banner banner banner
Büyülü şehir
Büyülü şehir
Оценить:
 Рейтинг: 0

Büyülü şehir


“Ne kadar güzel,” dedi Philip. “Ben şiire bayılırım. Böyle başka kehanet yok mu?”

“Bir sürü kehanet var elbette,” dedi komutan. “Müneccimler para kazanmak için bir şeyler yapmak zorunda. Dinle bak, şu çok güzel:

Parlak yıldızların göz kırptığı her gece,
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar dışarı çıkıp bir içecek alacak.
Yıldızsız gecelerde
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar kendi kantinlerinde alacak içeceklerini.

Bu gece gökte hiç yıldız yok. Bu yüzden burada içiyoruz içeceklerimizi. Meydanı geçip kantine gitmek daha zahmetli. Ama kural aynı. Üstüne bir kehanet eklenirse kural harika bir şey oluyor evlat.”

“Evet,” dedi Philip. Sonra uzaklardaki çan bir kez daha çaldı. Bir, iki. Dışarıdan hafif ayak sesleri geliyordu.

Bir asker ayağa kalkıp komutanı selamladı ve kapıyı açtı. Bir sessizlik oldu. Philip birinin üzeri bardaklarla dolu bir tepsiyle içeri girmesini bekledi. Büyük amcasının evinde toplanan beyefendiler yemek vakitleri dışında susadıkları zaman böyle olurdu.

Ama çok başka bir şey oldu. Bir anlık sessizliğin ardından on iki tazı, pamukla doldurulmuş gibi gözüken ve kedilerin patilerini andıran ayaklarıyla yumuşak adımlar atarak içeri girdi. Her köpeğin boynunda yuvarlak bir şey vardı. Resimlerdeki St. Bernard köpeklerinin boynuna takılan minik fıçılara benziyordu bunlar. Nihayet köpeklerin boynundaki şeyler çıkartılıp masaya konuldu. Philip yuvarlak nesnelerin fıçı değil hindistancevizi olduğunu görünce çok sevinmişti.

Askerler yüksek bir raftan birkaç tencere uzattılar. Süngüleriyle hindistancevizlerini delip sütünü döktüler. Hepsi içeceklerini almıştı. Böylece kehanet gerçekleşmiş oldu. Dahası Philip’e de içecek verdiler. Enfes bir içecekti bu, dilediği kadar alabilirdi. Ben hiç kana kana hindistancevizi sütü içmedim, ya siz?

Sonra oyuk hindistancevizlerini yine köpeklerin boynuna bağladılar. Bu zarif ve güzel köpekler ikili sıralar halinde ince kuyruklarını sallayarak dışarı çıktı. Son derece sevimli ve muntazam görünüyorlardı.

“Hindistancevizlerini mutfağa götürüyorlar,” dedi komutan. “Ordunun kahvaltısı için hindistancevizli dondurma hazırlanacak. Hiçbir şey israf olmamalı. Biz burada hiçbir şeyi boşa harcamayız evlat.”

Philip komutanın daha önceki küçümseyici tavrını unutmuştu. Artık onunla erkek erkeğe konuştuğunu fark ediyordu.

Helen onu bırakıp gitmişti ama artık o olmadan yaşamaya alışıyordu. Çiftlik evi, Lucy ve o dadıdan kurtulmuştu. Yiğitler içinde bir yiğitti şimdi. Kendini son derece cesur ve önemli hissediyordu. Bir değil bin hâkimin karşısına çıkarılsa dahi vız gelirdi. İşte bu sırada muhafız odasının kapısına hafifçe vuruldu. Alçak bir ses işitildi:

“Ah, lütfen içeri alın beni.”

Sonra kapı yavaşça açıldı.

“Her kimsen gir bakalım içeri,” dedi komutan. İçeri giren kişi Lucy idi. Philip’in artık kurtulduğunu sandığı Lucy. Helen’ın Philip’i terk ederek seçtiği o iğrenç yeni hayatı temsil eden Lucy. Yün eteği ve kazağı, zarif şekilde örülmüş sarı saçları ve “Keşke arkadaş olabilsek” diyen o hevesli tebessümlüyle Lucy. Philip öfkeden deliye dönmüştü. Çok kötü olmuştu bu.

“Peki bu kim?” diye sordu komutan nazik bir sesle.

“Benim, Lucy,” dedi kız. “Onunla geldim.”

Parmağıyla Philip'i göstermişti.

