Ancak Rönesans’a gelindiğinde triadlar armoninin başlıca birimi olmuş, yüzyıllarca da böyle kalmıştır ki bugün hâlâ pek çok müzik türü için öyledir. Triadlar, üçlü aralığa dayanan (örneğin, Mi’den Sol’a veya Si’den Re’ye) akorlar, yani ard arda ya da aynı anda işitilen üç veya daha fazla notanın oluşturduğu üçlü aralığa dayanan kombinasyonlardır. Akorlara majör (kulağa neşeli, iç açıcı gelen) veya minör (kulağa hüzünlü gelen) değerleri veren, tam olarak onları meydana getiren aralıklardır. Bir triadı oluşturan notalar yeniden düzenlenip, armoniyi çeşitlendirmek için kullanılan diğer bir araç olan çevrim (inversion) de ortaya çıkarılabilir.
Armoninin pek çok işlevi vardır: bir müzik parçasına “kıyafet giydirmek,” müziğe derinlik katmak, bir melodiyi yankılamak, tamamlamak veya ona alttan alta sağlam bir destek vermek. Dinleyiciye keyif veren, kulağa dengeli ve sakin gelen armoniye ses uyumu (consonance) denirken; kulak tırmalayıcı, tuhaf veya dengesiz gelene de ses uyumsuzluğu (dissonance) denir. Tonal müzik, ses uyumsuzluğunun istikrarsızlığı olmasa sıkıcı olur, ses uyumunun istikrarlılığı olmasa yeterince tatmin edici olmazdı. Kulağımıza neyin uyumlu veya hoş geldiğinin yanıtı müzik tarihinin seyrinde değişkenlik göstermiştir. Ses uyumunun esas olup olmadığı bile artık tartışma konusudur.
EK BİLGİLER:1. Johann Sebastian Bach koro için bestelediği eserlerinde ustalıklı armoniler oluşturmasıyla bilinir ve 20. yüzyılda Claude Debussy’nin eserlerine yön veren, sıklıkla melodilerinden ziyade zengin, değişken armonileridir.
2. VI. yüzyıl filozofu Pythagoras “en saf” armonilerin 2:1, 3:2 ve 4:3 gibi matematiksel oranlara dayalı olduğunu düşünüyordu. O, bu teoriyi aynı anda farklı ölçülerde örsleri döven demircilerin çıkardığı sesleri dinlerken geliştirmiştir.
3. “Armoni” kelimesi, “ekleme” veya “birleştirme” anlamına gelen Yunanca “harmonia” sözcüğünden gelir.
Platon
Platon (MÖ 427-347) V. yüzyıl Atina’sında zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Onun mevkisindeki genç bir Atinalıdan siyasetle uğraşması beklenirdi; ama Platon bunun yerine hocası Sokrates’in (MÖ 470-399) izinden giderek filozof oldu.
Platon’un felsefi yazıları, iki veya daha fazla karakterin felsefi bir sorunu tartıştığı diyaloglardan oluşur. Diyalogların çoğunda ana karakter Sokrates’tir. Platon’un diyaloglarda hiç konuşmamasından dolayı bilginler şu soruyla karşılaşırlar: Platon’un Sokrates’in ağzından dillendirdiğinin ne kadarı Platon’un kendi felsefesiydi ve ne kadarı sadece Sokrates’ten aktardığıydı? Birçok bilgin Platon’un erken dönem diyaloglarının, Sokrates’in öğretilerinin tarihsel olarak titiz bir özeti olduğuna inanır. Sokrates’in sonraları Platon’un kendi amaçları için edebi bir karakter haline geldiğine inanmışlardır.
Platon, idealar kuramı ile bilinir, yani soyut, maddi olmayan şeyler bu dünyadaki fiziki nesneler tarafından taklit edilir.
