“Neden?”
Babası ona uzun uzun baktı.
“Bu bayağı aptalca bir soru,” dedi. “Ölmeden önce Roma’yı ve piramitleri görmeli herkes. Çok yönlü biriysen, genel eğitiminin bir parçası gibi.”
“Sence kaç İsveçlinin Mısır’a gidebilecek gücü vardır?”
Babası itirazını duymamış gibi yaptı.
“Ama ölmek üzere değilim,” diye ekledi onun yerine. “Önce Löderup’a taşınacağım.”
“Ev arayışı nasıl gidiyor?”
“Çoktan bitti.”
Wallander şaşkınlıkla baktı.
“‘Bitti’ derken ne demek istiyorsun?”
“Ben zaten evi satın alıp parasını ödedim. Adresi Svindala 12:24.”
“Ama ben görmedim bile.”
“Orada yaşayacak olan sen değilsin. Benim.”
“Evi hiç gördün mü?”
“Bir fotoğrafını görmüştüm. Bu yeterli. Gereksiz yolculuklar yapmam. İşimi yapamam yoksa.”
Wallander içinden homurdandı. Babasının kandırıldığına emindi. Bunca yıldır resimlerini geniş Amerikan arabalarıyla almaya gelen tuhaf müşterilerinin yaptığı gibi, ondan faydalanmışlardı.
“Hayırlı olsun,” dedi Wallander. “Ne zaman taşınmayı planladığını sorabilir miyim?”
“Nakliyeciler bu cuma geliyor.”
“Bu hafta mı taşınıyorsun?”
“Duydun işte. Bir dahaki sefere kâğıt oynadığımızda Skåne kırsalında olacağız.”
Wallander kollarıyla işaret ederek konuştu.
“Ne zaman toplanacaksın? Her şey karman çorman.”
“Hiç vaktin olmayacağını tahmin etmiştim. Bu yüzden kız kardeşinden gelip bana yardım etmesini istedim.”
“Yani bu gece gelmeseydim bir dahaki ziyaretimde boş bir ev mi bulacaktım?”
“Evet, öyle olacaktı.”
Wallander biraz daha konyak doldurması için bardağını uzattı, babası cimrilik yaparak ancak yarısını doldurdu.
“Nerede olduğunu bile bilmiyorum. Löderup mu? Ystad’ın bu tarafında mı yoksa uzak tarafında mı?”
“Simrishamn’ın bu tarafında.”
“Soruma cevap verir misin?”
“Zaten verdim.”
Babası ayağa kalktı ve konyak şişesini kaldırdı. Sonra kartları gösterdi.
“Bir ele daha var mısın?”
“Hiç param kalmadı. Ama akşamları uğrayıp bavulları toplamana yardım etmeye çalışacağım. Evin parasını nasıl ödedin?”
“Çoktan hallettim.”
“Hepsini ödemiş olamazsın. O kadar paran var mıydı?”
“Yok. Ama para benim sorunum.” Wallander bundan daha net bir cevap alamayacağını anladı. Zaten saat on buçuktu. Eve gidip uyuması gerekiyordu. Aynı zamanda gitmekte de zorlanıyordu. Burası onun büyüdüğü yerdi. Doğduğunda Klagshamn’da yaşıyorlardı ama orayla ilgili hatırlayabildiği bir anısı yoktu.
“Artık burada kim yaşayacak?” diye sordu.
“Yıkılacağını duydum.”
“Pek umurundaymış gibi değil. Neyse, ne zamandır burada yaşıyorsun?”
“On dokuz yıldır. Yeterince fazla.”
“Hiç duygusal biri olmadın. Buranın benim çocukluk evim olduğunun farkında mısın?”
“Ev dediğin sadece evdir,” diye yanıtladı babası. “Artık şehirden bıktım. Kırsalda yaşamak istiyorum. Orada huzur içinde resimlerimi yapıp Mısır ve İtalya seyahatlerimi planlayacağım.”
* * *Wallander, Rosengård’a kadar yürüdü. Hava bulutluydu. Babasının taşınacak olması ve çocukluk evinin yıkılacağı düşüncesiyle endişelendiğini fark etti.
