Книга Kayıp kıta: atlantis efsanesi - читать онлайн бесплатно, автор Charles John Cutcliffe Hyne. Cтраница 3
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kayıp kıta: atlantis efsanesi
Kayıp kıta: atlantis efsanesi
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kayıp kıta: atlantis efsanesi

“Benim kendim için bir korkum yok,” dedim, soğuk bir ifadeyle.

“Elbette yok, çünkü arkadaşın olduğumu biliyorsun. Ama bu genel valilik makamına başka bir adam atanmış olsaydı ne yazık ki elindeki her şey giderdi, Deukalion. Sıraya dizilmiş o sandıkların içinde hazır bekleyen, saklı bir defineye karşı koyabilecek pek fazla adam yoktur.”

“Tatho, efendim,” dedim, “açıkça görüyorum ki senle ben epeyce farklı görüşler geliştirmişiz. Benim bu kolonide kendim için sakladığım tüm malım mülküm, birkaç kişiden başka kimsenin gıpta etmeyeceği kadar önemsiz. Şu anda üzerimde gördüğün eski giysiler ile içinde mideme iyi gelen bir ilacın olduğu bir ilaç kutum var. Ayrıca üç köleye sahibim, ikisi kâtip, üçüncüsü ise yiyeceklerimi pişiren ve banyomu hazırlayan, sağlam yapılı, yabani bir Avrupalı. Burada hizmet ettiğim yıllar boyunca geçimim için devletten sadece bir asker istihkakı dışında hiçbir şey almadım ve eğer Yucatan’da herhangi bir adam benim adıma herhangi bir kuldan on gram bronz kadar bile bir para almışsa senden bana son bir hizmet yapmanı, o adamı benim için bir yalancı ve hırsız olarak astırmanı rica ediyorum.”

Tatho bana ilgiyle baktı. “Sana büyük bir hayranlık mı duymalıyım yoksa acımalı mıyım ya da şaşırmalı mıyım yoksa küçümsemeli miyim, bilmiyorum. Biz orada, Atlantis’te, senin dürüstlüğün, sertliğin ve adaletin hakkında çok şey duyduk; ama kadim Tanrılar’a yemin ederim ki hiç kimse, senin huylarını bu kadar ileri götüreceğini tahmin etmemiştir. Peki ama neden be dostum, para güç demektir. Para ve paranın satın alabileceği kaynaklar sayesinde hiçbir şey senin gibi bir insanı durduramaz. Oysa para olmadan, en küçük bir terslikte tökezleyip düşer ve geri dönülemez şekilde ayaklar altında ezilirsin.”

“Kaderimi ancak Tanrılar belirler.”

“Muhtemelen; ama ben kendi kaderimi kendim belirlemeyi tercih ederim. Sana dürüstçe söyleyeyim ki ben buraya senin genel valilik için belirlemiş olduğun modeli takip etmek için gelmedim. Yucatan’ı akıllıca ve elimden gelen en iyi şekilde yöneteceğim; ama bunu ayrıca Genel Vali Tatho’nun yararı için de yapacağım. Buraya sekiz gemilik donanmamı ve özel korumamı da getirdim. Ayrıca karım ve onun bakıcı kadınları ile köleleri de var. Hepsinin ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyor. Hem sahiden, neden başka türlü olsun ki? Bir halk yönetilecekse hükümdarları için cömertçe para ödemeleri, onlar adına bir şeref olmalı.”

“Bu konuda anlaşamayacağız. Artık güç senin elinde ve onu istediğin gibi kullanabilirsin. Eğer herhangi bir faydası olacağını düşünseydim, senin emrin altındaki bu insanları vergilendirmeye sıra geldiğinde, bunu hoşgörülü bir şekilde yapman için naçizane yalvarırdım. Onlar benim için çok değerli.”

