Uzunca bir süre seyahat ettikten sonra Odin, göz alabildiğine uzanan sazlıkları gördüğü yüksek bir noktaya vardı. Loş ışıkta, sazlığın karşısına giden, sağlam zeminli dar bir patikayı ancak ayırt edebildi. Tam karşıya geçecekti ki devlerden biri onu gördü, çok geçmeden yaratıklardan oluşan bir birlik Odin’in ardından tökezleye tökezleye koşmaya başladı. Ona ulaşmanın imkânsız olduğunu kavradıklarında ise tüm gökyüzünü haykırışlarıyla inleterek kocaman sopalarını sağa sola salladılar. Ardından korkunç bir rüzgâr çıktı, öyle ki bu rüzgâr neredeyse Odin’i o daracık patikadan savurup atacaktı. Ejderha şeklindeki bulutlar, ağızlarını açıp kuvvetli rüzgârlar üflüyordu. Nihayetinde sağ salim karşıya geçmişti, ancak hüsranla karışık öfke uğultuları Odin’in arkasından yankılanmaya uzunca bir süre devam etti.
Sonrasında bir nehre vardı. Nehrin koyu, hızlı akıntısı beraberinde sivri taşlar ve demir parçaları taşıyordu. Ölümcül akıntının üzerinde hiçbir köprü bulunmuyordu, fakat Odin bir ağaç parçasının üzerinde güvenle karşıya geçmeyi başardı.
O âna dek gördüğü en yüksek dağlar güney yönünde belirmeye başlamıştı. Biri diğerlerinden daha yüksekti, yamaçlarından ise on iki nehir akıyordu. Tepesinde buz gibi soğuk kaynak Hvergelmir vardı. Dünya Ağacı Yggdrasil’in üç kökünden biri, bu kaynağın sularıyla besleniyordu. Yine bu kaynaktan çıkan nehirler her yöne dağılıyordu; bazıları devlerin soğuk ve sisli topraklarından geçip kuzey okyanusuna, bazıları ise güneye, Dünya Ağacı’nın iki kökü altında kuyularını koruyan Mimir13 ve Urd’un14 engin diyarlarına doğru akıyordu.
Odin dağa doğru yaklaşınca yolu kasvetli bir mağaraya düştü, burada bir köpeğin hırıltısı ile demir bir kapının gıcırtısını duyuyordu. Bu kapının Niflheim’in aşağısındaki işkence diyarına açıldığını biliyordu; bu diyar öyle bir diyardı ki o âna dek aştığı yollardan çok daha karanlık, çok daha korkunç bir yerdi. Mağaradan çıkınca yolu dosdoğru dağa yöneldi. Dağın zirvesinde yalnız başına duran bir gözcü vardı. Bu gözcü, kaynağın güvenilir koruyucusu, devlerin ise ölümcül düşmanıydı.
Odin’in yaklaştığını görünce onu selamladı. “Yaratıklar size zarar vermeye çalıştı mı, Odin? Nefret dolu canavarlar, Tanrıların Babası’nı öldürüp Asgard’ı ele geçirmekten memnuniyet duyarlardı. Dikkat edin, Loki onlarla çok fazla zaman geçiriyor. Onu sık sık oralarda görüyorum. Karanlık sayesinde tamamen gizlendiğini düşünüyor, ancak benim gözlerim karanlıkta da görebiliyor.”
Odin cevap verdi: “Evet Egil, senin gözlerinle Heimdall’ın kulakları, düşmanlarımıza karşı en iyi savunmamızı oluşturuyor. Gördüğün gibi sağ salim gelebildim. Eğer beni tanısalardı daha büyük bir şiddetle saldırırlardı. Loki’ye gelince, ne denli tehlikeli biri haline geldiğinin farkındayım. Yine de henüz onu Asgard’dan süremem, zira onun masum olduğunu düşündüğüm günlerde, henüz ikimiz de gençken ettiğim bir yemine bağlıyım. Her neyse Egil, acele etmeliyim. Tamamlamam gereken mühim bir iş var.”