Platon’un felsefesine ait diğer bir ünlü görüş ise tüm bilginin hatırlamadan ibaret olduğudur. Platon, ruhun maddi olmadığına ve bir vücuda yerleşmeden önce de var olduğuna inanmıştır. Cisimleşmeden önce ruh duyumsal bir algılamayla sınırlandırılmadan ve ilgisi başka bir tarafa yönlendirilmeden ideaları biliyordu. İnsan doğuştan bir şeyleri bilir ve ruhlar cisimleşmeden önce bildiklerini yeniden hatırlar.
Ayrıca Platon ruhu yeme, içme ve cinsellik gibi duyusal zevkleri arzulayan iştahsal kısım; şan ve şeref arzulayan irade kısmı; ideaları anlamayı arzu eden akılsal kısım olmak üzere üçe ayırır. Devlet’te Platon adil bir ruh ve adil bir devlet arasında kapsamlı bir benzetme kurarak ruh için adil olmanın ne demek olduğunu anlatmıştır. Platon ideal adil bir devleti, ruhun bu üç kısmına karşılık gelen yurttaş gruplarına sahip olması ile tanımlar. Bu grupların insan ruhunda olduğu gibi birbirleriyle uyumlu bir biçimde etkileşimde bulunması gerektiğine inanmıştır. Platon ruh ve devlette de akılsal yanın hakim olmasını savunur.
EK BİLGİLER:1. Platon, diyaloglarında sadece Sokrates’in ölüme mahkûm edildiği duruşmasını anlattığı Sokrates’in Savunması adlı diyalogların birinde görünür. Platon diyalogda hiçbir şey söylemez ama kendisinin dahil olması olayların olduğu sırada orada bulunduğunu gösteriyor.
2. Platon, Aristoteles’in (MÖ 384-322) hocasıdır.
Habil ile Kabil
Habil ile Kabil, Âdem ile Havva’nın Cennet Bahçesi’nden kovulmalarından sonra dünyaya gelen oğullarıydı. Büyük oğul Kabil, Tevrat’a göre, doğrudan Tanrı’nın elinden çıkmayıp insandan doğan ilk kişiydi. Habil koyun güden bir çobanken, Kabil toprağı işleyen bir çiftçiydi.
Bir gün Tanrı, Habil ile Kabil’den kendisi için bir adakta bulunmalarını ister. Habil, Tanrı’yı mutlu edebilmek için ne tür bir şey adayacağına kafa yorar. En değerli koyunlarından birini kurban etmeye karar verir. Kabil’se kendine en az gereken şeyi düşünür ve Tanrı’ya biraz meyveyle tahıl sunar. Tanrı açık bir şekilde Habil’in adağını tercih eder.
Kabil, kardeşini kıskanarak onu derhal öldürür. Tanrı, Habil’e bakmak için gelip de onu bulamayınca nerede olduğunu Kabil’e sorar. Kabil, “Bilmiyorum. Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye yanıt verir (Yaratılış 4:9).
Tanrı, Kabil’in ne yaptığını fark ettikten sonra onu lanetleyerek cezalandırır: Kabil artık çiftçilik yapamayacak ve hayatının sonuna kadar yeryüzünü dolaşacaktır. Tanrı, karşılaştığı insanların kendisine zarar verebileceğinden endişelenen Kabil’in üzerine koruyucu bir işaret koyar.
Dini ve ahlaki derslerin ötesinde, Habil ve Kabil’in hikâyesi, az bulunan verimli toprakları ürün yetiştirmek için kullananlarla hayvan yetiştirmek için kullananlar arasındaki tarihi çatışmayı da gösterir. Kendisine âşık çiftçi bir tanrı ile çoban bir tanrı arasında seçim yapmaya zorlanan güzel bir tanrıça hakkındaki benzer bir hikâye Sümer kültüründe de karşımıza çıkar.
EK BİLGİLER:1. Kabil’in taşıdığı işaretin niteliği tarif edilmemiştir. Kimileri bu işaretin kızıl saçlar veya yüzde bulunan bir iz olduğunu öne sürmektedir. Kimileriyse bunun siyah ten olduğunu öne sürer ki bu teori köleliği meşru kılmak için de kullanılmıştır.