“Görgüsüz!” diye geçirdi içinden Philip kızgınlıkla. Sonra “Hayır, benimle gelmedin!” dedi kısaca.

“Geldim. Merdivene tırmanırken hemen arkandaydım. O zamandan beri tek başıma bekliyorum. Sen uyumuştun. Peşinden geldiğimi öğrenirse Philip’in bana çok kızacağını biliyordum,” diye açıklama yaptı Lucy askerlere.

“Kızmadım,” dedi Philip suratını asarak ama komutan sessiz olmasını istedi. Sonra Lucy’ye sorular sorup verdiği cevapları deftere kaydetti. Bu iş bitince komutan şöyle dedi:

“Bu küçük kız senin arkadaşın mı?”

“Hayır,” dedi Philip şiddetle. “Hayır, bu kız arkadaşım falan değil. Onu bir kere gördüm hepsi bu. Bir daha da görmek istemiyorum.”

“Çok kabasın,” dedi Lucy.

Sonra Philip’in hiç hoşuna gitmeyen ağır bir sessizlik oldu. Bütün bunlar Lucy’nin hatasıydı. Ne diye içeri sıvışıp her şeyi berbat etmişti? Bir muhafız odasının kızlar için uygun bir yer olmadığını yine en iyi bir kız bilmeliydi. Philip kaşlarını çattı ve tek kelime etmedi. Lucy ise komutanın dizine dayanıp yanına sokulmuştu. Komutan çocuğun saçını okşuyordu.

“Zavallı küçükhanım,” dedi. “Hemen yatıp uyuman lazım. Böylece yarın sabah Adalet Sarayı’na dinlenmiş olarak gidebilirsin.”

Askerlerin paltolarını tahta sıraya sererek Lucy için bir yatak hazırladılar. Ayı derileri harika birer yastık olmuştu. Philip’e de bir asker paltosu ve ayı derisi verip tahta sıra üstünde yer açmışlardı ama neye yarar? Her şey mahvolmuştu artık. Lucy gelmeseydi muhafız odası âdeta açık alandaki bir çadır kadar güzel bir uyku yeri olacaktı. Ama gelmişti işte. Artık muhafız odasının, herhangi bir çocuk odasından farkı kalmamıştı. İyi ama Lucy nasıl öğrenmişti nerede olduğunu? Oraya nasıl ulaşmıştı? Merdivenli köprünün gizemli başlangıcını keşfettiği o uçsuz bucaksız ovaya nasıl varmıştı? Philip baştan ayağı can yakıcı memnuniyetsizlik ve bastırılmış öfkeyle dolu bir şekilde uykuya daldı.

Uyandığında her taraf güneş ışığıyla aydınlanmıştı. Bir asker şöyle diyordu: “Uyanın şehrimize izinsiz girenler! Kahvaltı zamanı!”

“Ne güzel!” diye düşündü Philip, “Asker kahvaltısı yapacağım!” Ama sonra Lucy’yi hatırladı. Oraya geldiği için Lucy’den nefret ediyordu. Bu kızın bir kez daha her şeyi mahvettiğini düşündü.

Hindistancevizi sütü, nane şekeri, ekmek, tereyağı ve sütten oluşan bir kahvaltı benim pek hoşuma gitmezdi. Fakat askerler yemeklerini büyük bir iştahla yiyordu. Lucy’nin de bu kahvaltının tadını çıkardığını görmemiş olsa, her şey tam Philip’in gönlüne göre olacaktı.

“Aç gözlü kızlardan nefret ediyorum,” dedi kendi kendine. Hani birine çok kızdığınızda o kişinin yaptığı, söylediği veya temsil ettiği her şeyden tiksinirsiniz ya; işte Philip o şiddetli öfke halindeydi.