Odin dağın güney yamacından iniyordu ki birkaç gündür kasvetli topraklar yüzünden bitkin düşmüş gözleri hoş bir manzarayla karşılaştı. Bulunduğu bölge hâlâ dağlıktı, ancak tamamen karanlık ve çorak değildi. Taşların üstünde değerli metaller ışıldıyor, etrafta ise parıldayan mücevherler ve kristallerle kaplı mağara ağızları bulunuyordu. Odin durup kulak kabarttığında cücelerin çekiçlerinin, kazmalarının sesini duyabiliyordu. Şafak hâlâ tam olarak sökmemişti, yine de zaman zaman gökyüzünden ışıklar saçılıyor, dağların üzerinde hoş renkler dans ediyordu.
Odin daha sonra geniş bir nehri geçmek zorunda kaldı, bunun ardından belli bir uzaklıkta bulunan muhteşem bir kale gördü. Bu kale, alışılagelmedik bir biçimde süslenmişti. Kalenin köşelerinde sırıtan taş ejderhalar vardı, mücevherlerden yapılmış gözlerinin üstüne ışık vurdukça bu gözler ateş gibi parlıyordu.
İnce sütunlarına altından yılanlar, bakırdan kertenkeleler dolanmıştı; metal asmalar duvarları sıkı sıkı sarıyor, çiçekler için kıymetli taşlar taşıyordu. Yapının bir bölümünden bir alev yükseliyordu, besbelli ki orada bir şeyler yapılıyordu.
Bu tuhaf kale, tanrılar için müthiş silahlar ve ziynet eşyaları yapan ünlü zanaatkâr cücelerin, Sindri ve erkek kardeşlerinin yuvasıydı. Ivaldi’nin oğulları dışında hiç kimse beceri konusunda onların yanına dahi yaklaşamazdı. Ivaldi’nin oğulları bir miktar dev kanı taşıyorlardı; zanaatkâr oldukları kadar büyücü oldukları da söyleniyordu. Onlar ve cüceler arasında bir çeşit rekabet vardı, fakat birbirlerine kızgın değillerdi. Odin kalenin yanından geçti, ama içeri girmedi.
Odin yoluna devam ettikçe dağlar tüm o yabani vahşiliklerini yitirerek, gökyüzüne yumuşak çizgilerle yükselmeye başladı. Artık ormanlarla, asmalarla örtünüyorlardı. Yamaçlarından dereler akıyor, bu dereler puslu birer şelaleye dönüşüyordu. Dağların arası huzur veren vadilerle doluydu, çok yükseklerde ise sonsuz günbatımının tonlarıyla ışıldayan bulutlar vardı. Bu topraklar, karanlık gecenin ve göz kamaştıran öğle vaktinin hiç uğramadığı yerlerdi.
Dağlar gitgide yumuşayarak tepelere dönüştü, en sonunda bu tepeler de altın tahıllar ya da uzun ve dalgalı çimenlerle kaplı düz çayırlıkların geniş sahası içinde yok oldu. Etrafta derin ve huzur dolu nehirler akıyordu. Her yerde çiçekler açıyor, rengârenk tonları küçük su birikintilerinin durgun suları üzerine yansıyordu. Geyik sürüleri ürkekçe Odin’e yaklaştı, o yürüdükçe kuşlar cıvıldadı. Yaprakları hareket ettiren tek şey narin esen meltemdi, tüm sesler alçak ve hoştu.
Güney ufkunda beyaz bulut kümeleri görülüyordu, birbirleri üstüne birikip yüksek bir yığın oluşturmuşlardı. Fakat Odin onlara doğru yürüdükçe bu bulutların mermerden dağlar olduğunu fark etti, kutsal bir yeri çevreledikleri aşikârdı. Binbir çeşit renk altında âdeta yıkanırken, bembeyaz gözcüler gibi dikiliyorlardı.
Bu mermer duvarın üzerinde bir giriş yokmuş gibi görünüyordu. Ne var ki Odin buraya vardığında mermerin üstüne asasını vurdu ve bir kapı açıldı. Odin’i ciddi, muhterem bir adam karşıladı, sonrasında meşalesinin ışığını yansıtan kristaller sayesinde ışıldayan geniş bir mağaranın içinde Odin’e yol gösterdi. Mağaranın öteki ucunda bir kapı vardı. Bu kapı, Odin’in içeri girdiği kapıdan daha büyüktü, yuvarlak bir vadiye açılıyordu.