2. Bu hikâyenin bazı İslami versiyonlarında Habil’in katledilmeye hiç direnmediği öne sürülür ve Habil bir pasifizm sembolü olarak görülür.
Büyük İskender
Büyük İskender (MÖ 356-323), Yunanistan’ın dağlık bir bölgesindeki bir krallık olan Makedonya’da doğdu ve ünlü Atinalı öğretmen Aristoteles’ten eğitim aldı. Babası Kral II. Philip, Makedonya’nın topraklarını Atina da dahil Yunanistan’ın antik şehir devletlerinin çoğunu alarak genişletmişti. Philip’in bir tiyatroda suikasta kurban gitmesinin ardından İskender yirmi yaşında babasının tahtına geçti.
Kral olarak İskender, hayret verici bir dizi fethe imza atıp, o zamanlar Akdeniz’in çoğunu kapsayan bir imparatorluk yaratarak babasını aşmıştır. Başka hiçbir kral antik dünyada böylesi geniş bir coğrafyada egemenlik kuramamıştır. İskender’in orduları Makedonya’yı üs alarak Yunanistan, Suriye, Mısır, Mezopotamya ve Pers İmparatorluğu’nu istila ettiler. İskender, kral olduktan altı yıl sonra MÖ 330’da Pers kralı Darius’u yendi. En sonunda krallığını Hindistan’a kadar genişletti. Otuz üç yaşında, Babil antik şehrinde öldüğünde hükümranlığı aniden sona ermiş oldu.
İskender’in yarattığı imparatorluk onun ölümünden sonra devlet yöneticileri arasında paylaşıldı fakat Romalılar tarafından işgal edilene dek yüzlerce yıl varlığını sürdürdü. Fethedilen topraklarda İskender ve orduları farklı gelenekleri olan yeni medeniyetlerle karşılaşmışlardı. Yunanlılar, yenilen milletlerin kültürlerini basit bir şekilde yok etmekten ziyade benimsediler ve Helenizm olarak bilinen yeni, melez bir kültür ortaya çıktı. Tarihte ilk kez güneydoğu Avrupa’nın geniş bir kısmı ile Yakındoğu aynı dili konuşup tek bir kültürel altyapıyı paylaştı. Yunanca yüzyıllarca antik dünyada lingua franca, ortak dil oldu, Yeni Ahit kitapları başlangıçta Yunanca yazıldı. Ordularının hareketiyle ortaya çıkan kültürel maya belki de İskender’in modern dünyaya bıraktığı en anlamlı mirastır.
İskender, bugün hâlâ dünyanın ilgisini çekmektedir. Çağdaş tarihçiler onun acımasız komutanlığını, atlara duyduğu sevgiyi ve felsefe çalışmalarını incelemeye devam etmektedirler. Son zamanlarda İskender’in cinsel eğilimleri de merak konusu olmuştur.
EK BİLGİLER:1. Babasının fetihleri, küçük bir çocukken İskender’in canını sıkıyordu. Plutarch’a göre, genç İskender, kral olduğunda kendisine fethetmek için çok az yer kalacak diye üzülüyordu.
2. Mısır’ı fethettikten sonra İskender, Akdeniz kıyısında kendi ismini verdiği bir düzine şehirden biri olan İskenderiye’yi kurdu. Yunanlılar İskenderiye’de binlerce parşömen barındıran devasa bir kütüphane inşa ettiler. Birkaç yüzyıl sonra kütüphanenin yanmasıyla beraber antik dünyaya ait birçok önemli bilgi de yok oldu.
3. İskender hırslı bir avcıydı. Günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde kalan topraklarda, tek bir av sırasında aralarında aslanlar da olmak üzere 4000 hayvan avladığı söylenir. Antik Yunanlılar hayvanları avlamak için mızrak ve ağ dışında pek az şey kullanırlardı.