“Seni kendimden tiksindirdim ve bunun için çok üzgünüm. Ama senin -düşüncesine dünyadaki bütün adamlarınkinden daha çok değer verdiğim kişinin- benim hakkımdaki iyi düşüncelerini geri kazanmak için bile Deukalion, burayı senin daha önce yaptığın gibi yönetemem. İstesem bile imkânsız bu. Başka insanları kendi güçlü standartlarına göre yargılamamalısın. Tatho, hiçbir zaman Deukalion gibi dev bir abide olamaz. Hem benim bir karım ve çocuklarım var, kendimi ihmal etsem bile onların ihtiyaçlarını karşılamam gerekiyor.”

“Ha, tamam,” dedim, “yani görünüşe göre, ben aslında böyle bir avantaja sahibim. Bana köstek olacak bir karım yok.”

Sözüme hemen karşılık verdi. “Bana göre, senin hayatı yaşamaya değer kılan hiçbir şeyin yok. Makamınla orantılı olarak ne karın ne çocuğun ne servetin,ne aşçıların ne çevrende bir maiyetin ne giysilerin ne de başka bir şeyin var. Bunu söylediğim için beni bağışla eski dostum; ama bazı konularda can sıkacak kadar cahilsin. Örneğin nasıl yemek yenileceğini bilmiyorsun. Ben çok usandırıcı bir yolculuğun her günü, şu anda da gene yoksun kaldığım gibi gemideki yetersiz yiyeceklerin başına her oturduğumda bu kıtlık, Deukalion’un karşılama ziyafetinde fazlasıyla telafi edilecektir diye kendi kendime yemin etmiştim. Ah, bu ziyafetin bugüne kadar gözlerimin önüne gelen en canlı şeylerden bir tanesi olduğunu sana söyleyeyim. Ama sonra gerçeğe döndüğümüzde, bir de ne gördük? Oysa taşralı bir çiftçi bile sofrasında her gün çok daha lezzetli yemeklerin başına oturuyordur. Bana onların nasıl hazırlandığını sen söyledin. Yani senin yabani Avrupalı adamın güçlü kuvvetli ve şans eseri sadık olabilir; ama işin doğrusu berbat bir aşçı. Tanrılar! Ben seferberlikte bile bundan çok daha iyi durumdaydım.

“Buranın bir koloni olduğunu ve evdeki gibi inceliklerin olmadığını biliyorum; ama eğer gelecek günlerde ormandaki geyikler, nehirlerdeki balıklar ve buranın diğer kaynakları şimdiye kadarkinden daha iyi kullanılmazsa, bir hükümdar olarak daha iyi yemek pişirilmesini teşvik etmek için mutfak personelinin bir kısmını canlı canlı yağda kızartmayı şahsen görev bileceğim. Tanrılar! Deukalion, sen damak tadının ne olduğunu unuttun mu? Ayrıca kendi itibarına karşı hiç saygın yok mu? Yahu, şu giysilerine bir bak. Bir sığır çobanı gibi giyinmişsin ve seni parlatacak bir ziynet ya da mücevherin yok.”

“Ben ancak,” dedim soğuk bir sesle, “açlık beni dürttüğü zaman yemek yiyorum ve bu giysiyi, iyice eskiyip yıpranana ve değiştirilmesi gerekene kadar üzerimde taşıyorum. Haddinden fazla yemekle doldurulmuş bir ziyafet sofrasının kabalığı ve kadınlar gibi bir sürü giysiye sahip olmak, benim düşüncelerimle hiç bağdaşmayan kazanımlar. Ama bence burada yeterince uzun konuştuk ve bir anlaşmaya varma şansımız çok az. Sen bunca yıl içinde değişmişsin Tatho ve belki ben de değiştim. Bu değişiklikler zaman ilerledikçe insanın benliğine fark etmeden yapışıyor. Biz şimdi, şu andaki mevcut farklılıklarımızı unutarak ve sadece yirmi yıllık dostluğumuzu hatırlayarak ayrılalım. Benim için o dostluk her zaman, aklıma her geldiğinde bende hoş tatlar bırakan anılarla dolu.”

Tatho başını öne eğdi. “Öyle olsun.”

