunduğu yere giren beyaz adamların kendilerini güvensiz hissetmelerinin tipik tepkisi bu, diye geçirdi içinden Victor. Stewart için bu, düşman saflarına girmekle eşdeğerdeydi. Ve aslında haksız da sayılmazdı… Victor kendi düşüncesine gülümsedi. Beyaz adamlar korkak adamlardı. Sonra da Stewart gibi bir ulak kullanan Jan Kleyn’in nasıl biri olduğunu merak etti. Belki de bu Stewart’ın yalanlarından biriydi. Onu buraya gönderen Jan Kleyn değildi. Başka biriydi.
Oyun oynayan çocuklar geri dönmüşlerdi. Victor kulübesine gitti, gaz lambasını yakarak, yatağına oturdu ve yavaşça zarfı açtı. Zarfı alışkanlıktan altından açmıştı. Bombalı zarf gönderenler patlayıcı maddeyi her zaman zarfın üst tarafına yerleştirirlerdi. Postadan bombalı mektup alacaklarını düşünen çok az insan mektupları normal şekilde açardı.
Zarfın içinde siyah mürekkeple çizilmiş bir harita vardı. Buluşma yeri kırmızı kalemle işaretlenmişti. Gözünün önünde canlandırabiliyordu. Hata yapmak olanaksızdı. Haritanın yanı sıra zarfın içinde beş bin rand3 vardı. Victor parayı saymadan beş bin olduğunu biliyordu.
Hepsi bu kadardı. Jan Kleyn’in neden kendisini görmek istediğine ilişkin bir mesaj yoktu zarfın içinde.
Victor zarfı kirli zemine fırlatarak yatağına uzandı. Battaniye küf kokuyordu. Gözünün çevresinde bir sivrisinek vızıldayarak uçtu. Başını çevirerek gaz lambasına baktı.
Jan Kleyn, diye geçirdi içinden. Jan Kleyn beni görmek istiyor. Aradan iki yıl geçti. Ve bir daha bana işinin düşmeyeceğini söylemişti. Oysa şimdi beni görmek istiyor. Neden?
Yatağında doğrularak kolundaki saate baktı. Eğer ertesi gün Soweto’ya gidecekse bu akşamüstü Umtata’dan otobüse binmeliydi. Stewart yanılmıştı. Ertesi sabaha kadar bekleyemezdi. Buradan Johannesburg yaklaşık dokuz yüz kilometre ötedeydi.
Karar vermesini gerektiren bir şey yoktu. Parayı kabul ederek zaten kararını vermişti. Artık gitmek zorundaydı. Jan Klyen’e beş bin papel borçlanmaya niyeti yoktu. Bu, kendi ölüm fermanını imzalamak anlamına gelirdi. Hiç kimsenin Jan Kleyn’i üçkâğıda getiremeyeceğini bilir ve onu çok iyi tanırdı.
Yatağın altından bir çanta aldı. Evinden ne kadar uzak kalacağını ya da Jan Kleyn’in kendisinden ne istediğini bilmediğinden birkaç gömlek, iç çamaşırı ve bir çift ayakkabıyı çantanın içine attı. Eğer iş düşündüğünden daha uzun sürecek olursa o zaman ihtiyacı olan eşyaları satın almak zorunda kalacaktı. Sonra da dikkatle yatağın kasasını araladı. Plastik torbanın içindeki iki bıçağı aldı. Bıçakları gömleğinin ucuyla sildikten sonra gömleğini çıkardı. Tavana asılı özel kemerini alıp beline bağladı, aynı deliği kullandığını fark edince kilo almadığına sevindi. Parası tükeninceye değin akşamları bol bol bira içmesine karşın kilo almamıştı. Yakında otuz bir yaşına basacaktı ama yine de formdaydı.
Bıçakların uçlarını kontrol ettikten sonra kınlarına koydu. Karşısındakinin kanını akıtmak için bıçağı hafifçe saplaması yetecekti. Sonra da yatak kasasının bir başka bölümünü çıkararak tabancasını aldı, bunu da hindistancevizi yağıyla yağlamış ve plastik bir torbanın içine koymuştu. Yatağın kenarına oturarak tabancayı temizlemeye koyuldu. Bu 9mm’lik Parabellum’du. Silahı Ravenmore’daki ruhsatsız tabanca satan birinden aldığı özel mermiyle doldurdu. Bir gömleğe ekstra iki şarjör sarıp çantasına koydu. Koltuk altı kılıfının kayışını ayarladı, silahını kılıfa soktu. Jan Kleyn’le buluşmaya hazırdı artık.