Vadinin yanları mermer dağlardan oluşuyordu fakat içeriden bakıldığında dağ gibi görünmüyorlardı, çünkü çok güzel bir biçimde oyulmuşlardı. Mermerlerin üstü, onların beyazlığını bir örtü gibi gizleyen zarif asmalarla kaplıydı.
Vadinin ortasında, devasa Dünya Ağacı’nın kökü büyüyordu. Derin bilgelik kuyusunun suları ise ağacın bu kökünü besliyordu. Vadinin öte ucunda görkemli bir saray vardı. Orada burada ağaç grupları bulunuyordu, her yanda nadir bitkiler çiçek açmıştı. Bir göletin yanında kocaman bir kaplumbağa vardı, sırtı çağlar boyunca oluşmuş kabuklarla kaplıydı, ışığın altında tembelce yayılıyordu. Muhteşem gözlere sahip zararsız yılanlar, ağaç gövdelerinin etrafına dolanıyordu. Ejderhalar kanatlarını kıvırmış uyuyordu. Bunların yanı sıra birçok kadim ve görülmemiş yaratık da ya korulukların ortasında dinleniyor ya da mermer duvarların oyuklarının altında ışıkla yıkanıyordu. Canlı renklere sahip kuşlar bir daldan diğerine uçuyor, bu sırada tavus kuşları da gururla yürüyerek kuyruklarını açıyordu. Manzara, üzerine düşen ışık sayesinde daha da hoş bir hal alıyordu. Bu ışık, gün ışığı değildi. Nereden geldiği de belli değildi, ama yumuşak aydınlığıyla vadiyi âdeta bir huzur seline boğuyordu.
Odin, bir süre boyunca bu manzarayı izledi, sonra vadinin ortasına doğru yavaşça yürüdü. Devasa endamıyla bir adam, Dünya Ağacı’nın kökünün altında oturuyordu, görünüşe göre tüm dikkatini kuyunun sularını izlemeye vermişti. Uzun gümüşi bukleleri omuzlarının üzerinde salınıyor, beyaz sakalıysa göğsüne düşüyordu. Yüzünde hiçbir yaşlılık belirtisi yoktu, buna rağmen kafasını kaldırdığında derin mavi gözlerinde çağların bilgeliğinin ışıltısı belirmişti, tüm tavırlarına kusursuz bir huzur hâkimdi. Eli, oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmış kuyu ağzının üstünde duruyordu. Hemen yanında çok büyük bir sandık vardı, ilginç bir biçimde oyulmuştu ve geçmiş çağlardan hazineleri içeriyordu. Bu sandığın üstünde gümüş bir borazan duruyordu, bu borazanın üstünde ise altından rünlerle Heimdall’ın adı yazılıydı.
Odin iyice yaklaşınca Mimir ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Hoş geldin Odin! Görüyorum ki kuzeyden geliyorsun. Bu kez zor bir yol seçmişsin, üstelik yürüyerek gelmişsin!”
“Evet, Mimir,” diye cevap verdi Odin. “O yolu seçtim, çünkü hasımlarımın topraklarını keşfetmek istedim. Sana danışmak, yardım almak için geldim.”
“Biliyorsun, sana seve seve yardım ederim,” dedi Mimir.
“Hevesini anlıyorum,” diye cevap verdi Odin. “Fakat bu kez, daha önce senden hiç istenmemiş bir şey isteyeceğim. Tehlikeler, hükümdarlığımın etrafını dört koldan çevrelemiş durumda. Loki gitgide kötülüğe yöneliyor. Demirorman’ın Cadısı’yla15 evlendi, çocukları bizim ölümcül düşmanlarımız olacak gibi duruyor. Üstelik bildiğin üzere, buz devleri ve dağ devleri de bir zafer ihtimali gördükleri anda bize saldırmaya hazırlar. Asgard ile insanların dünyası Midgard’ı korumak ve yönetmek için şüphe yok ki yüce bir bilgeliğe ihtiyacım var.”