Duygusalın tekiyim, diye düşündü. Belki de bu yüzden operayı seviyorum. Sorun şu ki duygusallığa eğiliminiz varsa iyi bir polis olabilir misiniz?
* * *Ertesi gün Wallander, Mona’yla yapacakları tatil için tren seferleri hakkında bilgi almak için birkaç arama yaptı. Mona kulağa hoş gelen bir yerde, oda ve kahvaltı için yer ayırtmıştı. Wallander günün geri kalanını Malmö şehir merkezinde devriye gezerek geçirdi. Sürekli kafede kendisini suçlayan o kızı gördüğünü düşündü. Üniformasını çıkaracağı günün özlemini çekiyordu. Her yerde bakışlar üzerindeydi, özellikle kendi yaşıtlarının yüzündeki tiksinti veya küçümseme ifadesini görebiliyordu. Bütün zamanını bir yıl sonra emekli olacağını ve ailesinin Hudiksvall’ın dışındaki çiftliğine taşınacağını konuşarak geçiren, Svanlund adındaki kilolu ve hantal bir polisle devriye gezerek geçiriyordu. Wallander dalgın dalgın dinliyor, zaman zaman önemsiz bir şeyler mırıldanıyordu. Sarhoşları çocuk parkından uzaklaştırdı, ayakları ağrımaya başlamıştı, olan biten buydu sadece. Çalışma hayatı boyunca bu kadar sık devriye gezmiş olmasına rağmen ilk kez ayakları ağrıyordu. Acaba cinayet büroda polis olmayı bu kadar çok istediğinden mi böyle hissediyordu? Eve geldiğinde bir leğen çıkarıp ılık suyla doldurdu. Ayaklarını suya soktuğunda tüm vücuduna bir rahatlama hissi yayıldı.
Gözlerini kapayıp tatili düşünmeye başladı. Mona’yla, geleceklerini dikkatleri dağılmadan planlayabilecek zamanları olacaktı. Çok geçmeden de nihayet üniformadan kurtulup Hemberg’in olduğu birime geçmeyi umuyordu.
Koltukta uyuyakaldı. Pencere aralıktı. Birisi çöp yakıyor gibiydi. Hafif bir duman kokusu aldı. Belki de kuru dallardı yanan. Zayıf bir çatırtı sesi duyuldu.
Silkindi ve gözlerini açtı. Bahçelerinde gerçekten çöp yakan biri mi vardı? Mahallede bahçeli müstakil ev yoktu.
Sonra dumanı gördü.
Koridordan içeri süzülüyordu. Ön kapıya koşarken su leğenini devirdi. Merdiven boşluğu dumanla doluydu, ancak yangının kaynağını anlamakta güçlük çekmedi.
Hålén’in dairesini duman sarmıştı.
2
Daha sonra Wallander bir kez olsun kuralına göre hareket etmeyi gerçekten başardığını düşündü. Dairesine geri koşmuş, itfaiyeyi aramıştı. Sonra merdiven boşluğuna dönmüş, bir kat yukarı koşmuş ve Linnea Almquist’in kapısını çalıp sokağa çıkmasını sağlamıştı. İlk başta itiraz etmişti ama Wallander ısrar ederek kolundan tutup çıkarmıştı. Ön kapıdan çıktıklarında Wallander dizinde büyük bir kesik olduğunu fark etti. Daireye geri gittiğinde leğene takılıp dizini masanın köşesine çarpmıştı. Kanadığını ancak şimdi fark ediyordu.
Wallander dumanı fark edip itfaiyeyi zamanında aradığından alevler daha kendini göstermeden söndürmesi kolay olmuştu. Yangının nedenini tespit edip etmediklerini öğrenmek için itfaiye şefine yaklaştığında olumlu bir yardım alamamıştı. Öfkeyle dairesine gidip polis rozetini almıştı. İtfaiye şefinin adı Faråker’di, altmış yaşlarındaydı, kırmızı bir yüzü ve gür bir sesi vardı.
“Bana polis olduğunuzu söyleyebilirdiniz,” dedi.
“Bu binada yaşıyorum. İtfaiyeyi arayan bendim.”
