banner banner banner
Büyülü şehir
Büyülü şehir
Оценить:
 Рейтинг: 0

Büyülü şehir

Mahkemeye gelirken geçtiklerinden çok farklı sokaklarda yürüyorlardı. Sonunda bir meydanın köşesindeki simsiyah ve kocaman bir eve getirildiler.

“İşte geldik,” dedi komutan nazikçe. “Elveda. Bir dahaki sefere artık.”

Yakası fırfırlı siyah kadife bir kıyafet giymiş, keçisakallı gardiyan dışarı çıkıp onları samimi bir şekilde karşıladı.

“Nasılsınız canlarım?” dedi. “Burada rahat edeceğinizi umuyorum. Birinci sınıf kabahatliler olmalılar değil mi?” diye sordu.

“Elbette,” diye cevap verdi komutan.

“Üst kata çıkın lütfen,” dedi gardiyan kibarca. Sonra çocukların geçmesine izin vermek için geri çekildi. “Sola dönüp merdivenleri çıkın.”

Yukarı doğru kıvrılıp duran karanlık merdivenler bitmek bilmiyordu. En üst katta bir masa, sandalyeler ve sallanan bir atla sade biçimde döşenmiş büyük bir oda vardı. Daha fazlasını kim ister ki?

“Bütün şehir ayaklarınızın altında,” dedi gardiyan. “Hem burada bana arkadaşlık edeceksiniz. Ne? Ah, beni gardiyan yaptılar çünkü bu benim gibi beyefendilere yakışan kolay bir iş. Yazmaya da bol vaktim kalıyor. Anlayacağınız üzere, ben okuma yazma bilen bir adamım. Ama kendimi yalnız hissettiğim zamanlar da oluyor. Görüyorsunuz ya, gardiyanlık edeceğim ilk tutuklular sizsiniz. Müsaade ederseniz gidip sizin için akşam yemeği getirilmesini isteyeceğim. Akıl ziyafeti ve ruhun akışından memnun olacağınıza eminim.”

Kapı gardiyanın siyah sırtının ardından kapanır kapanmaz Philip, Lucy’ye çıkıştı.

“Umarım artık mutlusundur,” dedi sert bir şekilde. “Bütün bunları sen açtın başımıza. Ne diye buraya geldin ha? Neden peşimden koşturup geldin? Senden hiç hazzetmediğimi biliyorsun!”

“Sen dünyanın en kinci, huysuz ve berbat çocuğusun,” dedi Lucy lafı hiç dolandırmadan. “İşte duydun!”

Philip bunu hiç beklemiyordu. Bu sözleri elinden geldiğince metin bir şekilde karşılamaya çalıştı.

“En azından istenmediğim yere gizlice giren sinsi beyaz bir farecik değilim,” dedi.

Sonra birbirlerine bakakaldılar. İkisi de sinirden hızlı hızlı nefes alıyordu.

“Zalim bir zorba olacağıma beyaz bir fare olurum daha iyi,” dedi Lucy sonunda.

“Ben zorba değilim,” dedi Philip.

Ortalığı yine sessizlik kapladı. Lucy burnunu çekiyordu. Philip boş odaya göz gezdirirken bu talihsizlikte Lucy ile yol arkadaşı olduklarının farkına vardı. Kimin suçu olursa olsun, hapse girmişlerdi. Bu yüzden şöyle dedi:

“Bak, seni hiç sevmiyorum. Seviyormuşum gibi de yapamam. Ama istersen şimdilik seninle barış ilan edeceğim. Buradan bir şekilde kaçmalıyız. İstersen sana yardım ederim. Yapabilirsen sen de bana yardım edersin.”

“Teşekkürler,” dedi Lucy, herhangi bir anlama gelebilecek bir ses tonuyla.

“O halde barış ilan ediyoruz. Pencereden kaçabilir miyiz bir bakalım. Bir sarmaşık olabilir. Ya da bize bir ip merdiven getirecek güvenilir bir uşak bulabiliriz. Çiftlik evinde uşağınız var mı?”

“İki seyis yamağı var,” dedi Lucy. “Ama güvenilir olduklarını sanmıyorum. Bence yaşadıklarımızda düşündüğünden çok daha fazla büyü var.”

“Elbette bütün bunların büyü olduğunu biliyorum,” dedi Philip sabırsızca. “Ama çok gerçekçi olduğu da doğru.”

“Ah yeterince gerçekçi,” dedi Lucy.

Pencereden eğilip baktılar. Ne yazık ki hiç sarmaşık yoktu etrafta. Pencere çok yüksekti. Dışarıdaki duvara dokunduklarında cam gibi pürüzsüz olduğunu gördüler.

“Böyle olmayacak,” dedi Philip. İkisi birlikte pencereden iyice sarkarak aşağıdaki şehre baktılar. Güçlü kuleler, zarif minareler, saraylar, palmiye ağaçları, çeşmeler ve bahçeler vardı. Meydanın karşısındaki beyaz bina tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu. Burası Philip’in çok küçükken gittiği ama bir türlü hatırlayamadığı Aziz Paul Katedrali olabilir miydi? Hayır, bunu şimdi bile hatırlayamıyordu. İki tutsak uzun süren bir sessizlik boyunca dışarı baktı. Şehir aşağıda uzanmaktaydı. Ağaçlar esintiyle beraber hafifçe sallanıyordu. Çiçekler göz alıcı, rengârenk bir mozaik oluşturmuştu. Büyük meydanları bölen kanallar güneş ışığında parıldıyordu. Günlük işleriyle uğraşan şehir halkı meydanlardan ve sokaklardan gelip gitmekteydi.