Her ikisi de bir süreliğine sessiz kaldı, sonra Odin samimiyetle Mimir’e bakarak “Bu bilgeliği kazanmak için de derin kuyundan bir yudum su içmek istiyorum,” dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra Mimir yavaşça konuştu. “Bu çok büyük bir istek Odin! Bunun bedelini ödemeye hazır mısın?”
Odin hevesle cevap verdi. “Evet! Asgard’daki tüm altınları, en iyi kılıçlarımızı ve mücevherlerle kaplı kalkanlarımızı verebilirim! Hatta o değerli sudan bir yudum içebilmek için Sleipnir’i bile veririm!”
“Bunlar, arzuladığını sana kazandırmaz,” dedi Mimir. “Bilgelik, yalnızca acı ve fedakârlık sayesinde kazanılabilir. Bilgelik uğruna gözlerinden birini verebilir misin?”
Odin’in çetin çehresinden bir gölge geçti, uzun uzun düşündü. En sonunda ağır ağır şöyle dedi: “Eğer ihtiyacım olan bilgeliği bana kazandıracaksa gözlerimden birini verecek, gerekli her acıyı çekeceğim.”
Odin’in o gizemli vadide ne acılar çektiğini, neler öğrendiğini kimse bilmiyordu. Bazıları, Mimir’in kuyusundan bir yudum alabilmek için gözlerinden birini gerçekten verdiğini söylüyor. Fakat bu konuya dair “Odin’in Rün Şarkısı” adı verilen eski şarkıda hiçbir ibare bulunmuyor. Üstelik en eski şiirlerin bazılarında da Odin’in tek gözlülüğüne dair hiçbir belirti yok. Bu sebeple ondan böyle bir fedakârlıkta bulunmasının istenmiş olması şüphelidir. Odin, rün şarkısında şöyle söylüyor:
Tam dokuz gecerüzgârlı bir ağaçtasallandım da sallandım.Sonradan Odin’e sunulmuşbir mızrakla yaralandım;kökünün nereden geldiğinikimsenin bilmediğio ağaçta,kendimi kendime feda ettim.Kimse vermedi bir ekmek,ya da bir boynuz içecek.Aşağı doğru baktım,elimi rünlere uzattım.Hepsini inleyerek bir bir öğrendimsonra o ağaçtan aşağı indim.Bestial dölü Bolthorn’unünlü oğlundan dokuz tesirlişiir öğrendim;Odhrasrir’den alınmışo değerli likördenbir yudum içtim.Sonra büyümek ve serpilmek için,başladım meyve vermeyeve birçok şeyi bilmeye.Kelime kelimearadım kelimeleri;hakikat hakikataradım hakikatleri16.KURT BAĞLANIYOR
Odin, uzun süren yokluğunun ardından Asgard’a geri döndü. Onun her zamankinden daha vakur ve haşmetli göründüğü konusunda herkes hemfikirdi. Görüp işittiği muhteşem şeyleri eşi Frigga17 hariç hiç kimseye anlatmadı. Frigga da kendisine açılan sırlardan kimseye bahsetmedi.
Odin döndüğünde Loki uzaklardaydı. Bu sebeple Odin, sinsi tanrı ile Demirorman’ın Cadısı’nın çocuklarını, kimseye zarar veremeyecekleri bir yere koymak için harekete geçti.
Çocuklar, anne ve babalarına çekmişti. Biri henüz tamamen büyümemiş bir kurttu, adı Fenrir’di. Odin, Fenrir’i Asgard’a getirip Æsir’in en güçlü, en cesur üyelerinden Tyr’ün18 sorumluluğuna bıraktı. Diğer çocuk tehlikeli bir yılandı, bu yılan da insanların dünyası Midgard’ı çevreleyen Okyanus’a konuldu. Bu yılan suyun dibine ulaştığında büyümeye başladı, öylesine hızlı büyüyordu ki çok geçmeden Midgard’ın etrafını tamamen çevrelemişti; kuyruğu ise büyüyecek başka bir yer olmadığı için boğazının içine doğru büyümeye başlamıştı. O günden sonra bu yılan, “Midgard Yılanı” olarak anılmaya başladı. Gelgelelim üçüncü çocuğun görüntüsü bu yaratıklardan bile daha korkunçtu.