Wallander ona Hålén’in başına gelenleri anlattı.
“Çok fazla insan ölüyor,” dedi Faråker kararlı bir şekilde. Wallander bu beklenmedik yorumu nasıl karşılayacağını bilemedi.
“Yani bu, dairenin boş olduğu anlamına geliyor,” dedi Wallander.
“Giriş holünden başlamış gibi görünüyor,” dedi Faråker. “Kundaklama olduğuna kalıbımı basarım.”
Wallander ona sorgular gibi baktı.
“Bunu daha şimdiden nasıl bilebilirsin?”
“Yıllar geçtikçe bir iki şey öğreniyorsun,” dedi Faråker bazı talimatlar verirken. “Bir gün bunu sen de yapacaksın,” diye devam etti ve eski bir pipoyu tütünle doldurmaya başladı.
“Eğer kundaklamaysa, olay yeri inceleme polisinin çağrılması gerekecek, değil mi?” dedi Wallander.
“Zaten yoldalar.”
Wallander bazı meslektaşlarına katılarak meraklı izleyicileri uzak tutmalarına yardım etti.
“Bugün ikincisi,” dedi adı Wennström olan polislerden biri. “Bu sabah Limhamn yakınlarında bir odun yığını alev almıştı.”
Wallander, bir an babasının taşındıktan sonra evi yakmaya karar verip vermediğini merak etti. Ancak bu düşünceden hemen vazgeçti.
Bir araba kaldırıma yanaştı. Wallander, gelenin Hemberg olduğunu görünce şaşırdı. Wallander’e el salladı.
“Haberi duydum,” dedi. “Lundin’in gelmesi gerekiyordu ama adresi bildiğim için ben geldim.”
“İtfaiye şefi bunun kundaklama olduğunu düşünüyor.”
Hemberg yüzünü ekşitti.
“İnsanlar pek çok şey düşünür,” dedi. “Faråker’i neredeyse on beş yıldır tanıyorum. Yananın bir baca veya araba motoru olması önemli değil. Onun için her şey şüpheli bir kundaklama vakası. Benimle gel, belki bir şeyler kaparsın.”
Wallander onu takip etti.
“Sence ne olmuştur burada?” diye sordu Hemberg.
“Kundaklama.”
Faråker son derece emin görünüyordu. Wallander, iki adam arasında köklü, karşılıklı bir gerilim olduğunu hissetti.
“Burada yaşayan adam öldü. Yangını kim çıkarmış olabilir?”
“Bunu bulmak senin işin. Sadece kundaklama olduğunu söylüyorum.”
“İçeri girebilir miyiz?”
Faråker, güvenlikten sorumlu itfaiyecilerden birine bağırdı. Yangın sönmüş ve duman gitmişti. İçeri girdiler. Giriş holünde, ön kapının yanındaki kısım yanmıştı. Ancak alevler, holü oturma odasından ayıran bölümden daha öteye ulaşmamıştı. Faråker kapıdaki mektup kutusunu işaret etti.
“Buradan başlamış olabilir,” dedi. “Önce için için yanmış, sonra alev almış. Kendi kendine alev alabilecek bir elektrik kablosu ya da başka bir şey yok.”
Hemberg kapının yanına çömeldi. Sonra burnunu çekti.
“Bu kez haklı olman mümkün,” dedi ve ayağa kalktı. “Koku var. Gaz yağı olabilir.”
“Benzin olsaydı, yangın farklı olurdu.”
“Yani biri posta kutusundan mı attı?”
“Bu en olası senaryo.”
Faråker paspasın kalıntılarını ayağıyla dürttü.
“Kâğıt yok,” dedi. “Daha büyük olasılıkla bir bez parçası ya da pamuk kullanmış.”
Hemberg kasvetli bir şekilde başını salladı.
“Ölmüş insanların evinde yangın çıkaran baş belaları olabilir.”
“Senin sorunun,” dedi Faråker. “Benim değil.”
“Adli tıptan buna bakmasını istememiz gerekecek.”
Bir an için Hemberg endişeli göründü. Sonra Wallander’e baktı.