“Yine cömertliğine sığınarak senden kendim için o gemiyi talep edeceğim. Şafak neredeyse sökmek üzere ve burada bu kadar uzun süre hüküm süren bir adamın, azledildikten sonra, sabah gün ışığında sokaklarda yürümesi uygun olmaz.”

“Öyle olsun,” dedi Tatho. “Benim küçük donanmamı alacaksın. Benden çok daha büyük bir şey istemeni dilerdim.”

“Donanmanı değil Tatho, sadece küçük bir gemi istiyorum. İnan bana, daha fazlası israf olur.”

“Şimdi bak,” dedi Tatho, “burada biraz despotluk edeceğim. Ben şimdi buranın genel valisiyim ve bu konuda kendi istediğimi yapacağım. Sen tüm malını mülkünü geride bırakıp dımdızlak gidebilirsin, ona karışamam. Ama Atlantis’e yanında refakatçiler olmadan gitmek, işte bunu yapamazsın.”

Böylece seçim benim dışımda yapıldığı için, Tatho’nun kendi özel gemisi Bear’a binerek ona eşlik eden donanmanın diğer gemileriyle sonunda yolculuğumu tamamladım.

Fakat başta denize hemen açılamamıştık. Gemiler, kumanyaları boşalmış ve mürettebatı bitkin bir vaziyette, iç limanın taş rıhtımlarına demirlemiş olarak duruyordu ve onları bu şekilde hemen tekrar denize açılmaya zorlamak intihar olurdu.

Sonra nezaket formaliteleri, benim kaldığım geminin yanında tamamlandı ve gemi giriş havzasına çekilerek geçiş yolunun dalgaları arasına demirledi, ona ve eşlik eden gemilere, kıyıdan odun, su, kurutulmuş et ve balık alındıktan sonra, gerekli tüm bakımlar yapılarak erişilebilecek en yüksek hızla yola çıkıldı.

Bu benim için yirmi yoğun yıldan sonra ilk defa işe ara vererek dinlenme zamanı bulmam demekti. Emek verdiğim ülkeyle bir daha başka bir bağlantım olmadı. Zaten gerçekten de resmi olarak onu terk etmiştim. Geminin işleyişine yönelik herhangi bir inceleme yapmam veya ilgi göstermem kurallara aykırıydı; çünkü tüm deniz meseleleri, kraliyet patentiyle güvence altına alınan ve büyük bir titizlikle korunan Denizciler Loncası’nın özel mülkiyeti altındaydı.

Bu yüzden bana kalan günüm süresince (eğer istersem) saatler boyu önümde uzanan muhteşem şehrin rıhtımlarına, limanlarına, saraylarına ve temellerinden itibaren üst üste konulan taşlarla birlikte yükseldiğine tanık olduğum piramitlerine bakıyordum ya da duvarların arkasındaki otlakları ve ekili toprakları seyrediyor, bölgemizi büyük zahmetlerle tarla tarla sökerek almış olduğumuz, gerideki sık ormanlara özlemle bakıyordum.

Tatho bu kadar sağlıklı başlamış bir işi devam ettirebilir miydi? Onun bencil sözlerine rağmen buna güveniyordum. Ayrıca ben, Güneş Tanrımız’dan yansıyan parlak ışıkların ya da gecenin yıldızları altında geçen günün her saatinde, bizlerin Rahipler Klanı’nda hiçbir kitap veya alet, görüntü veya tapınak yardımı olmaksızın üzerinde kafa yormak için zihinlerimizin eğitildiği yüksek gizemlerle ilgili araştırmalarımı sürdürmekte serbesttim.

Donanmanın yeniden hazırlanması süratle gerçekleşmişti. Dediklerine göre, denizaşırı yolculuklara çıkan gemiler için hiçbir zaman bu kadar hızlı bir şekilde yeni erzak tedariki yapılmamış, bu kadar çabuk kalafat edilmemiş ve yeni personel takviyesi alınmamıştı. Gerçekten de gemilerin limana çekildikleri günden, duvarların ötesine geçip okyanusun geniş vadileri boyunca dere tepe düz giderek doğuya doğru yolculuğa başlamaları, bir aydan fazla sürmemişti.