Bir kız görünümündeydi, ama annesi Demirorman Cadısı’nın katı kalbine sahipti. Vücudunun yarısı kireç gibi bembeyazdı, kimse ona bakmaya cüret edemiyordu. Odin, bu çocuğu, Dünya Ağacı’nın üçüncü kökü altındaki çeşmeyi koruyan, ölüler diyarının hükümdarı Urd’a yolladı. Urd da bu korkunç çocuğu Niflheim’in altında bulunan işkence dünyasının başına kraliçe tayin etti.
Loki’nin küçük çocukları, en azından şimdilik güvenli yerlere gönderilmişti. Oysa kurt Fenrir, her geçen gün daha vahşi, daha güçlü bir hale geliyordu. Tyr, çok güçlü olmasına rağmen, onu kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Bu yüzden tanrılar, birbirlerine danıştıktan sonra, kurdu demir zincirlerle bağlamaya karar verdiler.
Asgard’da bir demirhane vardı; bu demirhanede zincirler, kılıçlar, kalkanlar ve baltalar yapmak için müthiş araçlar bulunuyordu. Tanrılar burada, Asgard’da o zamana dek görülmüş en kalın ve en güçlü zincirleri dövdüler. Sonra bu zinciri alıp Fenrir’e götürdüler, ondan gücünü göstererek kendilerini eğlendirmesini istediler.
Fenrir, gücüyle gurur duyuyordu. Zincirleri gördüğü anda onları kolayca kırabileceğini anlamıştı. Bu yüzden tanrıların kendisini bağlamasına izin verdi, zincirler etrafına bağlanırken usulca bekledi. Zincirler bağlandıktan sonra Fenrir adalelerini gerdi, zincir göz açıp kapayıncaya kadar birkaç parçaya bölündü. Tanrılar, bu olan bitenler onları eğlendirmiş gibi davrandılar, kurdun gücünü övüp bu oyunu başka bir gün tekrar oynamak istediklerini söylediler.
Artık kurdu zapt edecek zincirleri yapmanın kolay bir iş olmayacağını anlamışlardı. Bu kez en yetenekli metal işçilerini tuttular, onlar da bu ikinci zincirin dövülebilecek en güçlü zincir olması için ellerinden geleni yaptılar. Zincirin yapımı bittiğinde böylesi bir zincirin Dokuz Diyar’da daha önce hiç görülmediği ileri sürüldü.
Daha önce olduğu gibi yine Fenrir’e gittiler. Zincir o denli ağırdı ki birkaç tanrı yerde sürüye sürüye getiriyordu, böylesine ağır bir zincirin getirildiğini gören Fenrir şüphelendi. Bağlanmayı reddetti. Bunun üzerine tanrılar, içindeki güç gururu kabarana dek kurdun kibrinin üstüne gittiler. Gücünü göstermeye hevesli olan Fenrir, tüm vücudu demir bağlarla kaplanana dek zincirin etrafına dolanmasına izin verdi. Sonra yerde yuvarlanıp devasa kaslarını sıktı. Zincirin halkaları, sanki kırılgan bir metalden yapılmış gibi paramparça oldu. Bunu gören tanrılar, duygularını ellerinden geldiğince gizlemeye çalışarak kurdun gücünü ve cesaretini her zamankinden daha fazla övdüler.
Odin, engin bilgeliği sayesinde, Fenrir’in zincire vurulmasının ne denli önemli olduğunu fark etmişti. Bu amaca hizmet edecek kadar güçlü bir zincirin Asgard’da dövülemeyeceğini anladığında, güçlü bir zincir alması için Skirnir’i kara elflerin yurduna gönderdi. Zira tanrılar her ne kadar yüce varlıklar olsalar da elfler ve devler bazı meselelerde onlardan daha çok şey biliyordu. Gerçekten de kara elfler, Skirnir’e verdikleri zinciri yapabildiklerine göre oldukça bilge ve yetenekli olmalıydılar. Zincirin yapımında kullanılan materyalleri nasıl elde ettikleri bir gizemdi, çünkü Asgard ya da Midgard’da çok nadir görülen altı maddeyi kullanmışlardı: Kedinin ayak sesi, kadın sakalı, dağ kökleri, ayının sinir uçları, balık nefesi ve kuş salyası. Böyle şeylerden bir zincir yapılabileceğine inanmak bile güçtü. Bu sebeple yaptıkları zincirin, ipek bir ip kadar yumuşak ve ince olması ya da Dokuz Diyar’da yapılan herhangi bir zincirden çok daha kuvvetli olması bir mucize değildi.
