David S. Kidder, Noah D. Oppenheim
ENTELEKTÜELİN KUTSAL KİTABI
Bu kitap ortak bir çalışmanın ürünüdür. Bu projeyi sonuna kadar fikirleriyle besleyen, Rodale’den Leigh Haber’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. David Black Ajansı’ndan Joy Tutel’a tutkulu bir destekçi ve de arkadaş olduğu için, Andy Carpenter ile Tony Serge’e vizyonumuzu anladıkları için teşekkürler. Nelson Kunkel ve Vernon Steward’aysa başlangıçta eleştirilerini bizlerle paylaşarak çalışmamıza katkıda bulundukları için teşekkür ediyoruz.
Her madde ilgili alanlarda uzman olan yazarlar1 tarafından araştırılıp bir araya getirildi. Sonra her biri doğrulukları açısından akademisyenlerce gözden geçirildi.
KATKIDA BULUNAN YAZARLARTarih – Alan Wirzbicki
Edebiyat – Matt Blanchard
Görsel Sanatlar – Eric von Dorster
Bilim – Jennifer Drapkin
Müzik – Robbie Whelan
Felsefe – Frederick Stazz
Din – Andrew Silver
KATKIDA BULUNAN EDİTÖRLERTarih – Dr. James Downs
Edebiyat – Dr. Georgette Fleischer
Görsel Sanatlar – Dr. Irina Oryshkevich
Bilim – Dr. David Boyajian
Müzik – Dr. Melissa Cox
Felsefe – Dr. Thomas Kelly
Kitabın orijinalinin basılma sürecinde, konulara hakim uzmanlar ve editörlerin elinden geçmiş olmasına rağmen, biz de Türkçe baskısı için gerek çeviri gerekse içeriğe dair olası hataların önüne geçebilmek amacıyla, konuların uzmanı hocalarımızdan editör desteği aldık.
Katkılarından dolayı teşekkür ederiz.
Tarih – Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden
Edebiyat – Doç. Dr. Cüneyt Issı
Görsel Sanatlar – Yılmaz Deniz (YL)
Bilim – Prof. Dr. Daniyal İsrafilzade
Müzik – Seher Gül
Felsefe – Yaşar Ciniviz (YL)
Din – Yrd. Doç. Dr. Fahri Maden
Giriş
Entelektüelin Kutsal Kitabı ruhunuzu besleyecek, zihninizi çalıştıracak ve eğitiminizi tamamlamanıza yardımcı olacak bir yıllık günlük okumalardan oluşmaktadır. Her madde farklı bir bilgi sahasından alınmıştır: tarih, edebiyat, görsel sanatlar, bilim, müzik, felsefe ve din. Her gün bir bölüm okuyarak her hafta bu sahalardan birer bilgi edinebilirsiniz.
Bu okumalar özellikle de yaşlanma karşısında beyninizi dinç tutmanızı sağlayacak düzenli bir egzersiz kaynağıdır. Günlük koşuşturmacadan insan zekâsının seçkin dünyasına doğru bir kaçışı temsil etmektedirler. Ayrıca, sizi zihinsel keşiflere çıkararak önünüzde yeni ufuklar açarlar.
İşte sizi bekleyen bu yolculuğun küçük bir özeti…
PAZARTESİ – TARİH Batı medeniyetinin gelişimini şekillendiren olaylara ve insanların hayatlarına bir göz atacağız.
SALI – EDEBİYAT Büyük yazarların hayatlarına ve günümüz okurlarına ilham vermeyi sürdüren şiir ve romanlarının özetlerine bakacağız.
ÇARŞAMBA – GÖRSEL SANATLAR Dünyanın en etkileyici resim, heykel ve mimari eserlerini yaratan sanatçı ve sanat akımlarına bir giriş yapacağız.
PERŞEMBE – BİLİM Kara deliklerin kaynağından pillerin nasıl çalıştığına, bilimin harikalarını yalın bir şekilde ortaya sereceğiz.