Bu uzun deniz yolculuğu için temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle kürek çeken Avrupalı köleler alınmamıştı; çünkü modern insanlık, kıtalarındaki geleneğe göre, onların birbirlerini yemelerine izin verilmesini yasaklıyordu ancak yedekteki yelkenler tek başına yetersiz kalıyordu. Gerçi modern bilim, önü bulutlarla kapalı olmadığı zaman güneşten nasıl güç alınacağını göstermişti ve (bir şekilde denizciler tarafından gizli tutulan) bu iş, geminin ön tarafından deniz suyunun içeri çekilerek rüzgâr ters yönden esse bile gemiyi fark edilir derecede ileri itebilecek kadar bir güçle kıç tarafından dışarı püskürtülmesiyle yapılıyordu.

Denizcilik, bir başka konuda da büyük bir gelişme göstermişti. Artık, yön bulmak için (kara görüş menzili dışındayken) eskiden olduğu gibi büsbütün yıldızlı bir geceye güvenmek gerekli değildi. Her geminin ön tarafına, dengede duracak şekilde bir kolu ileriye uzanmış ve sürekli gökteki Güneyhaçı takımyıldızının bulunduğu yönü gösteren, küçük bir heykel yapılmıştı. Böylece bir açı ayarlamak suretiyle, geminin rotası doğru olarak saptanabiliyordu. Okyanusun sularında doğru bir pozisyon bulmak için başka aletler de vardı; çünkü yeni bir denizcinin Tanrılar’a olan güveni, denizdeyken çok azdır ve büyük oranda kendi kas gücü ile zekâsına güvenir.

Her şeye rağmen, modern günlerde bile bu kapkara adamların oradan ayrılırken liman şehriyle son defa vedalaşmalarını görmek eğlencelidir. Malzemeler yüklenip gemi denize açılmaya tamamen hazır olduğunda, onlar da yıkanıp en gösterişli elbiselerini giyerler. Dindar yüzlerinde ciddi bir ifadeyle karaya çıkarlar ve Tanrı’nın kıyı halkıyla fazla iç içe olmadığı, gözden uzak tapınaklar ararlar; burada gürültü patırtı içinde savurgan harcamalarla kurban keserler. En sonunda, Tanrı’nın onuruna bir ziyafet verilir ve ardından gemiye geri dönülür; hepsi oburlukları ve diğer aşırılıklarıyla ağırlaşmış, çoğunlukla sarhoş bir halde somurtarak denize açılırlar.

Yolculuk, benim önceki deniz yolculuğumdan çok farklıydı. Kıyılarla teması kesmeden ve ürkek bir halde emekler gibi yavaş yavaş gitmiyorduk. Açık körfezin sularında dosdoğru yurdumuzun istikametine doğru ilerledik ve karşımıza çıkan Karayip Adaları şeridinin içinden, sanki denizyolunu işaretlemek için oraya konulmuş yön levhalarının arasından geçer gibi güvenle geçtik; odun, su ve meyve tedariki için sadece iki defa durduk. Bu emtialar da yabanilerin bize ücretsiz olarak getirdikleri şeylerdi ve itaatleri o kadar büyüktü ki hiçbir yerde bir kavga belirtisi bile olmadı. Bu, Atlantis’in ve onun en güzel denizaşırı kolonisinin büyüyen gücünün en büyük göstergesiydi.

Sonra yönümüzü bulmakta bize yardım etmeleri için Tanrılar’a hiçbir kurban sunmaksızın, cesaretle ötelerdeki uçsuz bucaksız okyanusa açıldık. Kimileri bu kaba saba denizcileri Tanrılar’a saygısızlık ettiği için kınayabilir ama bu adamların olağanüstü yetenekleri ve özgüvenleri karşısında onlara hayranlık duymadan edemezdi.