“Baksana!” dedi Lucy birden. “Bilmiyor musun yani?”

“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordu Philip sabırsızlıkla.

“Nerede olduğumuzu. Bütün bunların ne olduğunu bilmiyor musun?”

“Hayır, bilmiyorum. Sen de bilmiyorsun.”

“Bunları daha önce görmedin demek?”

“Hayır elbette görmedim. Sen de görmüş olamazsın.”

“Pekâlâ. Sana haberlerim var. Ben bu şehri daha önce gördüm,” dedi Lucy. “Sen de öyle. Ama bana iyi davranmadığın sürece nerede olduğumuzu sana söylemeyeceğim.”

Lucy’nin sesi biraz üzgün ama kararlıydı.

“Sana iyi davranıyorum zaten. Barış yaptık dedim ya,” diye cevap verdi Philip. “Lütfen söyle, neredeyiz sence?”

“Ben bana soğuk davranacağın, sahte bir barış istemiyorum. Gerçek bir barış istiyorum. Ah, lütfen bu kadar kötü olma Philip. Sana anlatmak için can atıyorum. Ama böyle davranmaya devam edersen söylemem.”

“Tamam,” dedi Philip. “Haydi çıkar baklayı ağzından.”

“Olmaz. Gerçekten barış yaptığımızı söylemelisin. Ben de buradan çıkana dek yanında duracağım ve asil bir dost olacağım. Senden hoşlanmak için elimden geleni yapacağım. Elbette çok uğraşmana karşın beni bir türlü sevemezsen öyle olsun. Ama denemek zorundasın. Şimdi söylediklerimi tekrar et.”

Ses tonu öyle kibar ve ikna ediciydi ki Philip farkında olmadan Lucy’nin sözlerini tekrar etti.

“Ben Philip; sen Lucy’yi sevmeye çalışacağıma, buradan kurtulana dek yanında kalacağıma ve sana karşı daima asil bir dost olarak davranacağıma söz veriyorum. Şimdi gerçekten barış ilan ediyorum. Haydi el sıkışalım.”

“Haydi söyle artık,” dedi Philip el sıkıştıkları sırada. Bunun üzerine Lucy konuştu:

“Görmüyor musun? Senin şehrindeyiz. Misafir odasındaki masaların üstüne kendi ellerinle kurduğun şehir burası. Büyü marifetiyle şehir büyüdü, böylece içine girebildik. Bak,” Lucy pencereden dışarıyı işaret etti. “Şu büyük altın kubbeyi görüyor musun? Pirinç el yıkama tasları onlar. Şu beyaz bina ise benim eski Aziz Paul Katedrali minyatürüm. İşte şuradaki Buckingham Sarayı, tepesinde oyma sincap ile satranç taşları ve mavi beyaz porselen biber saksıları var. İçinde bulunduğumuz bina ise Japon tarzı siyah etajer.”

Philip etrafa bakınca Lucy’nin söylediklerinin doğru olduğunu anladı. Burası gerçekten kendi kurduğu şehirdi.

“İyi ama ben binalarımın iç kısımlarını inşa etmemiştim,” dedi. “Hem sen benim yaptığım şehri ne zaman gördün?”

“Binaların içi büyüyle oluşmuş sanırım,” dedi Lucy. “Halam dün gece beni eve getirdi. Sen yatağa yollandıktan sonra. İşte o zaman gördüm yaptığın şehirleri ve bayıldım! Philip, barış yaptığımıza çok seviniyorum çünkü senin son derece akıllı olduğunu düşünüyorum. O güzel şeyleri yaptığını görünce halam da aynı fikirde olduğunu söyledi. Dadının her şeyi yıkacağını biliyordum. Bunu yapmaması için yalvardım ama kararlıydı. Bunun üzerine kalkıp giyindim ve ayışığında şehri bir kez daha görebilmek için aşağı indim. Tuğlalar ve satranç taşlarından birkaçı devrilmişti. Sanırım dadı yapmış olacak. Bu yüzden elimden geldiğince düzgün bir şekilde onları yerine koymaya çalıştım. Gerçekten çok hoşuma gitmişti bu oyun ama sonra kapı açıldı. Hemen masanın altına gizlendim. İçeri sen girdin.”

“Yani oradaydın? Peki büyü nasıl başladı gördün mü?”

“Hayır ama bir anda her yer çimenlerle kaplanmıştı. Sonra senin çok uzakta olduğunu gördüm, bir merdivenden çıkıyordun. Ben de peşinden geldim. Ama beni görmeni istemedim. Kızacağını biliyordum. Sonra muhafız odasının kapısından içeri baktım. Ayrıca hindistancevizi sütünü görünce çok canım çekti.”

“Peki burasının benim şehrim olduğunu ne zaman anladın?”

“Askerlerin benim kurşun askerlerime benzediğini düşündüm. Ama hâkimi görene kadar emin olamamıştım. Gemideki ihtiyar Nuh!”

“Gerçekten öyle!” diye haykırdı Philip. “Muhteşem bu! Hakikaten muhteşem! Keşke tutsak olmasaydık. O zaman şehri dolaşırdık. Binalara girip içlerinde ne olduğunu görürdük. Bütün insanları görürdük. Çünkü içeri insan koymamıştım.”

“Herhalde daha fazla büyü anlamına geliyor. Ama… Ah, zamanla öğreneceğiz.”