CUMA – MÜZİK En önemli bestecilerimize neler ilham verdi, notalarla dolu bir sayfa nasıl okunur ve Mozart neden o kadar saygıdeğerdi? Detaylı bir şekilde müzikal mirasımızı gözden geçireceğiz.
CUMARTESİ – FELSEFE Antik Yunan’dan yirminci yüzyıla, insanoğlunun en büyük düşünürlerinin yaşamı ve evrenin anlamını açıklama çabalarını göreceğiz.
PAZAR – DİN Dünya üzerindeki büyük dinlere ve bu dinlerdeki inançlara göz atacağız.
Çevirdiğiniz her sayfanın size ilham vermesini ve hayatınızda yeni keşiflerin önünü açmasını umuyoruz.
– David S. Kidder ve Noah D. OppenheimAlfabe
M.Ö. 2000 dolaylarında Mısırlı firavunlar bir sorunları olduğunu fark ettiler. Ele geçirip köle olarak kullandıkları savaş esirlerinin sayısı, komşularına karşı kazandıkları her zaferle birlikte artıyordu. Fakat köleler hiyeroglif yazısını okuyamadığı için Mısırlılar bu kölelere emirlerini yazılı olarak iletemiyorlardı.
Mısır hiyeroglifleri gibi erken dönem yazı sistemleri aşırı derecede kullanışsızdı ve bunları öğrenmek de çok zordu. Bu sistemler binlerce karakterden, her biri bir fikri veya sözü temsil eden sembollerden oluşuyordu. Bunları ezberlemek yıllar alabiliyordu. Aslında bu karmaşık yazıyı sadece bir avuç Mısırlı okuyup yazabiliyordu.
Dilbilimciler bugünkü alfabelerin neredeyse tümünün dört bin yıl önce Mısırlıların köleleriyle iletişim kurabilmek için buldukları basitleştirilmiş hiyeroglif yazısından türediğine inanmaktadırlar. Bir alfabenin, tüm Batı dünyasınca kullanılan yazı sisteminin gelişimi antik çağ insanının iletişim şeklini değiştirmiştir.
Hiyeroglif yazısının basitleştirilmiş versiyonunda her bir karakter sadece bir sesi temsil ediyordu. Bu yenilikle beraber karakter sayısı birkaç binden birkaç düzineye kadar inerek, karakterlerin daha kolay öğrenilip kullanılmasını sağladı. Karmaşık hiyeroglif dili sonunda unutuldu ve bilim insanları bu karakterleri 1799 yılında Rosetta Taşı’nın keşfine kadar çözemediler.
Alfabe son derece başarılı oldu. Mısırlı köleler anayurtlarına geri döndüklerinde yeni yazı sistemini de beraberlerinde götürdüler. Alfabe Yakındoğu’da yayılarak İbranice ve Arapça da dahil olmak üzere pek çok yazı sisteminin temeli oldu. Denizyolu ticaretiyle uğraşan bir antik çağ uygarlığı olan Fenikeliler, alfabeyi Akdeniz kıyısı boyunca karşılaştıkları kabilelere yaydılar. Yunan ve Roma alfabeleri de antik Fenike yazısına dayanmaktadır. Bugün İngilizce de dahil çoğu Batı dilinde Roma alfabesi kullanılmaktadır.
EK BİLGİLER:1. Bugün kullanılan İngilizcedeki pek çok harf doğrudan antik Mısır karakterlerinden gelmektedir. Örneğin “B” harfi “ev” sözcüğü için kullanılan Mısır karakterinden türemiştir.
2. Oxford İngilizce Sözlüğü’nün en son basımı şu anda aktif olarak kullanılan 171.476 kelimeyi içerir. İngilizce diğer dillere kıyasla kelime sayısı en fazla olan dillerdendir.
Ulysses
James Joyce’un Ulysses (1922) adlı eseri yirminci yüzyılda yazılmış en önemli İngilizce roman sayılmaktadır. Homeros’un Odysseia’sını İrlanda’nın Dublin kentinde geçen tek bir güne, 16 Haziran 1904’e uyarlar ve Odysseus’u, günü getir götür işleriyle geçirip geç saatlerde evine dönen, yaşlanmaya yüz tutmuş, boynuzlanmış bir reklam satıcısı olan Leopold Bloom’un aldatıcı görünüşünde canlandırır.