Skirnir, katetmesi gereken mesafe göz önüne alınacak olursa bu işi hemencecik halletti. Tanrılar, Skirnir’in beraberinde narin, ipeksi bir bağ getirdiğini gördüğünde memnun oldular. Bu kez başarılı olacaklarından emindiler, zira kara elfler tarafından yapılan şeyler her zaman müthiş niteliklere sahip olurdu.
Tanrılar, Fenrir şüphelenmesin diye kayalık bir adaya gezinti düzenleyeceklerdi, bu gezinin tüm amacının eğlence olduğuna dair numara yapıyorlardı. Eğlence, başlıca güç denemelerini içerecekti. Fenrir onlarla gitti. Ortalıkta herhangi bir zincir görseydi bunun pis bir oyun olduğundan şüphelenirdi, ama ortalıkta zincir falan görmemişti.
Adaya varır varmaz mücadelelere başladılar. Yarıştılar, engeller üzerinden atladılar, ok atıp güreştiler; kısacası, güç ve yetenek gösteren her şeyi yaptılar. Yarışmalar bittikten ve kazananlar ödüllendirildikten sonra Fenrir’e yakın bir çimene oturdular, konuşup şakalaştılar.
Tanrılardan biri, bağrından büyülü bağı çıkardı ve yanındakine uzatıp “Bu bağın göründüğünden daha güçlü olduğunu söylüyorlar. Bir dene bakalım, koparabilecek misin,” dedi. Bağı alan tanrı, beyhude de olsa bağı koparmayı denedi. Sonra bir nükte yapıp yanındaki diğer tanrıya uzattı, böylece bağ elden ele gezdi.
Herkes deneyip başarısız olunca Skirnir, sanki tam o an aklına gelmiş gibi “Bir de Fenrir denesin. Başka hiçbir şey yapamasa bile, zincirleri kırma konusunda epey güçlü,” dedi.
Böylece tanrılardan biri bağı uzattı. “Fenrir, gücünü bu küçük iple sınamak ister misin? Belki böylesine ince bir bağla bağlanmayı küçümsüyorsundur, fakat bu bağ bizim ellerimizin koparamayacağı kadar kuvvetli.”
Kurt bu sınavı reddetti, çünkü bir hainlikten şüpheleniyordu. Bunun üzerine tanrılar onu kışkırttılar, öyle bir bağla bağlanmayı yalnızca korkakların reddedeceğini söylediler. Bu kışkırtmalar Fenrir’in kibrini uyandırdı; en sonunda bu bağın vücuduna bağlanmasına izin verdi, ancak iyi niyet göstergesi olarak bu iş yapılırken tanrılardan birinin sağ elini çenesinin içine koyması gerektiğini öne sürdü.
Bu öneriyi duyan tanrılar birbirlerine endişe dolu gözlerle baktılar. Ama kısa bir duraksamadan sonra Tyr, sonucun ne olacağını iyi bildiğinden kurda yaklaştı, sağ elini kurdun dişlerinin arasına koydu ve kahkaha atarak, “Merak etme Fenrir, bunun yalnızca bir şaka olduğunu göreceksin!” dedi.
Kurt, ipin vücuduna bağlanmasına izin verdi. Büyülü bağ sıkıca bağlandığında Tyr hariç tüm tanrılar geri çekildi, çünkü mücadelenin korkunç olacağını biliyorlardı.
Canavar kaslarını sıktı, ne kadar çok çabalarsa bağın da o kadar sıkılaştığını fark ettiğinde Tyr’ün elini ısırıp bileğinden kopardı, sonra yerde yuvarlanmaya başladı, gökyüzünü öfke ve çaresizlik uğultularıyla dolduruyordu. Beyhude çabalarının ardından bitkin düştükten sonra, tanrılar onu alıp Asgard’a geri götürdüler.