Kayıp Cennet
John Milton’ın epik şiiri Kayıp Cennet (1667) İncil’in “Yaratılış” bölümünde de anlatıldığı gibi insanın masumiyetini kaybedişinin uzun ve ayrıntılı bir temsilidir. İngilizce’deki en güzel epik şiir sayılan Milton’ın başyapıtı, yalnızca Batı edebiyatında bir dönüm noktası olması bakımından değil, aynı zamanda Reform’un da etkileyici eserlerinden biri olması bakımından önemlidir.
Kayıp Cennet, vurgulu hecelerin vurgusuz heceleri takip ettiği onlu hece ölçüsüyle yazılmış, uyaksız bir şiirdir. Shakespeare de oyunlarının çoğunu bu şekilde kaleme almış, ama Milton bu yapının olasılıklarını ve uygulamalarını önemli ölçüde genişletmiştir. Aynı zamanda, Homeros ve diğer klasik dönem şairlerinin epiklerinde sıkça kullandıkları uzun, karmaşık bir teşbih türü olan destansı benzetmeden de epeyce faydalanmıştır.
Kayıp Cennet, Şeytan ve diğer düşmüş meleklerin Tanrı’ya karşı gelerek Cennet’teki savaşı kaybetmeleriyle başlar. Ceza olarak Tanrı onları cehenneme gönderir. İntikam arzusuyla yanıp tutuşan Şeytan ve yandaşları, Tanrı’nın yaratırken en çok değer verdiği insanı baştan çıkarmaya karar verirler. Şeytan cehennemden sıvışarak gizlice Cennet’e girer. Kendisini karakurbağası olarak gösteren Şeytan, Âdem ve Havva uyurken Havva’nın kulağına fısıldayarak memnuniyetsizlik tohumları eker. Şeytan’ın planının farkında olan Tanrı, Rafael adlı meleği Âdem’i uyarması için gönderir. Cennet’e geri döndüğü zaman Şeytan, Havva’nın tek başına çalışmak için Âdem’den izin kopardığını görür. Bu kez bir yılan kılığına girip pohpohlama ve kurnazlıkla Havva’yı Tanrı’ya karşı gelip Bilgi Ağacı’nın meyvesini yemesi için ikna eder. Havva’nın bu davranışını öğrenen Âdem çaresizliğe kapılır. Ancak Havva’sız Cennet’te yaşamaktansa Havva’ya katılıp sürülmeyi tercih ederek bilinçli olarak meyveyi yemeye karar verir. Yanlarına gelen Başmelek Mikail’in insanlığı bekleyen kötü talihi Âdem’e göstermesinden sonra, Âdem ile Havva “el ele,” gözyaşları içinde, “dalgın adımlarla ve yavaşça,” cenneti terk ederler.
Kötü adamlar çoğunlukla edebi çalışmaların en ilginç karakterleridir, Kayıp Cennet’te de durum böyledir. Şeytan en karmaşık, gerçekçi ve etkileyici karakterdir. İleri görüşlü, liderlik ve hitabet becerileri sergileyen, ama bu niteliklerini gururu adına, bencilce amaçlar için kullanan bir anti-kahramandır. Ayrıca Şeytan kötülük yaparken bilinçsiz değildir, kendisinin farkındadır, Tanrı’nın onu sürdüğünü bildiğinden eziyet çekmektedir. Sonunda Şeytan trajik bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar ve bu yorum, kimilerinin Milton’ı Şeytan’a çok fazla sempati duymakla suçlanmasına sebep olmuştur.
EK BİLGİLER:1. Milton, muhtemelen glokom hastalığından kör oldu ve 1654 yılıyla beraber yazılarını asistanına yazdırması gerekti.
2. Kayıp Cennet’ten sonra Milton, Yeni Ahit’te yer alan ve İsa’nın çölde geçirdiği kırk günde Şeytan ile yüzleşmesini anlatan hikâyeyi yeniden yorumlayan Kazanılmış Cennet’i (1671) kaleme aldı.