“Kahve bulabilir miyiz?”
Wallander’in dairesine girdiler. Hemberg, devrilmiş leğene ve yerdeki su birikintisine baktı.
“Yangını kendin mi söndürmeye çalışıyordun?”
“Ayak banyosu yapıyordum.”
Hemberg dikkatle ona baktı.
“Ayak banyosu?”
“Bazen ayaklarım ağrıyor.”
“O hâlde yanlış ayakkabı giyiyor olmalısın,” dedi Hemberg. “On yıldan fazla devriye gezdim ama ayaklarımla ilgili hiç sorun yaşamadım.”
Wallander kahveyi hazırlarken Hemberg mutfak masasına oturdu.
“Bir şey duydun mu?” diye sordu Hemberg. “Merdivenlerde kimse var mıydı?”
“Hayır.”
Wallander bu sefer de uyuduğunu itiraf etmenin utanç verici olduğunu düşündü.
“Orada birileri hareket ediyor olsaydı, duyar mıydın?”
“Ön kapının çarptığını duyabilirsiniz,” dedi Wallander kasıtlı bir muğlaklıkla. “Muhtemelen birinin girdiğini duyardım. Tabii kapının çarpmasını engellemezse.”
Wallander bir paket vanilyalı gofret çıkardı. Kahvenin yanında ikram edebileceği tek şey buydu.
“Burada bir tuhaflık var,” dedi Hemberg. “Her şey mükemmel bir intihar olduğuna işaret ediyor. Hålén’in sağlam bir eli olmalı, iyi hedef almış. Tereddüt etmeksizin, doğrudan kalbi vurmuş. Adli tıbbın işi henüz bitmedi ama intihardan başka bir ölüm nedeni aramamıza gerek yok. Hiç şüphe yok. Sorun daha çok bu kişinin ne aradığında. Bir de neden birisi daireyi yakmaya çalıştı? Muhtemelen aynı kişi olmalı.”
Hemberg, Wallander’e başıyla işaret ederek biraz daha kahve istediğini belirtti.
“Bunun hakkında bir fikrin var mı?” diye sordu Hemberg birdenbire. “Varsa şimdi göster bana.”
Wallander hazırlıksız yakalanmıştı.
“Dün gece burada olan kişi bir şey arıyordu,” diye başladı. “Ama muhtemelen hiçbir şey bulamadı.”
“Onu böldüğün için mi? Aksi hâlde çoktan gitmiş mi olurdu?”
“Evet.”
“Ne arıyordu?”
“Bilmiyorum.”
“Şimdi de birisi daireyi ateşe veriyor. Aynı kişi olduğunu varsayalım. Ne anlama geliyor bu?”
Wallander düşünmeye başladı.
“Acele etme,” dedi Hemberg. “İyi bir komiser olmak istiyorsan yöntemli düşünmeyi öğrenmelisin ve bu da genellikle düşünürken acele etmemek anlamına gelir.”
“Belki de aradığı şeyi başka birinin bulmasını istemiyordu?”
“Belki,” dedi Hemberg. “Neden ‘belki’?”
“Çünkü başka bir açıklaması olabilir.”
“Ne gibi mesela?”
Wallander ümitsizce bir alternatif bulmaya çalıştı ama bulamadı.
“Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Başka bir alternatif bulamıyorum şimdi.”
Hemberg bir gofret aldı.
“Ben de bulamıyorum,” dedi. “Bu da açıklamanın hâlâ dairede olduğu anlamına geliyor, biz bulamasak da. O gece eve girilmeseydi, silah muayenesi ve otopsi sonuçları gelir gelmez bu soruşturma sona erecekti. Ama şimdi yangından sonra muhtemelen bir kez daha evi incelemek zorunda kalacağız.”
“Hålén’in gerçekten hiç akrabası yok mu?” diye sordu Wallander.
Hemberg fincanını bırakıp ayağa kalktı.
“Yarın odama gel, sana raporu göstereyim.”
Wallander tereddüt etti.
“Bunun için vakit bulabilir miyim, bilmiyorum. Yarın Malmö’deki parkları gezip sarhoşlarla uğraşacağız.”