Odin, Fenrir’i, Niflheim’in altındaki işkence topraklarının19 birinde bulunan kayalık bir ada üzerindeki karanlık bir mağaraya gönderdi. Toprağın alt tabakalarında bulunan bir taşa zincirlendi, çenesini açık tutmak için ağzına bir kılıç yerleştirildi; öyle ki, kılıcın kabzası alt çenesine, ucuysa damağına sabitlenmişti. Ağzından zehirli bir nehir doğup akmaya başladı. Fenrir, Tanrıların Alacakaranlığı -yani Ragnarök- gelene dek orada kalacaktı.
Cesur Tyr, fedakârlığı sayesinde Asgard’ı tehlikeli bir düşmandan kurtarmıştı.
ÖLÜLERİN YARGI SALONU
Odin ve diğer tanrılar, her gün Bifrost üzerinde yolculuğa çıkar, güneye doğru gidip aşağı diyarlara inerlerdi. Gökteki köprünün güney ucunda, Yggdrasil’in üçüncü kökünü sulayan bir kuyu vardı. Eski bir kitapta yazılanlara göre bu kuyunun suları “öylesine kutsaldı ki temas ettiği her şeyi yumurtayla yumurta kabuğu arasındaki ince zarın bembeyaz bir rengine dönüştürürdü.” Yggdrasil’in kökleri, bu kuyunun sularıyla besleniyor, bunun bir sonucu olarak da bir gümüş kadar saf görünüyordu. Tüm kuğuların ataları olan iki bembeyaz kuğu, bu kuyunun yüzeyinde süzülürdü. Kuyunun ağzı, tıpkı Mimir’in kuyusunun ağzı gibi oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmıştı.
Ölüler Diyarı’nın Kraliçesi, Yüce Norn Urd, iki kız kardeşiyle birlikte bu kuyunun yanında yaşıyordu. Emrine uymak için hazır bekleyen bir dolu ulak ve hizmetçi vardı. Hükmettiği topraklar çok genişti, hükmü Niflheim’in altındaki karanlık topraklara kadar uzanıyordu. Midgard’da ölen tüm canlılar, önce onun kuyusunun yanındaki büyük mahkeme salonuna gelirlerdi. Tanrılar, Urd’la birlikte oradakilerle buluşup onları yargılamak için her gün titrek köprüden geçerek aşağı diyarlara inerlerdi. Demirden yapılmış ağır savaş arabası köprüye zarar verebileceği için yıldırım tanrısı Thor bu köprünün üzerinden geçemiyordu; bu yüzden oraya ulaşmak için üç nehir geçmek zorundaydı.
Yüce mahkeme salonu kutsal bir yerdi. Orada verilen kararlar, ister merhametli ister acımasız olsun, her zaman adildi. Yaşamları boyunca kötülük etmiş ölümlüler işkence diyarına gönderilirdi. Savaş alanında yaşamını yitirenler ise Herkesin Babası Odin’in ya da Æsir’le birlikte Asgard’da yaşayan Vanir20 tanrıçası Freyia’nın21 yanına gönderilirdi. Odin, savaş alanındaki kahramanları seçip onları Asgard’a getirmeleri için genç kızlardan oluşan Valkürleri gönderirdi. Bu kahramanlar, Odin’in Valhalla’daki büyük sarayına giderler, orada her gün ziyafet çekip dövüşürlerdi, zira Tanrıların Alacakaranlığı Ragnarök’ün geleceği günde kötü güçlerle savaşmak için hazır olmaları gerekiyordu. Freyia ise ölene dek birbirlerine sadık kalan âşıkları tekrar bir araya getirirdi. Yaşamları huzur dolu ve temiz geçen ölümlüler, her zaman yaz mevsiminin yaşandığı, güzel toprakların yemyeşil uzandığı bir bölgede bulunan, Urd tarafından onlara özel olarak hazırlanmış bir eve giderlerdi.
BALDUR VE LOKİ
Mahkeme salonunda hiçbir tanrı, Baldur kadar hürmet görmüyordu. Bir savaşçı olarak ün kazanmamıştı, gücüyle de dikkat çekmezdi; gelgelelim saf kalbi ve erdemli yaşamı sayesinde yargıları her zaman net, kararları ise tamamen adildi. O konuştuğunda kimse onun söylediklerini sorgulamazdı.