Bloom mütevazı ve sıradan görünmesine rağmen, tanıştığı tuhaf karakterlerin hemen hemen hepsine merhamet, bağışlayıcılık ve cömertlik gösteren kahraman bir kişilik olarak ortaya çıkar. Göze çarpmayan, alelade davranışlarıyla belki de modern dünyada ancak mümkün olabilen, basit kahramanlıklarda bulunur. Çoğunluğun Katolik olduğu İrlanda’da bir Yahudi olarak kendisini dışlanmış hissetse de iyimser kalmaya devam ederek güvensizliklerini bertaraf eder.
Ulysses karakterlerinin inanılmaz zengin portreleri, diğer edebi ve kültürel eserlere yaptığı şaşırtıcı göndermeler ve dile kazandırdığı pek çok yenilikle ünlenmiştir. Joyce roman boyunca tiyatrodan eski İngilizceye ve reklam metinlerine kadar çeşitli edebi türler ve yapılar üzerinde durur. Roman belki de en çok bilinç akışı yönteminin, yani Joyce’un karakterlerin aklından geçenleri herhangi bir şekilde düzenleyip sıraya koymaksızın oldukları gibi verme girişiminin yaygın kullanımıyla ünlüdür. Bu teknik modern edebiyata damgasını vurmuştur ve eserlerinde bu tekniği kullanan Virginia Woolf ve William Faulkner gibi sayısız yazarı da etkilemiştir.
Ulysses’in, özellikle Bloom’un eşi Molly’nin düşüncelerinin dile getirildiği ünlü son bölümünün, zorlayıcı bir okuma olması şaşırtıcı değildir. Molly’nin hayalleri 24.000’den fazla kelime ile anlatılır ve sadece sekiz cümlede yer alır. Zor bir bölüm olsa da bu bölümde, özellikle de Molly’nin sadakatsizliğine rağmen eşine duyduğu sevgiyi ortaya koyan son satırlar, Joyce’un en lirik ifadeleri olarak kendini gösterir:
“ve bana sordu yapıp yapamayacağımı evet dedim evet benim dağ çiçeğim ve önce kollarımı ona doladım evet ve onu kendime çektim böylece göğüslerimdeki parfümü hissedebilirdi evet ve kalbi deli gibi çarpıyordu ve evet dedim evet diyeceğim,”
EK BİLGİ:1. Ulysses (çoğunlukla dolaylı olsalar da), cinsel betimlemelerinden ötürü Amerika Birleşik Devletleri’nde neredeyse on iki yıl boyunca müstehcen olduğu gerekçesiyle yasaklandı.
Lascaux Mağara Resimleri
Lascaux’daki mağara resimleri bilinen en eski sanat eserleri arasında yer alır. Bu resimler 1940’ta, Orta Fransa’daki Montignac Köyü yakınlarında dört çocuğun yanlışlıkla bir mağaraya girmesi sonucunda keşfedilmiştir. İçeride 15.000 -17.000 yıl öncesinden kalma yaklaşık 1500 hayvan resmiyle dolu bir dizi oda bulunmuştur.
Resimlerin işleviyle ilgili pek çok teori vardır. Mağaranın doğal bir özelliği o dönemde yaşamış bir gözlemcinin aklına bir hayvan şeklini getirmiş ve o da bu görüşü eklediği vurgularla başkalarına aktarmak istemiş olabilir. Resimlerin çoğunluğu mağaranın ulaşılamayan kısımlarında olduğundan, büyüyle ilgili uygulamalar için kullanılmış olabilirler. Tarihöncesinde yaşamış insanlar büyük ihtimalle hayvanları, özellikle asıllarına benzer bir şekilde resmederek kontrol altına alabileceklerine veya kıtlık zamanlarında onların sayılarını artırabileceklerine inanıyorlardı.