“Amirinle konuşurum,” dedi Hemberg. “Hallederiz o işi.”
* * *Ertesi gün, 7 Haziran’da sekizi biraz geçerken Wallander, Hem-berg’in Hålén hakkında oluşturduğu tüm dosyayı okuyordu. Çok az bilgi vardı. Zengin değildi ama borcu da yoktu. Tamamen emekli maaşıyla yaşıyormuş gibi görünüyordu. Kaydedilen tek akrabası 1967’de Katrineholm’de ölen kız kardeşiydi. Anne babası daha önce vefat etmişti.
Hemberg toplantıdayken Wallander raporu Hemberg’in odasında okudu. Sekiz buçuktan kısa süre sonra geri geldi.
“Bir şey buldun mu?” diye sordu.
“Bir insan nasıl bu kadar yalnız olabilir?”
“Sorabilirsin,” dedi Hemberg, “ama cevap veremez. Hadi eve tekrar bakalım.”
O sabah adli tıp teknisyenleri Hålén’in dairesini kapsamlı bir şekilde inceliyorlardı. İşi yöneten adam zayıf, kısa boylu ve neredeyse hiç konuşmayan biriydi. Adı Sjunnesson’du, İsveç adli tıbbında bir efsaneydi.
“Bir şey varsa gözünden kaçmaz,” dedi Hemberg. “Burada kal ve ondan bir şeyler öğren.”
Hemberg’e bir mesaj gelince gitti.
“Jägersro’da adamın biri kendini bir garajda asmış,” dedi döndüğünde.
Sonra tekrar gitti. Döndüğünde saçlarını kestirmişti.
Saat üçte Sjunnesson işi durdurdu.
“Burada bir şey yok,” dedi. “Gizli para da uyuşturucu da yok. Temiz.”
“O zaman burada bir şey olduğunu düşünen biri var,” dedi Hem-berg. “Acaba kim yanıldı? Şimdi bu dosyayı kapatacağız.”
Wallander, Hemberg’i sokağa kadar takip etti.
“Ne zaman bırakman gerektiğini bilmelisin,” dedi Hemberg. “Bu belki de en önemli şey olabilir.”
Wallander dairesine dönerek Mona’yı aradı. O akşam buluşup arabayla dolaşmaya karar verdiler. Mona bir arkadaşının arabasını ödünç almıştı. Wallander’i saat yedide alacaktı.
“Haydi Helsingborg’a gidelim,” diye önerdi Mona.
“Neden?”
“Çünkü oraya hiç gitmedim.”
“Ben de,” dedi Wallander. “Yedide hazır olurum. Sonra Helsingborg’a gideriz.”
* * *Ama Wallander o akşam Helsingborg’a gidemedi. Saat altıdan kısa bir süre önce telefon çaldı. Arayan Hemberg’di.
“Buraya gel,” dedi. “Odamdayım.”
“Aslında başka planlarım var,” dedi Wallander.
Hemberg sözünü kesti.
“Komşunun başına gelenlerle ilgilendiğini sanıyordum. Buraya gel de sana göstereyim. Uzun sürmeyecek.”
Wallander’in merakı artmıştı. Mona’yı evden aradı ama cevap alamadı.
Zamanında dönerim, diye düşündü. Fazla parası yoktu ama taksiye binmekten başka çaresi de yoktu. Kese kâğıdından bir parça koparıp üzerine yedide döneceğini karaladı. Sonra bir taksi çağırdı. Notu kapıya raptiyeyle tutturdu. Bu sefer taksi bulması uzun sürmemişti, emniyete gitti. Hemberg odasında ayaklarını masaya uzatmış oturuyordu.
Wallander’e oturmasını işaret etti.
“Yanılmışız,” dedi. “Düşünemediğimiz bir alternatif daha var. Sjunnesson hata yapmadı. Doğruyu söylüyordu: Hålén’in dairesinde hiçbir şey yoktu, haklıydı ama bir şey olmuştu.”
Wallander, Hemberg’in neden bahsettiğini bilmiyordu.
“Yanıldığımı da kabul ediyorum,” dedi Hemberg. “Ama Hålén apartmanda ne varsa yok etmişti.”