Baldur yalnızca kusursuz bir yargıç değildi. Herkesin, hatta acımasızların ve güçlülerin bile onu sevmesini sağlayan başka nitelikleri de vardı. Öylesine nezaket ve anlayış doluydu ki gittiği yerlerde güneş daha parlak bir hal alıyor, herkesin kalbi sevinçle doluyordu. En baştan beri günahsız bir hayat sürüyordu, tek amacı diğerlerini mutlu etmekti. Karakterinin güzelliği, yüzüne ve vücuduna da yansımıştı. Tüm tanrılar arasında en yakışıklısı oydu. Hatta ona sık sık “Güzel Baldur” derlerdi. Midgard’daki insanlar, bulabildikleri en beyaz çiçeğe onun adını vererek bu çiçeğe “Baldur’un Çehresi22” dediler.
Ne var ki, çok seviliyor olmasına karşın Baldur’un amansız bir düşmanı da vardı: Hain ve kindar Loki. Loki içten içe tüm tanrılardan nefret ediyordu, ama en sevmediği tanrı Baldur’du. Vahşi kıskançlığı, Baldur’un Asgard’da gördüğü sevgi sebebiyle gittikçe artıyordu. Ondan, karanlığın ışıktan nefret ettiği kadar nefret ediyor, kötünün iyiden tiksindiği kadar tiksiniyordu. Tüm entrikaları ve planları tek bir sona çıkıyordu; nefret ettiği o tanrıyı öldürmeliydi. Uzun zamandan beri bir şekilde Odin’i alaşağı, Asgard’ı ise harap etmeyi ümit ediyordu, ancak önce Baldur’u öldürecekti; çünkü biliyordu ki onun ölümü, herkesin içinde eşi benzeri olmayan bir keder uyandıracaktı.
BALDUR’UN RÜYALARI
Tanrıların göz bebeği Baldur, kedere boğulmuştu. Sarayı Breidablik23 artık onu memnun etmiyor, eşi Nanna ise onu teselli edemiyordu. Sesi artık tanrıların konsey salonlarında duyulmuyordu. En sonunda, uzun süren bir sessizlik içinde acı çektikten sonra, kederinin sebebini Odin ve Frigga’ya açtı. Uzun zamandır her gece, ölüm gününün çok uzakta olmadığını, çok sevdiği yurdunu terk etmesi ve dostlarından uzakta, yeraltı diyarında yaşaması gerektiğini söyleyen rüyalar görüyor ve bu yüzden acı çekiyordu. Bu düşünce onu öylesine üzüyordu ki gördüğü ya da duyduğu şeyler, ne kadar neşe dolu olursa olsun, Baldur’un hüznünü geçiremiyordu.
Odin, hemen tüm tanrıları ve tanrıçaları divana çağırdı. Birbirlerine danıştıktan sonra içlerinden bazılarını, geleceği kendilerinden daha iyi bilen bilge devlere ve diğer canlılara gönderdiler. Bu varlıkların hepsi, Baldur’un öleceğini belirtti.
Bunun ardından yaşayan her canlıdan, hatta bitkilerden ve metallerden, Baldur’a zarar vermeyeceklerine dair yemin almaya karar verdiler. Bu yeminler Frigga huzurunda edilecekti. Günler boyunca Asgard, bu kutsal yemini etmek için gelen canlı türleriyle dolup taştı. Nihayetinde hepsi yemin etti.
Ne var ki bu bile Odin’i tatmin etmemişti. Aşağı diyarlara inerek oğlunun kaderiyle ilgili bilgiyi orada aramaya karar verdi. Sleipnir’e eyer vuruldu. Herkesin Babası, yine bilgelik arayışında Mimir’in topraklarını ziyaret ederken arşınladığı yollardan gitti. Gökteki köprüyü tekrar katetti, kuzeye doğru yol alarak uyku nedir bilmeyen gözcü Heimdall’ın parlak kalesinin yanından geçti. Bu kez yanında Sleipnir vardı. Sleipnir, Odin’i karanlık buz bölgesinden ve dağ devlerinin kasvetli topraklarından hızla geçirdi.