Adalet Sarayı’na gitme vakti gelmişti. Muhafızlar dışarıda yerlerini aldılar. Philip her askerin yeşil bir paspas üzerinde durduğunu fark etti. Hareket emri verilince yeşil paspaslarını hızla ve ustaca kıvırıp kollarının altına aldılar. Kalabalık yüzünden her durduklarında askerler yeşil paspaslarını açıp yeniden hareket emri verilene dek üzerinde dikiliyordu. Şehrin hem büyük meydanları hem de dar sokakları çok kalabalık olduğundan defalarca durmak zorunda kaldılar. Bu olağanüstü bir kalabalıktı. Çeşit çeşit kıyafetler giymiş kadınlar, erkekler ve çocuklar vardı. İtalyan, İspanyol, Rus ve Fransız köylüler mavi bluzları ve tahta ayakkabılarıyla dikkat çekiyordu. İngiliz köylülerinin yüz yıl önce giydiği kıyafetlerdi bunlar. Norveçliler, İsveçliler, İsviçreliler, Türkler, Yunanlar, Hintliler, Araplar, Çinliler, Japonlar, hayvan derilerinden elbiseler giyen Kızılderililer ve üzerine para keselerini bağladıkları pilili etekleriyle İskoçlar oradaydı. Philip çoğu kıyafetin hangi millete ait olduğunu bilmiyordu. Ona göre bu kalabalık capcanlı renklerin oluşturduğu muhteşem bir mozaik gibiydi. Bir keresinde Helen’la gittikleri kıyafet balosunu anımsatmıştı. O gün giydiği palyaço kıyafeti içinde kendini pek şapşal hissetmişti.

Bütün o kalabalığın içinde kendisi gibi giyinmiş tek bir çocuk olmadığını fark etti. Erkek çocukları için uygun tek giysinin kendi üzerindekiler olduğunu düşünüyordu. Bu arada Lucy yanında yürüyordu. Yola çıktıktan hemen sonra “Sen korkmuyor musun Philip?” diye sormuştu. Ama Philip cevap vermemişti. Gerçi, “Elbette korkmuyorum. Yalnızca kızlar korkar,” demek istemişti. Fakat hiçbir şey söylemeyerek Lucy’yi daha çok rahatsız edeceğini düşündüğü için böyle yaptı.

Adalet Sarayı’na vardıklarında Lucy, Philip’in elini tutup birden yüksek sesle şöyle dedi: “Ah! Bu sana bir şey hatırlatmıyor mu?”

Philip hemen elini çekti ve onunla konuşmamaya karar verdiğini unutarak “Hayır,” dedi. Bu hayır cevabı yalandı çünkü gördükleri bina ona bir şey hatırlatmıştı ama ne olduğunu söyleyemezdi.

Tutsaklar ve gardiyanları muhteşem gümüş sütunlar arasındaki kocaman bir kemerden geçip geniş bir koridor boyunca ilerledi. Burada sıralanmış olan askerler onları selamlıyordu.

Philip “Askerlerin hepsi sizi selamlar mı?” diye sordu komutana. “Yoksa yalnızca kendi askerleriniz mi selamlar sizi?”

“Askerler sizi selamlıyor,” dedi komutan. “Kanunlarımız, yaşadıkları talihsizlikler nedeniyle tutsaklara saygı göstermemizi ve onları selamlamamızı emrediyor.”

Hâkim, bronzdan yapılmış yüksek bir taht üzerinde oturmaktaydı. Tahtın iki yanında kocaman bronz ejderhalar ile siyah beyaz renkte, fildişinden yapılmış, geniş ve alçak basamaklar vardı.

İki hizmetçi hâkimin önündeki basamakların üzerine yuvarlak bir paspas serdi. Bu paspas sarı renkli ve epey kalındı. Sonra hâkim ayağa kalkıp tutsakları selamladı. “Yaşadığınız talihsizlikler nedeniyle sizi selamlıyor,” diye fısıldadı komutan.

Hâkim parlak sarı bir kaftan giymiş, beline yeşil bir kuşak bağlamıştı. Peruğu yoktu. Bunun yerine tuhaf biçimli bir şapka takmıştı. Şapkasını başından hiç çıkartmazdı.

Mahkeme uzun sürmedi. Komutan pek az konuşmuştu, hâkim ondan da sessizdi. Tutsaklara gelince, tek kelime etmelerine dahi izin verilmemişti. Hâkim bir kitabı karıştırdı. Sonra kraliyet avukatı ile siyah kıyafetli, ekşi suratlı birine dönüp alçak sesle danıştı. Ardından gözlüklerini takıp şöyle dedi:

“Sanıklar! Şehrimize izinsiz girmekten suçlu bulundunuz. Cezanız ölümdür, tabii hâkim tutsaklardan hazzetmediği takdirde geçerli bu. Eğer hâkim onları severse, cezaları müebbet hapse çevrilir. Ya da hâkim kesin bir karara varana dek hapiste kalırlar. Sanıkları götürün.”

“Ah olamaz!” diye bağırdı Philip neredeyse ağlamaklı.

“Korkmuyorsun sanmıştım,” diye fısıldadı Lucy.

“Sessiz olun,” dedi hâkim.

Sonra Philip’le Lucy’yi götürdüler.