“Ama ölmüştü.”
Hemberg başını salladı.
“Adli tabip aradı,” dedi. “Otopsi tamamlanmış. Hålén’in midesinde çok ilginç bir şey bulmuş.”
Hemberg ayaklarını masadan sarkıttı. Sonra çekmecelerden birinden katlanmış küçük bir bez parçası çıkarıp Wallander’in önünde dikkatlice açtı.
İçinde taşlar varmış, değerli taşlar. Wallander ne türden taşlar olduğunu bilmiyordu.
“Sen gelmeden hemen önce burada bir kuyumcu vardı,” dedi Hemberg. “Ön inceleme yaptı. Bunlar elmas, muhtemelen Güney Afrika madenlerinden. Küçük bir servet değerinde olduklarını söyledi. Hålén elmasları yutmuş.”
“Bunları midesinde mi taşıyordu?”
Hemberg başını salladı.
“Ancak şimdi bulabilmemize şaşmamalı.”
“Ama neden yuttu ki? Ve bunu ne zaman yaptı?”
“Son soru belki de en önemli olanı. Doktor kendini vurmadan sadece birkaç saat önce yuttuğunu söyledi. Bağırsakları ve midesi hâlâ çalışıyorken. Neden yutmuş olabilir sence?”
“Korkmuştu.”
“Kesinlikle.”
Hemberg elmasları kenara itip ayaklarını tekrar masaya koydu. Wallander ayak kokusunu aldı.
“Bunu nasıl yorumlarsın?”
“Yapabilir miyim bilmiyorum.”
“Dene!”
“Hålén elmasları yuttu çünkü birinin onları çalacağından korkuyordu. Sonra kendini vurdu. O gece orada olan kişi elmasları arıyordu. Ama yangını açıklayamam.”
“Bunu farklı bir şekilde açıklayamaz mısın?” diye önerdi Hem-berg. “Hålén’in amacını biraz değiştirirsen, nasıl bir sonuç çıkar?”
Wallander birden Hemberg’in ne yapmak istediğini anladı.
“Belki de korkmuyordu,” dedi Wallander. “Elmaslarından asla ayrılmamaya karar vermişti belki.”
Hemberg başını salladı.
“Bir sonuca daha varabilirsin. Birisi Hålén’in elmasları olduğunu biliyordu.”
“Ve Hålén’in de bu kişinin bildiğinden haberi vardı.”
Hemberg memnun bir şekilde başını salladı.
“Gittikçe gelişiyorsun, her ne kadar çok yavaş gidiyor da olsa,” dedi.
“Ama bu, yangını açıklamıyor.”
“En önemli şeyin ne olduğunu kendine sormalısın,” dedi Hem-berg. “Sence işin can alıcı noktası ne? Yangın dikkat dağıtmak için olabilir. Ya da kızgın biri yapmış olabilir.”
“Kim?”
Hemberg omuz silkti.
“Bunu bulmamız zor olacak. Hålen öldü. Elmasları nasıl elde ettiğini bilmiyorum. Bununla savcıya gitsem yüzüme güler.”
“Elmaslara ne olacak?”
“Genel Miras Fonu’na gider. Tüm dosyayı kapatıp Hålén’in ölümüyle ilgili raporumuzu bodrumun olabildiğince derinlerine gönderilmek üzere yollayabiliriz.”
“Bu, yangının araştırılmayacağı anlamına mı geliyor?”
“Tam olarak değil, sanırım,” dedi Hemberg. “Bunun için bir sebep yok.”
Hemberg duvara dayalı bir dolaba doğru yürüdü. Cebinden bir anahtar çıkarıp kilidini açtı. Sonra Wallander’e kendisine katılması için başını salladı. Kenarlarında birer kurdele bulunan bazı klasörleri işaret etti.