Issız denizin tehlikeleri, Tanrılar’ın kendi isteklerine göre belirlenir ve insan, onları sadece olduğu gibi göğüslemek dışında bir şey yapamaz. Fırtınalarla karşılaştık ve denizciler onlara karşı inatçı bir dirençle savaştı, gökten tıslayarak tam yanımıza iki defa yanan bir taş düştü; ama gemilerimizden herhangi birine zarar vermedi ve kaçınılmaz olarak büyük deniz canavarları, alışılagelmiş vahşetleriyle üzerimize saldırdılar. Ne var ki bu son saldırıların sadece bir tanesinde maddi kayıp yaşadık; o da büyük deniz kertenkelelerinden üçünün, benim seyahat ettiğim Bear adındaki gemiye aynı anda saldırmaları sırasında oldu.

Onların saldırıya geçtiği saat, yakıcı sıcaklıkta bir öğle vaktiydi ve güneş gücünün doruğunda olduğundan makinelerimiz ondan tam güç alıyordu. Gemi, kuru bir arazide yürüyen bir adamın yürüyüşünden biraz daha hızlı ilerliyordu. Ancak bu hız, yaratıklar onu gördüğü zaman geminin kaçabilmesi açısından yerinde saymaktan farklı değildi. Dediğim gibi üç taneydiler ve onları ufkun kavisinden ortaya çıktıklarında gördük, geniş yüzgeçleriyle denize çarptıkça köpükler çıkararak ve yüzerken uzun boyunlarını gemi direği gibi sallayarak bize doğru geldiler. Donanmamızın gemileri uzun, düz bir hat şeklinde yol alıyordu ve eski günlerde canavarların her biri, kendine ayrı bir av seçerek onun peşinden giderdi. Bununla birlikte sanki insanlar gibi bu canavarlar da savaşın gerektirdiği taktikleri öğrenmişti ve şimdi toplu halde avlanıyor, güçlerini bölmüyorlardı.

Gemimize doğru geldikleri aşikârdı ve kaptan Tob, onların saldırısından korunayım diye muhtemelen beni kıç kasaraya götürecekti ve orada güvende olacaktım. Bana, Efendi Tatho’ya karşı benim güvenliğimden sorumlu olduğunu söyledi; bu canavarların, karınlarını doyurmak için gemi mürettebatından bazılarını ele geçirmeyi başaracakları kesindi ve eğer bunlardan biri, tesadüfen Efendi Deukalion olursa o zaman kaptan, sonradan Tatho’nun elinde çok acı bir ölümle can vermektense kendini canavarlara gönüllü olarak vermeye razıydı.

Gelgelelim, ben kafama koymuştum. Bir adam, ister insan ister canavar olsun, düşmanlarla savaşmak için asla çok fazla deneyime sahip olamazdı; bu yaratıkların saldırısı benim için yeni bir şeydi ve ben bunun yöntemini öğrenmeye yürekten istekliydim. Bu yüzden kaptana, Tatho’ya yazdığım ve meselenin nasıl olduğunu anlatan bir mektup verdim (bu kaba arkadaşın bunun için biraz minnettar olduğu söylenebilirdi) ve tentenin altındaki sandalyemde oturmaya devam ettim.

Canavarlar, ısırmaya hazır çeneleriyle birden son hızla üzerimize geldiler ve tüm gemiciler silahlarıyla savunma pozisyonuna geçtiler. Geminin iki yanına geçen canavarlardan, daha küçük olan iki dişi geminin bir kanadından, dev boyuttaki erkek de diğer kanattan gemiye çıktı. Kocaman kafalarıyla neredeyse yelkenleri tutan seren direğine kadar yükseliyorlardı ve onlardan gelen pis koku, insanın midesini bulandırıyordu.

Gemiciler aslan gibi bir cesaretle canavarlara karşı koydular. Oklar, pürüzsüz ve boğa derisi kadar kalın derilerine karşı faydasızdı. Üzerlerine püskürtülen alevler, derilerini yakmıyordu bile; saldıran bir kafayı, ancak aynı anda vurulan yirmi balta darbesi geri püskürtebiliyordu ve bunlar da sadece metalin ağırlığı nedeniyle başarılı oluyor, bir yara izi bile bırakmıyordu.