Hayvanlar ya anahatlarıyla çizilmiş ya da siluet olarak resmedilmişlerdir. Çoğunlukla bükülmüş perspektif diye adlandırılan, yani kafaları yana ama boynuzları öne dönük şekilde gösterilmişlerdir. Tasvirlerin çoğu noktalar, doğrusal desenler ve sembolik anlamları olabilecek farklı tasarımlar içermektedir.
Mağaranın “Boğaların Büyük Salonu” olarak bilinen en büyüleyici odasında resimli bir anlatım yer almaktadır. Soldan sağa olmak üzere, resimler bir bizon sürüsünün kovalanıp yakalanışını betimlemektedir.
Resimlerin incelenip Paleolitik olarak tanımlanmasıyla 1948 yılında mağaralar halka açılmıştır. Ancak 1955 yılında günde 1200’ü bulan ziyaretçi sayısıyla içerideki eserlerin giderek zarar gördüğü ortaya çıkmıştır. Koruyucu önlemler alınmasına rağmen bölge 1963 yılında halka kapatılmıştır. İnsanların talebine karşılık verebilmek için, 1983 yılında mağaranın yalnızca 200 metre ötesinde gerçek boyutlarda bir kopyası yapılmıştır.
EK BİLGİLER:1. Mağara ressamları görsel perspektifin bilincindeydiler; figürleri duvarların yüksek yerlerine biçim vererek yaptılar, öyle ki aşağıdan bakan kişi için resimler biçimsiz görünmeyecekti.
2. Mağarada betimlenen tek insan figürü Ölü Adam Kuyusu’nda görülür. Hayvanlara göre çok daha kaba bir şekilde çizilmesi onun büyülü özelliklere sahip olduğunu düşünmediklerini göstermektedir.
Klonlama
1997 yılında Dolly adında bir kuzu dünyayı çoğaltımsal klonlama ile tanıştırdı. O bir klondu, çünkü o ve annesi aynı çekirdek DNA’yı paylaşıyorlardı. Diğer bir ifadeyle, hücreleri aynı genetik maddeyi taşıyordu. Farklı nesillerde büyütülen tek yumurta ikizleri gibiydiler.
İskoçya’daki Roslin Enstitüsü’nde bilim insanları çekirdek transferi denilen bir süreçle Dolly’yi yarattılar. Erişkin bir donör hücreden genetik madde alıp, genetik maddesi çıkarılmış döllenmemiş bir yumurtaya naklettiler. Dolly vakasında donör hücre, Finn Dorset türündeki altı yaşındaki dişi bir koyunun meme bezinden alındı. Daha sonra araştırmacıların elektrik şoku uyguladıkları yumurta bölünerek embriyoyu oluşturmaya başladı.
Dolly’nin yaratılmasının hayret verici olmasının nedenlerinden biri, vücudun belli bir göreve hizmet eden bir parçasından alınan bir hücrenin tümüyle yeni bir organizma yaratmak için kullanılabileceğini bilim camiasına ispatlanmasıydı. Dolly’den önce neredeyse tüm bilim insanları, bir hücrenin belli bir görev edindikten sonra ancak aynı göreve hizmet eden hücreler üretebileceğine inanıyorlardı: Bir kalp hücresi sadece kalp hücreleri, bir karaciğer hücresiyse sadece karaciğer hücreleri yapabilirdi. Ama Dolly tamamıyla annesinin meme bezinden alınan bir hücreden yapıldı ki bu da belli bir göreve sahip hücrelerin tamamıyla yeniden programlanabildiğini kanıtlıyordu.
Pek çok açıdan Dolly annesine benzemiyordu. Örneğin telomerleri çok kısaydı. Telomerler genleri taşıyan yapılar olan kromozomların uçlarında bulunan ince protein iplerdir. Kimse telomerlerin işlevinin ne olduğundan emin olmasa da, hücrelerimizin korunmasına ve onarılmasına yardım ediyor gibi görünmektedirler. Bizler yaşlandıkça telomerlerimiz günden güne kısalır. Dolly annesinin altı yaşındaki telomerlerini aldı, bu yüzden Dolly’nin telomerleri kendi yaşındaki ortalama bir kuzuya oranla doğuştan daha kısaydı. Dolly genel olarak normal görünmesine rağmen, akciğer kanseri ve felç getiren romatizmanın neden olduğu acılardan sonra ötenazi ile hayatına son verildi. Ortalama bir Finn Dorset koyunu on bir veya on iki yaşına kadar yaşamaktadır.