“Bunlar benim değişmeyen yoldaşlarım,” dedi Hemberg. “Hâlâ ne çözülebilmiş ne de zaman aşımına uğrayacak kadar eskimiş üç cinayet vakası. Bunlardan sorumlu olan ben değilim. Bu vakaları yılda bir kez ya da yeni bilgi çıkınca gözden geçiriyoruz. Bunlar orijinal değil, kopyaları. Bazen onlara bakıyorum, bazen hayal ediyorum. Çoğu polis böyle değil. İşlerini yaparlar ve eve gittiklerinde ne üzerinde çalıştıklarını unuturlar. Ama benim gibi tipler de var. Çözülmemiş bir davayı asla bırakamaz. Bu dosyaları tatilde bile yanımda götürüyorum. Üç cinayet vakası var. 1963’te on dokuz yaşında bir kız, Ann-Louise Franzén, kuzeye, şehir dışına giden otoyolun yanındaki çalıların arkasında boğulmuş olarak bulundu. Leonard Johansson, o da 1963’te, sadece on yedi yaşında. Birisi kafasını taşla ezmişti. Onu şehrin güneyindeki sahilde bulduk.”
“Onu hatırlıyorum,” dedi Wallander. “İki kişiyi idare eden bir kız yüzünden çıkan kavgada öldüğünü düşünmüyor muydunuz?”
“Kız için kavga etmişlerdi,” dedi Hemberg. “Diğer çocuğu çok sorguladık ama tutuklayamadık. Suçlu olduğunu da sanmıyorum zaten.”
Hemberg alttaki dosyayı işaret etti.
“Bir kız daha, Lena Moscho 1959’da yirmi yaşındaymış. Buraya, Malmö’ye geldiğim yıl olmuştu. Elleri kesilmiş ve Svedala’ya giden bir yolun kenarına gömülmüştü. Bir köpek bulmuştu onu. Tecavüze uğramıştı. Jägersro’da ailesiyle birlikte yaşıyormuş. Doktor olmak için okuyan sıradan biriymiş. Nisan ayında gazete almak için çıkmış ama bir daha dönmemiş. Onu beş ayda anca bulduk.”
Hemberg başını salladı.
“Sen hangi tipsin, kendin göreceksin,” diyerek dolabı kapattı. “Unutanlardan mısın yoksa asla bırakamayanlardan mı?”
“Yeterince iyi olup olmadığımı bile bilmiyorum,” dedi Wallander.
“En azından isteklisin,” diye yanıtladı Hemberg. “Bu da iyi bir başlangıç sayılır.”
Hemberg montunu giymeye başladı. Wallander saatine bakıp yediye beş olduğunu gördü.
“Gitmeliyim,” dedi.
“Beklersen seni eve bırakabilirim,” dedi Hemberg.
“Biraz acelem var,” dedi Wallander.
Hemberg omuz silkti.
“Artık biliyorsun,” dedi. “Artık Hålén’in midesinde ne olduğunu biliyorsun.”
Wallander şanslıydı, hemen boş bir taksi buldu. Rosengård’a vardığında saat yediyi dokuz geçiyordu. Mona’nın geç kalmasını umuyordu. Ancak kapıya astığı notu okuyunca durumun öyle olmadığını anladı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? diye yazmıştı.
Wallander notu çekince raptiye merdivene yuvarlandı. Almak için uğraşmadı. En iyi ihtimalle Linnea Almquist’in ayakkabısının altına batıp kalacaktı.
Bu şekilde nasıl devam edecek? Wallander, Mona’nın sabırsızlığını anlıyordu. Kariyeriyle ilgili beklentileri onunla aynı değildi. Kendi salonuyla ilgili hayalleri uzun süre gerçekleşmeyecekti.
Daireye girip kanepeye oturduğunda kendini suçlu hissetti. Mona’yla daha fazla zaman geçirmeliydi. Her geç kaldığında ondan sabırlı olmasını bekleyemezdi. Onu aramaya çalışmak da anlamsızdı. Şu anda ödünç aldığı arabayla Helsingborg’a gidiyordu.
Aniden her şeyin yanlış olduğuna dair bir endişeye kapıldı. Mona’yla yaşamanın, ondan çocuk sahibi olmanın ne anlama geldiğini gerçekten düşünmüş müydü?
Aklındaki düşünceleri uzaklaştırdı, Skagen’de konuşacağız diye düşündü. Yeterince zamanımız olacak. Kumsalda da geç kalamam ya!