Milo Venüs’ü
Tüm zamanların en ünlü heykellerinden biri olan Milo Venüs’ü (Venus de Milo), ismini 1820 yılında bir köylü tarafından Milos adlı Yunan adasında bulunmasından alır. Türk yetkililerin el koyduğu eser, nihayet bir Fransız donanma görevlisine satılmıştır. Eser 1821’de XVIII. Louis’ye sunulmuş ve o da eseri halen sergilemekte olan Paris’teki Louvre Müzesi’ne bağışlamıştır.
İki yüz üç santimetre boyundaki heykel, Paros adlı Yunan adasından çıkarılan mermerden yapılmıştır. Teması, Romalıların Venüs olarak bildiği Yunan Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodit’tir. Heykelin yakınlarında, elinde bir elma tutan yontma bir kol bulunmuştur. Pek çok bilim insanı bu kolun esasında heykele ait olduğuna inanıyor. Efsaneye göre Truvalı Paris, Venüs’ü dünyadaki en güzel kadın seçerek ona altın bir elma vermiştir.
Heykelin ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı pek çok tartışmaya konu olmuştur. Başlangıçta Louvre’daki yetkililer eserin muhtemelen Phidias veya Praxiteles tarafından yapılmış bir klasik dönem (MÖ V. veya IV. yüzyıl) eseri olduğunu açıkladılar. Ancak heykelin üzerinde bulunduğu kaide, heykeltıraşın Antakyalı Alexandros olduğuna işaret eder ve bu koloni daha sonraları, Helenistik dönemde kurulmuştur. Müze yetkilileri nihayet heykelin Helenistik döneme ait olduğunu kabul etmişse de eser hâlâ isimsiz bir sanatçıya ait olarak gösterilmektedir.
Milo Venüs’ü keşfedildiğinden bu yana dünya çapında büyük bir hayranlık uyandırmıştır. İngiliz oyun yazarı Oscar Wilde, heykelin alçı bir kopyasını sipariş eden ve Paris’ten gelen kopyanın kolları olmadığını görünce trenyolu şirketine dava açan bir adamın hikâyesini anlatır. Wilde’ı olaydan daha çok şaşırtansa adamın davayı kazanması olmuştur.
EK BİLGİLER:1. Bavyera Prensi I. Ludwig, heykelin, 1817’de Milos’ta satın almış olduğu arazide bulunduğu konusunda ısrarcı olmuş ve kendisine verilmesini talep etmiştir.
2. Milo Venüs’ü 1964’te Japonya’da sergilenmiş ve bir buçuk milyondan fazla ziyaretçi, yürüyen bir platform üzerinden heykeli seyretmiştir.
Sera Etkisi
Sera etkisi ifadesi farklı iki bilimsel olguyu tanımlamak için kullanılabilir. İlki, atmosferin ısının uzaya dönmesini engellemesine olanak tanıyan tamamıyla doğal bir süreçtir. Bu, yeryüzündeki ortalama yüzey sıcaklığının 15,5 santigrat gibi elverişli bir derecede kalmasını sağlayan mekanizmadır.
Güneş enerjisi gezegenin yüzeyine eriştiğinde bir kısmı emilir ve yeri ısıtır, bir kısmı ise uzaya geri yansır. Topluca sera gazları olarak bilinen atmosferdeki su buharı, karbondioksit, metan ve diğer gazlar, yansıyan enerjinin bir kısmını seralardaki cam panellerin yaptığı gibi içeride tutar. Sera etkisi olmasaydı yeryüzü o kadar soğuk olurdu ki üzerinde yaşam mümkün olmazdı.