EK BİLGİLER:1. 1997’den bu yana inekler, fareler, keçiler ve domuzlar çekirdek transferi kullanılarak başarılı bir şekilde klonlanmışlardır.
2. Klonlamanın başarı oranı tüm türlerde çok düşüktür. Yayımlanan çalışma raporlarına göre, yeniden yapılandırılan embriyoların yaklaşık % 1’i doğumdan sağ çıkar. Ancak başarısız girişimler çoğunlukla rapor edilmediğinden, gerçek oran çok daha düşük olabilir.
3. Ölmeden önce Dolly’nin altı yavrusu vardı ve hepsini eski usül beslemişti.
4. Bir grup Koreli araştırmacı 1998 yılında bir insan embriyosu klonladıklarını iddia etti. Ama deneyleri 4 hücre aşamasında sonlandırıldığı için başarıları kanıtlanamamış oldu.
Müziğin Temelleri
Müzik taklit veya notalama yoluyla tekrarlanabilen düzenli sestir. Açılırken gıcırdayan bir kapının veya karatahtaya sürtülen tırnakların çıkardığı gürültü, düzensiz ve dağınık olması itibarıyla müzikten ayrılır. Bu gürültüleri ayrıntılı bir şekilde ortaya koyan ses dalgaları karmaşıktır ve anlaşılabilir notalar olarak duyulmazlar.
Müzikal sesleri incelerken kullanılan temel öğelerden bazıları şunlardır:
PERDE: Bir sesin kulağa ne kadar tiz veya pes geldiğidir. Perde teknik olarak bir ses dalgasının frekansı ile veya dalgaların ne sıklıkla tekrarlandıkları ile ölçülür. Batı müziğinde on iki özgün perde vardır (Do, Do diyez veya Re bemol, Re, Re diyez veya Mi bemol, Mi, Fa, Fa diyez veya Sol bemol, Sol, Sol diyez veya La bemol, La, La diyez veya Si bemol ve Si). Diyez ve bemoller ile takip edilen perdeler arıza olarak adlandırılır ve en basit biçimde piyano klavyesindeki siyah tuşlar olarak tarif edilebilirler. Müziksel olarak, kendilerinden önce ve sonra gelen perdelerin tam ortasında yer alırlar. Örneğin, Re diyez ve Mi bemol aynı perdededir. Perde, notalama veya yazılı müzik bağlamında ele alındığında nota olarak adlandırılır.
GAM: Seslerin sıklıkla bir melodiye temel oluşturan, kademeli dizilişidir (örneğin; Do, Re, Mi, Fa, Sol, La, Si, Do). Bir parçada veya parçanın bir kısmında, genellikle sadece belli bir gamda bulunan notalar kullanılır. Batı müziği hangi biçimiyle olursa olsun esasen majör gam veya minör gam kullanır. Çoğu insana göre majör gam perdelerin kendine özgü dizilişinden dolayı kulağa “iç açıcı”, “neşeli” veya “olumlu” gelir. Benzer şekilde minör gam genelde “iç karartıcı”, “hüzünlü” veya “olumsuz” olarak tanımlanır.
TONALİTE: Bir melodinin itici kuvveti ve referans noktası olarak görev yapan, genellikle majör veya minör gamlara dayanan bir perde sistemi veya düzenidir. Tonik (eksen), belli bir tonalitede yazılmış bir parça için sıklıkla başlangıç ve bitiş noktasıdır. Yani, bir parça Mi majörde yazılmışsa, Mi perdesi parçanın tonal merkezi olarak görev yapacaktır.
EK BİLGİLER:1. Bu temel unsurların hepsi beş paralel yatay çizginin oluşturduğu tekrarlanan setin, portenin üzerinde gösterilebilir. Porte parçadaki eş süreli bölümlerin belirtilmesi için sıklıkla ölçülere ayrılır ve her portenin başına, notaların tanımlanması için referans noktası görevi gören anahtar işareti konur.