Canavarlar, dünyaya hâkim olma konusunda her zaman insanlarla çatışmışlar ve yalnızca Atlantis, Mısır ve Yucatan’da insanlar kendi üstünlüğünü koruma cesareti göstermiş, onlara karşı kararlı bir güçle savaşarak önceki birçok savaştan zaferle ayrılmışlardı. Avrupa ve Orta Afrika’daki daha büyük canavarlar, tam hâkimiyete sahiptiler ve insanlar, hem sayılarının hem de güçlerinin azlığını kabul ederek kuytu arazi oyuklarında ve ağaç tepelerinde, aleni bir şekilde kaçak olarak yaşıyorlardı. Büyük okyanuslardaki canavarlar, denizlerin önü alınmamış efendileriydiler.

Buradaki, bu ıssız denizdeki dev kertenkeleler benim için yeni olmasına rağmen, yine de kendi savaş bilgimi onların vahşi güç ve cesaretlerine karşı yarıştırmak keyifliydi. İlk insanlar büyük denizlere açıldıkları günden beri, canavarlara karşı umutsuzca karşı koyarak savaş yeteneklerini geliştirmişlerdi. Bir korkak gibi ambarda saklanmanın bir faydası yoktu; çünkü eğer bu düşman tıkınmak için güvertenin üstünde kimseyi bulamazsa, yüzgeçleriyle gemiyi parçalar ve böylece herkesi öldürebilirdi. Bu yüzden ne kadar umutsuzca olursa olsun savaşa devam etmek gerektiği ve ancak canavarlar avlarını alarak tatmin olmuş bir halde uzaklaşıp gittikleri zaman buna son verilebileceği herkesçe kabul ediliyordu.

Ben de aynı şekilde, kendimi tek taraflı bir iç çatışma içinde buldum ve kas gücümü harekete geçirmemin verdiği keyfi bir kere daha hissettim. Fakat baltamla indirdiğim düzinelerce güçlü darbenin ardından onlara verebildiğim tüm zarar, ancak bir şehrin surlarına ya da belki Gizemler Gemisi’nin kendisine verilebilecek bir zarar kadardı; ben de bir mızrak buluncaya kadar etrafımı araştırdım ve onu bulmak, oyunun seyrini tamamen değiştirdi.

Bu kertenkelelerin gözleri küçüktü ve kemikli, derin oyuklara yerleştirilmişti. Öyle olunca ben de gözlerinin zayıf noktaları olduğuna karar verdim ve saldırılarımı canavarın gözlerine yönelttim. Güverte, canavarlardan akan iğrenç, sümüksü maddelerden dolayı kayganlaşmıştı. Mürettebat var gücüyle savaşıyor ve dahası, kaptan Tob’un tehditleri nedeniyle kendilerini önüme siper ediyorlardı. Fakat ben, mızrağımla onları birkaç kere sertçe dürtükleyerek kendi irademin çiğnenmesini istemediğimi gösterdim ve o zaman, önümde manevra için bana yer açıldı.

Kendimi kasten kertenkelelerden birinin görüş alanına soktum ve vücudumu onun saldırısına sundum. Meydan okumam kabul edildi. Yaratık, düşen bir kaya gibi hızla üzerime saldırdı ve dönüp mızrağımı onun sulanmış gözüne sapladım.

O an, mızrağı tam hedefe saplamanın benim için içgüdüsel bir beceri haline gelecek kadar iyi eğitilmiş olduğum için Tanrılar’a şükrettim. Mızrağın ucu, canavarın tam gözüne saplanarak sıkıştı ve sap kısmı kırılıp elimde kaldı. Kör olan canavar böğürerek geri çekildi ve acı içinde, yüzgeçleriyle denizi dövmeye başladı. Onun büyük bir köpük dalgasının ortasında, uzun boynunu arkaya doğru bükerek (gözündeki mızrakla birlikte) başını sırtına sürtmeye çalıştığını gördüm, böylece acısı daha da artsa da mızrağı yerinden oynatamadı. Ardından, bunun boşuna bir çaba olduğunu anlayarak olağanüstü bir hızla gelmiş olduğu yere doğru uzaklaştı ve süratle ufka doğru küçülüp gözden kayboldu.