Sera etkisi ifadesi, sera gazlarında geçen yüzyıl boyunca görülen ve küresel ısınmaya muhtemelen katkısı olan artış için de kullanılır. Ulusal Bilimler Akademisi’ne göre, yeryüzünün yüzey sıcaklığı son yüzyıl içinde özellikle 1980’den itibaren bariz denebilecek bir artış göstererek bir derece yükseldi. 1998 yılı en sıcak yıl olarak kayıtlara geçti. Aynı dönemde, ısıyı tuttukları kanıtlanmış olan sera gazları inanılmaz bir şekilde arttı. Atmosferdeki karbondioksit oranı Sanayi Devrimi öncesinden bu yana % 30 oranında artış göstermiş ve metan seviyesi iki katından fazlasına çıkmıştır.
Belki de en önemlisi, atmosferde artık daha fazla su olmasıdır. Kutuptaki buz kütleleri eridiği için deniz seviyesi on ila yirmi santim arasında yükselmiş, dünya genelinde yağış miktarı % 1 oranında artmıştır. Bu bir kısırdöngü yaratabilir. Atmosferde daha fazla su olması yüzeyde daha fazla ısının tutulması demektir. Yüzey daha çok ısındıkça buz kütleleri daha hızlı eriyecek, okyanuslardaki su miktarıyla beraber atmosferdeki su buharı miktarı da artacak ve bu da yüzeyin daha da sıcak olması, buz kütlelerinin daha da hızlı erimesi anlamına gelecektir.
EK BİLGİLER:1. Çevre Koruma Kurumu’ndan bilim insanları, küresel yüzey sıcaklığının gelecek elli yılda yarım ila iki buçuk santigrat derece arasında bir yükseliş göstereceğini, deniz seviyesinin de ABD kıyıları boyunca 61 santim yükseleceğini öngörüyorlar.
2. NASA’dan gelen son raporlar, yazları görülen erime oranlarına bakılırsa kutuplarda bu yüzyılın sonunda hiç buz kalmayabileceğini ortaya koyuyor.
3. Venüs’ün karbondioksit yüklü atmosferi aşırı bir sera etkisi yaratır ve Venüs’ün yüzeyini, kurşunu eritecek kadar ısınmasına yol açan bir sıcaklık artışı döngüsüne sokar. Mars’ın ise atmosferi neredeyse yoktur ve bu yüzden sera etkisine de maruz kalmaz. Fazlasıyla soğuk oluşunun sebebi de kısmen budur.
4. Sera etkisi Joseph Fourier tarafından 1824 yılında keşfedilmiştir.
Ortaçağ/Erken Dönem Kilise Müziği
Bilinen ilk yazılı müzik örneği günümüze ortaçağdan (400-1400’ler) kalmıştır. Aşai Rabbani Ayini sırasında keşişler tarafından söylenen, Gregoryen ilahileri olarak da bilinen kilise müziği formundadırlar. Bu ayinde, Tanrı ve insan arasında ruhani bir bağlantı kurulması amacıyla, İsa’nın Son Akşam Yemeği törensel olarak yeniden canlandırılır.
Ayin, iki kısma ayrılır: sabit ve değişken. Sabit kısım metinleri hiç değişmeyen ve her ayinde okunan altı Latince duadan (Kyrie Eleison, Gloria in Excelsis, Credo, Sanctus, Agnus Dei ve Ite missa est) oluşur. Introit, Gradual, Offertory ve Communion’ı da kapsayan değişken kısmın dua metinleri ise mevsimsel törenlere ve yerel geleneklere göre değişir. Ortaçağ müzisyenleri Gregoryen melodilerini sözlü olarak aktarmış, melodik formülleri bir araya getirerek yenilerini yaratmışlardır.
Çoğu ortaçağ müziği tek bir melodik çizgisi olan teksesli müziktir. Ama 10. yüzyıl civarında bazı müzisyenler, organum denen, genelde dördüncü ve beşinci aralıkların ayrı seslendirildiği iki paralel melodi çizgisi olan çoksesli besteler yapmaya başladılar. İki yüzyıl sonra, Paris’teki Notre Dame Katedrali’nde müzik şefleri olan Léonin ve Perotin, birbirine paralel olmayan, bağımsız dört müzik çizgisine kadar çıkan çeşitli organumlar bestelediler.