2. Bir parça asıl tonalitesinden kaydığında, bu durum modülasyon olarak adlandırılır. Yazılı müzikte tonalite, her portenin başında yer alan donanım (arıza işaretleri) ile gösterilir.
3. Dünyanın farklı müzikal kültürlerinde kullanılan yüzlerce gam vardır. Sitar veya diğer çalgılarla çalınan Hint müziğinde, Batı müziğindekinden bazen daha dar bazense daha geniş aralıklı toplam yirmi iki perde kullanılır. Bu durum perdeler arasındaki farkı son derece belirsiz
kılar. Dolayısıyla, klasik Hint müziği icra etmek büyük ustalık gerektirir.
Görünüş ve Gerçeklik
Tarih boyunca felsefenin en önemli konularından biri görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrım olagelmiştir. Bu ayrım, Yunan filozofu Sokrates’ten (MÖ 469-399) önce yaşadıkları için “Sokrates Öncesi Filozoflar” olarak adlandırılan erken dönem filozoflarının görüşlerinin merkezinde yer alıyordu.
Sokrates Öncesi Filozoflar gerçekliğin nihai doğasının görünen şeklinden büyük ölçüde farklı olduğuna inanmışlardı. Örneğin, Thales adındaki bir filozof görünüşler değişse de tüm gerçekliğin nihayetinde sudan oluştuğu görüşündeydi; Herakleitos ise dünyanın ateşten meydana geldiğini düşünüyordu. Dahası, Herakleitos her şeyin devamlı olarak hareket halinde bulunduğunu ileri sürüyordu. Diğer bir düşünür Parmenides ise hiçbir şeyin gerçekte hareket etmediği ve görünen tüm hareketin bir yanılsama olduğu konusunda ısrarcıydı.
Sokrates Öncesi Filozoflar tüm gerçekliğin nihayetinde temel bir ana maddeden yapılmış olma ihtimali üzerinde durdular. Ve eleştirel olmayan, günlük gözlemlerin bize dünyanın genellikle aldatıcı bir resmini sunduğundan şüphe duydular. Bu nedenlerden dolayı, onların görüşleri çoğu zaman felsefe kadar modern bilimin de öncüsü olarak görülmektedir.
Sonraki dönemlerde Platon, Spinoza ve Leibniz gibi birçok filozof bu geleneğin takipçisi oldular ve gerçekliğe sıradan, genel dünya görüşünden daha yakın olduklarını iddia ettikleri, alternatif gerçeklik modelleri ortaya koydular.
EK BİLGİLER:1. Görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrım, şüphecilik olarak bilinen saygıdeğer bir felsefi geleneğin de merkezinde yer almaktadır.
2. Immanuel Kant da görünüş ve gerçeklik arasındaki farka işaret etmiştir. Deneyimlediğimiz şeyler ile kendi deyişiyle “kendinde şeyler”i birbirinden ayrı tutmuştur.
Tevrat
Tevrat Museviliğin kutsal kitabını oluşturan kitapların ilk beşine veya “Musa’nın Beş Kitabı”na genel olarak verilen isimdir. Hıristiyanlar bu kitapları diğer Musevi metinleri ile beraber Eski Ahit olarak ele alırlar. Tevrat kelimesi aynı zamanda sözlü geleneklerin yanı sıra pek çok metni de kapsayan Musevi hukukunun tamamı için de kullanılabilir.
Musa’nın Beş Kitabı, Musevi inancını yönlendiren 613 yasanın temelini oluşturur ve dünyanın en büyük üç tektanrıcı inancı –Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam– için esastır. Kitaplar şu şekilde özetlenebilir:
YARATILIŞ (Tekvin): Yaratılış hikâyesinin yanı sıra İsrailoğulları’nın, İbrahim, İshak ve Yakup ile ailelerinin tarihini de anlatır.