Erkek ve diğer dişi kertenkele de bizi terk etmişti, ama onların gidişi aynı sebepten değildi. Kendimi azimli bir şekilde tehlikeye attığımı gören Kaptan Tob, diğer ikisinin çenelerinin arasına kasıtlı olarak birer denizci sıkıştırmış ve onların doymasını sağlayarak gitmelerini mümkün kılmıştı. Tob’un benim başıma bir şey gelmesi halinde kendi canından olmaktan çok korktuğu açıktı ve Tatho’nun, benim güvenliğim için duyduğu nazik endişe yüzünden savurduğu tehditleri düşünmek içimi ısıttı. Eski dostların bu küçük detayları ihmal etmemesi hoş bir şeydi.

Üçüncü Bölüm

RAKIP BIR DONANMA

Artık Atlantis’in kıyılarına yaklaşmıştık. Tob, her ne kadar modern aletlerinin yardımıyla, karayı muhteşem bir maharet ve isabetle bulmuş olsa da başkent büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfeze gelene kadar rotamızı izlemeye devam ederek daha on günlük bir yolculuk yapmamız gerekiyordu.

Karanın görüntüsü ve esintinin oradan bize doğru getirdiği toprak ve yeşillik kokusu, inanıyorum ki Tanrılar’ın emriyle, hepimizin hayatını kurtarmaya yarayan vesilelerdi. Çünkü okyanus aşırı uzun yolculuklarda, kaçınılmaz olarak gemilerimizdeki tayfaların bir çoğu ölmüştü ve bir kısmı da doğal olmayan çalkantı yüzünden iskorbüt hastalığına yakalanmış ya da (bazılarında olduğu gibi) gemideki doğal olmayan gıdaların ayrılmaz parçası olan tuzdan dolayı hastalanmışlardı. Fakat çaresiz kütükler gibi kamçı darbeleri altında bile hareket edemeyen bu sonuncu gruptakiler, karanın görüntüsü ve kokusuyla olağanüstü bir şekilde canlanmışlar, tekrar gemi işlerine yardım edebilecek ve (yeri geldiğinde) hem hayatları hem de gemileri için cesurca savaşacak kadar canlanmışlardı.

Yucatan’da görevden azledildiğim andan bu yana, Tatho’nun verdiği güvencelere rağmen Atlantis’te ne şekilde karşılanacağım konusunda şüphelerim vardı. Fakat yüzleşeceğim bu olay için endişe etmeyecektim, çünkü bu Tanrılar’ın elindeydi. İmparatoriçe Phorenice, yeryüzündeki en yüce varlık olabilir, karaya ayak bastığım anda kellemi omuzlarımdan ayırtabilirdi. Öte yandan Güneş Tanrım, Phorenice’in üzerindeydi ve eğer başım kopup düşecekse Tanrım bunun böyle olmasını uygun gördüğü için olacaktı. Bu yüzden, ne olursa olsun, yolculuk boyunca bu konuyu kendime dert etmedim ve yüksek gizemlere dair sakin çalışmama açık bir zihinle devam ettim.

Fakat donanmamız, izlediği rotada yeterince ilerleyerek iç sulara girişi işaret eden iki büyük buruna ulaştığında, başkent Atlantis’ten en az iki günlük uzaklıkta olan ve orada bizi karşılamak üzere beklediği şüphe götürmeyen bir başka donanmayla karşılaştık. Gemiler, onlara sığınak görevi yapan bir koyda demir atmışlardı; ama yukarıdaki yüksek arazide, yaklaştığımızı alarm vererek onlara bildiren bir keşif birliği vardı ve burnu döndüğümüz zaman gemilerin geçişimizi engelleyecek şekilde sıralandıklarını gördük.