13. yüzyılda karmaşık bir çoksesli form olan motet ortaya çıktı. Latince bir cantus firmusa, yani temel, sabit bir melodi çizgisine Fransızca, Latince veya her iki dilde söylenen pek çok tamamlayıcı parçanın eklenmesiyle oluşuyordu. Guillaume de Machaut motet formunun ilk ustalarındandır ve 14. yüzyılda Aşai Rabbani Ayini’nin sabit kısmı için ilk defa baştan sona çoksesli beste yapan kişi olmuştur.
EK BİLGİLER:1. Bu dönemde Güney Fransa’da troubadour denen aristokrat şairler, aşk ve savaş üzerine, dini nitelik taşımayan şarkılar bestelemekteydiler. Jongleur, yani halk ozanı olarak anılan seyyah müzisyenler de bir kraliyet sarayından diğerine geçip, kendilerine ve troubadourlara ait şarkılar söylerlerdi. Günümüzde bir şehirden diğer bir şehre seyahat eden müzisyenlere de troubadour dendiği olur.
2. Benedictine Monks of Santa Domingo de Silos, 1990’ların ortalarında, ortaçağdan bu yana ilk kez (çoğunlukla new age dinleyicilerinin gözünde) kilise müziğini popülerleştiren Chant adlı iki CD’lik bir seri çıkardı.
3. Hildegard von Bingen (1098-1179), bilinen ilk kadın bestecidir. Bir başrahibe ve bir mistik olan Bingen, Katolik kilisesi için hemen hemen tamamı kadın vokallere yönelik teksesli birçok eser bestelemiştir. Aynı zamanda Ordo virtutum adında bir dini piyes de yazmıştır. Katolik kilisesi tarafından kutsanmış, fakat azize ilan edilmemiştir.
Formlar (İdealar)
Dünyadaki tüm güzel şeyleri gözlerinizin önüne getirin. Herhangi bir ortak noktaları var mı? Hepsinin güzel olduğu gerçeğini ne açıklar? Platon’a (MÖ 427-347) göre her iki soruya da verilecek cevap, güzellik diye bir form veya bir idea olduğu ve güzel şeylerin o formla bir ilişkisi olduğundan ötürü güzel olduğudur. Platon, sadece güzellik formunun değil, aynı şekilde işlev gören pek çok formun var olduğuna inanıyordu. Dünyadaki bütün kızıl şeylerin nedeni olan kızıllık formu, dünyadaki bütün iyiliklerin nedeni olan iyilik formu vardır. Ve bu böyle devam eder.
Güzellik gibi Platon felsefesine ait formlar zamansız ve değişmezdir. Ayrıca, güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka özelliği yoktur ve sınırsız, koşulsuz bir güzelliğe sahiptir. Diğer güzel şeylerinse ölçü ve şekil gibi ekstra özellikleri vardır ve sınırlı bir güzelliğe sahiptirler. Ayrı ayrı tüm güzel şeyler, güzellikten pay aldıkları için güzeldir. Platon, bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla, ayrı ayrı tüm güzel şeyler güzelliği taklit eder, ama sadece bir noktaya kadar.
Platon için formlar, örneğin; güzellik gibi, zamansız ve değişmezdir. Üstelik güzellik formunun kendisi de güzeldir. Güzel olmaktan başka bir özelliğe sahip değildir ve sınırsız ve mutlak bir biçimde güzeldir. Diğer güzel şeyler büyüklük ve şekil gibi ek özelliklere sahiptirler ve sadece sınırlı bir derecede güzeldirler. Tek tek tüm güzel şeyler güzellik formundan pay aldıkları için güzeldirler. Platon bir formdan pay almayı kusurlu bir taklit olarak görüyordu. Dolayısıyla tek tek güzel olan şeyler güzelliği taklit eder ancak sadece bir noktaya kadar.