ÇIKIŞ (Mısır’dan Çıkış): Musa’nın On Emir’i alması da dahil olmak üzere, Mısır’dan Kenan’a yapılan toplu göçü aktarır.
LEVİLİLER (Leviticus): İbadet kurallarını ve usullerini içerir.
SAYILAR (Çölde Sayım): İsrailoğulları’nın çölde yaptıkları yolculukla ilgilidir.
TESNİYE (Yasanın Tekrarı): Musa’nın ömrünün sonunda verdiği, İsrail tarihini ve ahlak öğretilerini anlatan hitabelerden oluşur.
Geleneksel olarak beş kitabın Musa’ya Sina Dağı’nda verilmiş olduğuna inanılır. Alternatif teoriler, Tevrat’ın başlangıcının Sina Dağı’nda verildiğini, ama vahiylerin Musa’nın hayatı boyunca devam ettiğini savunur.
Arkeologlar Tevrat’ın MÖ 10. ve 6. yüzyıllar arasında bir yerde yazıldığını ileri sürmektedir. Belgesel hipotez (Wellhausen hipotezi) taraftarları, ki bu Ortodoks Yahudilere göre sapkınlıktır, orijinal beş kitabın dört kaynaktan geldiğini, sonradan beşinci bir yazar veya redaktör tarafından birleştirilerek tek bir kitapta toplandığını iddia ederler. Bu tezi destekleyen deliller ise Tanrı için çeşitli isimler kullanılması, değişen yazım tarzları ve hikâyelerin tekrarıdır.
Başlangıçtan bu yana Tevrat’a, tümüyle anlaşılması için elzem olan sözlü bir gelenek eşlik etmiştir. Sözlü geleneği yazmaya kalkışmak kafirlikle eş tutulmasına rağmen, bunu yapmanın gerekliliği sonunda netleşmiş ve Mişna oluşturulmuştur. Sonraları, hahamlar bu iki metin hakkında fikir alışverişinde bulunup münazara ettikçe, onların görüşlerini toparlamak amacıyla Talmud yazılmıştır.
Musevi geleneği, sayısız kanun ve âdet türetmek için Tevrat’ı kullanır. Musevi din bilginleri anlam çıkarabilmek için her kelimeyi tek tek inceleyerek tüm ömürlerini harcamaktadırlar.
EK BİLGİLER:1.İbranice olarak elle yazılan Tevrat tomarları, 304.805 harften oluşur ve hazırlanmaları bir yıldan fazla zaman alabilir. Eğer tek bir hata yapılırsa, tüm tomar geçersiz sayılır.
Hammurabi Kanunları
Hammurabi bugünkü Irak’ta kurulmuş eski bir medeniyet olan Babil İmparatorluğu’nun krallarından biriydi. MÖ 1792’den 1750’ye kadar hüküm sürmüş ve birçok düşman krallığı işgal etmiştir; ama en çok, tarihin ilk kanun koyucusu olarak ün kazanmıştır. Hükümdarlığının sonuna doğru Hammurabi, yurttaşların uyması gereken kurallar ile suçluların alacağı cezaları açıklayan, tarihteki ilk yazılı yasalardan birini hazırlamıştır. Hammurabi’nin zamanında çoğu toplum sadece despot yöneticilerin geçici hevesleriyle yönetilirken, herkes için eşit olarak geçerli kanunlar daha önce görülmemiş bir yenilikti.
Ancak bu kanunlar modern standartlara göre aşırı acımasızdı. Hammurabi, en ufak bir kural ihlaline bile ölüm cezası veriyordu. Meyhaneye giren kadınlar, kaçak köle barındıran adamlar ve “geçerli bir sebep” olmaksızın kocalarını terk eden kadınların hepsi idama mahkûm ediliyordu. Acımasız kanunlar antik toplumun batıl inançlarını yansıtıyordu. Babil yurttaşları arasındaki anlaşmazlıklarda, Hammurabi kanunları suçlanan kişinin bir nehre atlamasını gerektiriyordu. Kişi eğer suçluysa batar, masumsa kurtulurdu. Ona suç atansa yalan beyanattan dolayı ölüme mahkûm edilirdi.