Kısa süre sonra da kulübeden çıktı. Paslı kilidi kilitledi ve birkaç kilometre ötedeki Umtata yolundaki otobüs durağına doğru yürümeye başladı.
Soweto’nun tepelerinde batan kıpkırmızı güneşe bakarken sekiz yıl öncesini hatırladı. Yerel bir iş adamı rakibini öldürmesi için Victor’a beş yüz rand vermişti. Her zamanki gibi tüm önlemleri almış ve ayrıntılı bir plan yapmıştı. Ne var ki her şey ters gitmişti. Tam o sırada bir polis arabası geçmişti. Victor da elinden geldiğince olay yerinden hızla uzaklaşmış ve Soweto’ya bir daha asla geri dönmemişti.
Afrika alaca karanlığı kısa sürerdi. Birden gece olmuş, her yer kararmıştı. Cape Town ile Elizabeth Limanı yönlerinden gelen trafiğin uğultusu duyuluyordu. Uzaklardan bir polis arabasının sireni duyuldu. Birden Jan Kleyn’in kendisiyle yeniden bağlantı kurmasının çok özel bir nedeni olması gerektiği geldi aklına. Bin randa adam öldürecek birçok kiralık katil vardı. Ama Jan Kleyn ona önceden beş bin rand vermişti, bu da yalnızca onun Güney Afrika’nın en iyi ve soğukkanlı katili olmasından kaynaklanıyordu.
Otoyoldan hızla çıkan arabanın sesiyle irkildi. Kısa süre sonra kendisine yaklaşan farları görecekti. Gölgelerin arasında yavaşça ilerledi ve tabancasını sıkıca kavradı.
Araba yolun kenarında durdu. Farlar çalılarla araba enkazını aydınlatıyordu. Victor Mabasha gölgelerin arasında bir süre bekledi. Sabırsız ve endişeliydi.
Arabadan bir adam indi. Victor onun Jan Kleyn olmadığını fark etti. Aslında onu görmeyi beklemiyordu zaten. Jan Kleyn konuşmak istediği kişileri yanına aldırtmak için daima başkalarını kullanırdı. Victor arabanın yanından yavaşça ortaya çıkarak adamın arkasına doğru yaklaştı. Araba tahmin ettiği yerde durmuştu.
Adamın hemen arkasında durdu ve tabancanın namlusunu adamın şakağına dayadı. Adam şaşkınlıkla irkildi.
“Jan Kleyn nerede?” diye sordu Victor Mabasha.
Adam başını yavaşça çevirdi. “Seni ona ben götüreceğim,” diye karşılık verdi. Victor Mabasha adamın korktuğunu fark etmişti.
“Nerede?” diye yineledi sorusunu bir kez daha.
“Pretoria yakınlarındaki bir çiftlikte. Hammanskraal’da.”
Victor bunun bir tuzak olmadığını hemen anlamıştı. Daha önce de Hammanskraal’da Jan Kleyn’le iş yapmıştı. Tabancasını yerine koydu.
“O zaman oraya gidelim,” dedi. “Hammanskraal buradan yüz kilometre ötede.”
Victor arabada arka koltuğa oturdu. Direksiyondaki adam sessizdi. Kentin kuzeyindeki otoyolda ilerlerken Johannesburg’un ışıkları göründü. Johannesburg’a ne zaman gelse içindeki nefret duygusunun arttığını hissederdi. Johannesburg onu yakalamak için peşinden koşan vahşi bir hayvan gibiydi. Bu kentle ilgili anılarını unutmaya çalışıyor ama bir türlü başaramıyordu.