Platon, ruhlarımızın bedenlerimizden çok daha uzun zamandır var olduklarına ve bedenlerimizin ortaya çıkışından önce cennette formlarla doğrudan karşılaştıklarına inanıyordu. Gerçek bilgi formların bilgisidir, ama formların bilgisi duyularla elde edilemez, çünkü her şeyden öte formlar fiziki dünyada değillerdir. Bu nedenle formlara dair bilgimiz, yani gerçek bilgimiz, cennette formlarla ilk karşılaşmamızın hatırası olmalıdır. Bu yüzden, öğrenme sandığımız şey aslında sadece hatırlamadır.
EK BİLGİLER:1. Platon, formlar kuramını, hocası Sokrates’in son saatlerini anlattığı Phaedo diyalogunda sunar. Bu kuram Sokrates tarafından dile getirilir ama pek çok araştırmacı bunun Sokrates’in değil, Platon’un görüşü olduğunu düşünür.
2. Sokrates, Meno diyalogunda eğitimsiz bir kölenin Öklid’in bir ispatını anlayabileceğini göstererek hatırlayarak öğrenme kuramını savunur.
İbrahim, İshak ve Yakup
İbrahim, tektanrıcı dinlerin atası olarak görülür. Oğulları İshak (Sara’dan), İsmail (Hacer’den) ve onların neslinden gelenlerin Musevilik ile İslam’ı kurduğuna inanılır.
Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde anlatılanlara göre, İbrahim, Ur’da yaşayan ve o zamanlar Abram olarak anılan genç bir adamken, Tanrı ona görünür ve Kenan ülkesine doğru seyahat etmesini buyurur. Yaşı ilerleyince, İbrahim hiç çocuğu olmayacağı endişesine kapılır. Sonraları Sara olarak anılan eşi Sarai, kısır gibi görünmektedir. O nedenle Sarai, cariyesi Hacer ile İbrahim’in birlikte olmasına izin verir. Hacer, İbrahim’in ilk oğlu İsmail’i doğurur. Bunun üzerine Sarai, kızgınlık ve kıskançlığından, Abram’a Hacer ile İsmail’i kovdurur.
Sonrasında Tanrı, Abram ile bir anlaşma yapar. Hizmeti ve sadakati karşılığında, Tanrı ona Sarai’den bir oğul verecek ve ondan büyük bir ırk doğacaktır. Kenan ülkesi de onların olacaktır. Bu anlaşmanın bir göstergesi olarak, Abram doksan dokuz yaşındayken adını İbrahim olarak, Sarai de Sara olarak değiştirir. İbrahim sünnet olur ve gelecekteki oğullarının da sünnet olacağına dair söz verir.
Sara, İbrahim’in Tanrı’ya verdiği sözü yerine getiren İshak’ı doğurur. İshak genç bir adam olduğu zaman, Tanrı, İbrahim’den onu kurban etmesini ister. İbrahim mutlak bağlılığıyla bunu yapmayı kabul eder. Ancak tam da oğlunu öldürecekken bir melek gelip onu durdurur. Bu, Tevrat’ta inancın en büyük örneklerinden biri olarak gösterilmektedir.
İshak, Rebeka ile evlenir ve ikizleri olur. Rebeka’nın gözdesi, sonradan İsrail adını alan, ikinci doğan çocuğu Yakup’tur. Yakup’un on iki oğlu olur ve oğulları ileride İsrail’in on iki kabilesini kurup İsrailoğulları olarak bilinen halkı ortaya çıkarır. Yakup’un ilk eşi Leah’dan Ruben, Simon, Levi, Yahuda, İssakar ve Zevulun isimli oğulları olur. Leah’nın bir cariyesinden de Gad ve Aşer isimli oğulları olur. En gözde eşi Raşel’den ise Yakup’un en sevdiği oğlu Yusuf ile Benyamin doğar. Raşel’in bir cariyesinden de Dan ve Naftali isimli oğulları doğar.