Kralın kâtipleri, kanunları adalet tanrısına adanmış siyah taş bir sütun üzerine yazıp halka sergilemişlerdir. Kitabede Hammurabi, “tüm gelecek nesillerden” kanunları gözetmelerini ve “kendilerine verdiği toprakların kanununu değiştirmemelerini” talep etmiştir. Hammurabi, gelecek krallardan, ülkeyi kendi dürtülerine göre yönetmekten ziyade, kurallarına bağlı kalmalarını istemiştir. Hükümdarların yurttaşlarını yönetirken kanunları keyiflerine göre değiştirememesi düşüncesi devrimci bir anlayıştı. Hukukun üstünlüğüne saygı başarılı hükümetlerin başlıca niteliklerinden biri olarak kalmıştır.
EK BİLGİLER:1. Hammurabi kanunlarını üzerinde taşıyan sütun, 1901 yılında Fransız bir arkeolog tarafından gün ışığına çıkarılmıştır ve şu anda Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenmektedir.
2. Hammurabi kanunları, Yakındoğu’daki birçok antik medeniyet tarafından kullanılan karmaşık bir yazı sistemi olan çiviyazısıyla yazılmıştır. Modern bilim insanları çiviyazısındaki karakterleri 1835 yılına dek çözememişlerdir.
3. Babilli bilim insanları, altmış sayısını temel alan bir sayı sistemi kullanmışlardır. İşte bu nedenden dolayı bir dakika altmış saniyeden oluşur.
Ernest Hemingway
Yirminci yüzyılın en önemli Amerikalı yazarlarından çok azı Ernest Hemingway (1899-1961) kadar etkili olup taklit edilmiş, yine çok azı onun kadar kötülenmiştir. Romanları ve kısa öyküleri ile bilinen Hemingway, hayatı boyunca öyle tanınmış biri olmuş ve kendi hakkında öyle efsaneler yaratmıştır ki bazen bunları gerçeklerden ayırt etmek hayli zordur.
1899’da İllinois, Oak Park’ta dünyaya gelen Hemingway yazarlığa olan tutkusunu erken yaşlarda keşfetti. On sekiz yaşında Kansas City Star’da muhabir olarak çalışmaya başladı. Birkaç ay içinde I. Dünya Savaşı’nda, sonradan yaralanacağı İtalyan cephesinde Kızılhaç ambulans şoförü olarak göreve alındı. Savaştan sonra, Gertrude Stein gibi yurtdışında yaşayan, savaşın zalimliğinden dolayı hayal kırıklığına uğramış Kayıp Kuşak’tan diğer Amerikalı yazarlarla beraber uzun süre Paris’te yaşadı. Paris’te Hemingway kendi tarzını; görünüşteki basitliğiyle insanı yanıltan, yinelemeli, erkeksiliğinin bilincinde olan o yalın yazım tarzını iyice belirginleştirdi. Kuzey Michigan’da ergenlik dönemindeyken geçirdiği yazlara ve sonraları Avrupa’ya yaptığı yolculuklara dayanan birçok kısa öykü yazdıktan sonra, Hemingway ilk ve en önemli romanı Güneş de Doğar’ı kaleme aldı (1926). Zamanını İspanya ve Fransa’da geçiren asi, genç bir Amerikalı hakkında olan bu kitap Hemingway’e anında şöhreti getirdi. Bu kitabı, I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir ambulans şoförü ile İngiliz bir hemşire arasındaki trajik aşkı konu alan Silahlara Veda (1929) ve İspanyol İç Savaşı sırasında bir gazeteci olarak çalışan Hemingway’in kendi işinden ilham alarak yazdığı bir gerilla hikâyesi olan Çanlar Kimin için Çalıyor? (1940) romanları izledi. Bu romanlardan ikincisinin baş karakteri, birçok kişinin “Hemingway’in ideal kahramanı” olarak nitelendirdiği, şiddet ve zorluklar karşısında merhamet ve asalet gösteren, hayal kırıklığına uğramış ancak acılara dayanıklı erkek karakteri örneklendirir.