Victor Mabasha, Johannesburg’da doğmuştu. Babası madenciydi ve eve çok ender gelirdi. Uzunca bir süre Kimberley’deki elmas madeninde çalışmış, daha sonra da Johannesburg’un kuzeydoğusundaki Verwoerdburg’daki madenlerde çalışmıştı. Kırk iki yaşında ciğerleri iflas etmişti. Victor Mabasha babasının son yıllarında nefes almaya çalışırken çıkardığı o korkunç sesleri ve bakışlarındaki korku dolu ifadeyi hâlâ hatırlıyordu. O yıllar boyunca annesi dokuz çocuğun sorumluluğunu üstlenip evi geçindirmeye çalışmıştı. Gecekonduda yaşıyorlardı ve Victor’un çocukluğu sürekli olarak aşağılanıp hor görülmeyle geçmişti. Küçük yaşlarda içinde bulundukları yoksulluğa başkaldırmış ama onun bu isyanı hedefini bulamamıştı. Bir çeteye katılmış, tutuklanmış ve beyaz polisler kendisini yakalayarak içeri atmışlardı. Burada yediği dayaklar ve aşağılanmalar, içindeki yoğun acıyı daha da artırmıştı. Hapisten çıkınca sokaklara ve suç dünyasına geri dönmüştü. Yaşıtlarının tersine hor görülmekten kurtulabilmek için kendi yöntemlerine başvurmuştu. Yeni yeni oluşan siyahilerin hareketine katılacağına tam tersini yapmıştı. Beyazların baskısı yüzünden yaşamının mahvolmasına karşın bundan kendini kurtarmanın tek yolunun beyazlarla iyi geçinmek olduğuna karar vermişti. Beyazların kendisini korumaları karşılığında onlar adına hırsızlıklar yaparak işe başlamıştı. Sonra bir gün, yirmisine bastıktan kısa bir süre sonra beyaz bir dükkân sahibine hakaret eden siyahi bir politikacıyı öldürmesi için kendisine bin iki yüz rand teklif edildi. Victor bir an için bile duraksamamıştı. Bu, onun beyazların tarafına geçtiğinin son kanıtıydı. Onlara belli etmeden onları sürekli olarak hor gördüğünü düşünerek beyazlardan intikam aldığını varsayıyordu. Beyazlar onun hakkında, Güney Afrika’da zencilerin nasıl davranması gerektiğini bilen biri diye düşünüyorlardı. Ama Victor yüreğinin derinliklerinde beyazlardan nefret ediyordu.
Zaman zaman gazetelerde arkadaşlarından birinin idam haberini ya da ömür boyu hapse mahkûm olduğunu okuyordu. Arkadaşlarının başlarına gelenlere üzülüyordu ama hayatta kalabilmek için doğru yolu seçtiğine ilişkin bir an için bile kuşkuya kapılmıyor ve belki de bu yolun sonunda gecekondu mahallelerinin dışında bir yaşam kurabileceğini düşlüyordu.
Yirmi iki yaşındayken Jan Kleyn’le tanıştı. Aynı yaşta olmalarına karşın Jan Kleyn ona hep tepeden baktı ve onu sürekli hor gördü.
Jan Kleyn bir fanatikti. Victor Mabasha onun siyahilerden nefret ettiğini, siyahilerin beyazlar tarafından kontrol altında tutulan hayvanlar olduğunu düşündüğünü biliyordu. Kleyn küçük yaşlarda faşist Afrika Direniş Hareketi’ne katılmış ve birkaç yıl içersinde de liderlik konumuna yükselmişti. Ama siyaset adamı değildi ve Güney Afrika Milli İstihbarat Teşkilatı’nda çalışıyordu. En önemli özelliği acımasızlığıydı. Ona göre bir siyahiyi öldürmekle bir fareyi öldürmenin arasında hiçbir fark yoktu.
Victor Mabasha, Jan Kleyn’den hem nefret eder hem de ona tapardı. Kleyn’in Güney Afrikalı beyazların seçilmiş kişiler olduklarına ilişkin ödün vermez inancı ve acımasız davranışları Victor ’u çok etkiliyordu. Jan Kleyn düşünceleri ve duygularını her zaman kontrol altına alabilen ender insanlardan biriydi. Victor Mabasha, Jan Kleyn’in zayıf bir yanını bulup çıkarmaya çok çalışmıştı ama öyle bir şey söz konusu bile değildi.