Saate baktı, yedi buçuk olmuştu. Televizyonu açtı. Her zamanki gibi yine bir uçak düşmüştü. Yoksa bir tren raydan mı çıkmıştı? Biraz haber dinledikten sonra mutfağa gitti. Buzdolabında bira aradı ama sadece açık bir soda buldu. Birden daha güçlü bir şey içmek istedi. Şehir merkezine gidip bir barda oturma fikri çekici görünüyordu. Ama henüz ayın başı olmasına rağmen hemen hemen hiç parası kalmadığını hatırlayınca vazgeçti.
Bunun yerine demlikteki kahveyi ısıtıp Hemberg’i ve dolaptaki çözülmemiş davalarını düşündü. O da böyle mi olacaktı? Yoksa eve geldiğinde her şeyi unutacak mıydı? Mona için buna mecburum, diye düşündü. Aksi hâlde kafayı yiyecek.
Anahtarlığı sandalyeye batıyordu. Hiç düşünmeden çıkarıp masaya koydu. Sonra aklına bir şey geldi, Hålén’le ilgili bir şey.
Kısa süre önce fazladan bir kilit taktırmıştı. Bunu nasıl yorumlamalıydı? Korku belirtisi olabilirdi ama Wallander onu bulduğunda kapı neden aralıktı?
Akla yatmayan çok fazla şey vardı. Hemberg ölüm nedeni olarak intiharı göstermiş olsa da Wallander’in içini şüpheler kemiriyordu.
Hålén’in ölümünde gizli bir şey, daha yakınına bile yanaşamadıkları bir şey olduğundan giderek emin oluyordu. İntihar ya da değil, başka bir şey vardı.
Wallander mutfak çekmecesinden bir kâğıt parçası çıkardı ve hâlâ kafasını karıştıran noktaları yazmak için oturdu. Fazladan kilit, bahis kuponu vardı ve kapı neden aralıktı? O gece elmasları arayan kimdi? Neden yangın çıkarmışlardı?
Sonra seyir defterlerinde gördüklerini hatırlamaya çalıştı. Rio de Janeiro, diye hatırladı. Ama bu bir geminin adı mıydı, yoksa şehir miydi? Göteborg ve Bergen’i gördüğünü de hatırladı. Sonra St Luis adını gördüğünü hatırladı. Neredeydi? Ayağa kalkıp odanın içinde dolaştı. Gardırobun en arkasında okuldan kalan eski atlasını buldu. Ama birden yazımından emin olamadı. St Louis mi, St Luis mi? Birleşik Devletler’de mi, Brezilya’da mı? İsim listesine bakarken São Luis’e geldiğinde birden ismin bu olduğundan emin oldu.
Tekrar listeyi gözden geçirdi. Hatırlayamadığım başka bir yer daha var mıydı, diye düşündü. Bir bağlantı, bir açıklama ya da Hem-berg’in bahsettiği şey neydi, can alıcı nokta?
Hiçbir şey bulamadı.
Kahve soğumuştu. Sabırsızlıkla kanepeye döndü. Ulusal kanalda talk-show programı başlamıştı yine. Bu sefer uzun saçlı birkaç kişi yeni İngiliz pop müziğini tartışıyorlardı. Kapattı ve onun yerine pikabı çalıştırdı. Linnea Almquist hemen yere vurmaya başladı. Aslında sesi daha çok açmak istiyordu ama bunun yerine pikabı kapattı.
O anda telefon çaldı. Arayan Mona’ydı.
“Helsingborg’dayım,” dedi. “Limanın yanında bir telefon kulübesindeyim.”
“Geç kaldığım için çok üzgünüm,” dedi Wallander.
“Göreve çağrıldın sanırım?”
“Aslında cinayet bürodan aradılar. Henüz orada çalışmıyor olmama rağmen beni çağırdılar.”
Biraz etkilenmesini umuyordu ama ona inanmadığını hissetti. Sessizlik aralarında gidip geliyordu.
“Buraya gelemez misin?” dedi Wallander.
“Bence ara vermemiz en iyisi, en az bir hafta kadar.”