banner banner banner
Büyülü şehir
Büyülü şehir
Оценить:
 Рейтинг: 0

Büyülü şehir

“Ah, pekâlâ,” dedi Philip, “Kalkayım bari.” Helen’ın ayrılırken verdiği hediyelerden biri olan yeni gümüş saatine baktı. Saat on olmuştu.

“Bence doğru söylemiyorsun,” dedi saate. Sonra onu bir kez daha düşünmeye teşvik etmek için saatini salladı. Ama saat hâlâ ve hatasız bir şekilde “on”u gösteriyordu.

Çiftlik evinde kahvaltı saati sekizdi ve Philip sofraya çağrılmadığından emindi.

“Bu çok tuhaf,” dedi. “Sorun saatte olmalı. Belki de durmuştur.”

Ama saat çalışıyordu. Dolayısıyla kahvaltı zamanını iki saat geçmiş olmalıydı. Bunu düşünür düşünmez aşırı derecede acıktı. Ne kadar aç olduğunu anlayınca hemen yataktan çıktı.

Etrafta kimse yoktu. Doğruca banyoya gitti. Sıcak ve soğuk suyu, kahverengi Windsor sabununu, tıraş sabununu, tırnak ve vücut fırçalarını, lifleri, duşu, üç süngeri kullanarak eğlenceli bir saat geçirdi. O zamana kadar bunları hakkıyla keşfedip kullanma imkânı olmamıştı. Ama şimdi ona karışacak kimse yoktu ortalıkta. Öyle çok eğlenmişti ki onu neden çağırmadıklarını düşünmek aklına bile gelmedi. Aklına Helen’ın onun için yazdığı banyoyla ilgili bir şiir gelmişti. Oyun oynamayı bitirince hakikaten çok sıcak olan suda sırtüstü yatıp şiiri hatırlamaya çalıştı. Nihayet şiiri hatırladığında su bayağı soğumuştu. Şiirin adı Dev Bir Yaşamdan Hayaller idi.

DEV BİR YAŞAMDAN HAYALLER

Bir zamanlar neydim ben?
Bundan çok uzun zaman önce.
Geriye baktığımda kendimi görüyorum.
Büyüyoruz.
Değişen yıllarla beraber
ben de öyle değişmişim ki
geriye dönüp baktığımda bulduğum kişi
nasıl ben olabilirim,
bilmiyorum.

Görkemli ve muhteşem,
âdeta bir dev gibi duruyordum
üzeri karanlık ormanla kaplı
beyaz bir yamaçta.
Aşağıda durgun ve pırıl pırıl suları akıyor
güzel mi güzel bir körfezin.
Beyaz yamaçlarla çevrelenmiş,
sakin ve berraktı.
Uyuyordu sessiz, sıcak havada.

Çıplak ve güçlü halde
tek başıma dimdik duruyordum.
Kollarım, bacaklarım
saf altını andıran ışıkta parlıyordu.
Hemen altımdan akıp giden sular
bir şey bekliyordu.
İşte bekledikleri o şey bendim.

Eğildim, sonra suya girdim.
Dalgalar üzerime sıçrıyordu.
Küçücük bir denizde bir devdim.
Dört yanda tepeleri ağaçlarla kaplı
bembeyaz yamaçlar vardı.
Uzanırken sonlanmakta olan
günün ihtişamını izliyordum.
Denizimi huzursuz eden rüzgârlar yoktu.
Gün ışığı altın camlı pencerelerden geliyordu sanki.
Beyaz yamaçlar yükseliyordu başımın üzerinde,
berrak denizin saflığı, mükemmelliği
ve enginliğiyle çevremde.
Bense yamaçların ve denizin efendisiydim.
Bir de üzerimde parlayan altın ışığın.

Millerce uzakta dev ayaklarım,
sessiz okyanustan çıkan kayalar gibi yükseliyordu.
Üstlerine bir deniz feneri yapılabilir,
yolcu gemilerine
hangi yoldan gitmemeleri gerektiğini gösterebilirdi.

Ben yamaçlarla kuşatılmış
o denizin efendisiydim.
Ellerimi çırptım, dalgalar üzerimi kapladı.
Vücudumun çukurlarında küçük kayalık göletler oluşmuştu,
küçük deniz hayvanlarının oynayabileceği yerlerdi bunlar.

Bir diğer tekne gururla elime çıktı.
Güvertesinde bin mızrak duruyor.
Tekneyi harekete geçirdim,
tam hızla fildişi direkli gemiye doğru gitti.
Yün bir yelken ve delikli bir güverte.
Her ikisi de suya batarak dehşet verici bir enkaza dönüştü!

Dalgaların altından koşturdum.
Hayali kumların üzerindeydi elim.
Kaygan derili kahverengi deniz faresi,
kaçmıştı, dizimin altındaki derin çukura.
Sonunda onu yakalayıp
suya batmış göğsümün çukurlarına kapattım.

Sonra oracıkta uzanmış,
sıcacık ve yumuşak sulara sarınmışken
bir büyük ses haykırdı uzak bir kıyıdan.
Ve artık bir dev değildim ben.

“Çık dışarı, çık dışarı,” diye bağırıyordu kudretli ses.
“On beş dakikadır içeridesin.
Su soğudu. Haydi, Pip, Efendim.
Dışarı çıkın. Saçlarınız sırılsıklam,
artık yatma vakti.”

Büyülü denizin sularından çıktım.
Kölelerim olmuş gemileri bıraktım.
Delikli güvertesiyle sabunluk,
sulara gömülüp yıkılan tırnak fırçası,
sabun bezinden yelken,
geminin direği olan diş fırçası