Bizden geriye şimdi beş gemi kalmıştı, diğerleri ya fırtınalarda kaybolmuş ya da tüm mürettebatı iskorbütten öldüğü için arkada kalmışlardı, yabancılarda ise üç tane güzel gemi ve çok sayıda küreği olan üç kadırga vardı. Hepsi de temiz, parlak ve siyah renkliydiler; bizim gemilerimiz ise fırtınadan hasar görmüş, hava şartlarından yıpranmış haldeydi ve altları, dolanmış yosunlar yüzünden çok kötü vaziyetteydi. Bizim gemilerimizde Tatho ve Deukalion’un renklerini ve sembollerini belirten flamalar, apaçık ve gurur duyulacak şekilde asılıydı; bu yüzden bakan herkes, gemilerin kökenini ve işini bilebilirdi, diğer donanmanın gemileri ise sanki doğdukları için kendilerinden utanç duyan aşağılık yaratıklarmış gibi bir flama ya da köken belirten bir işaret taşımıyordu.

Ayrıca bir çatışma olmadan geçmemize izin vermeyecekleri açıkça belliydi ve bu alışılmadık şey değildi; çünkü denizlerde uygulanan hiçbir kanun yoktu ve bir gemideki kişi, başka gemideki kardeşini eğer sahilden uzakta, işitme menzili dışında yakalarsa onu yağmalamaktan hiç çekinmezdi, özellikle de diğer kardeş bir yağma veya bir ticaret seyahatinden mal yüklü olarak geri dönüyorsa. Bu yüzden Tob, gemimizi sistemli ve usule uygun olarak savaş düzenine soktu; diğer dört kaptan da kendi gemileri için aynı şeyi yaparak derli toplu bir filo oluşturmak için bize yaklaştılar. Yolculuğun neredeyse sonuna gelmişken hiçbir şekilde esir alınma durumu yaşamak istemiyorlardı.

Güneş Tanrımız, sanki bu işin devam etmesi için çok istekliymiş gibi, ışıl ışıl parlayarak makinelere tam hız verdi ve iki donanma, çabucak birbirine yaklaştı; üç kadırga ise onlara eşlik eden gemilerle aynı hizada olacak şekilde geride kaldı. Ne var ki aramızda yüzlerce gemi boyunda bir mesafe varken diğer donanma durdu ve kadırgalardan biri öne doğru çıkıp bir barış görüşmesi yapmak istediklerinin işareti olarak direklerine yeşil dallar çekti.

Bu alışılmadık bir hareketti; ama biz, denizde hırpalanmış donanmamızla gereksiz yere bir savaşa davetiye çıkaracak durumda değildik. Böylece uzaktan, karşılıklı boğuk seslerle bağrıştıktan sonra biz de durduk ve Tob, konuşmaya hazır olduğumuzu, elçilik yapacak kişiye saygı duyacağımızı göstermek için direğe (yeşil dal görevi görmesi için) kuru bir değnek çekti.

Kadırga bize yaklaştı, kendi etrafında döndü, kıçı bizim küpeşteye sürtünene kadar geri geri geldi ve gemidekilerden biri tırmanıp güvertemize atladı. Züppece giyinmiş, karadan taze erzak tedarik ettiği için son derece sağlıklı görünen genç ve dinç bir adam, büyük bir özgüven içinde hırpani halimizi küçümseyerek etrafına bakındı. Sonra Tob’u görünce tanıdık birini görmüş gibi başını salladı. “Eski içki arkadaşım,” dedi, “karın, ayaklarının dibindeki dört küçük çocukla birlikte Atlantis rıhtımında seni bekliyor. Onu göreli daha on beş gün bile olmadı.”

“Buraya bana evden haber getirmek için gelmedin,” dedi Tob, “bu kadarına yemin edebilirim. Latifelerini iyice anlamama yetecek kadar içki içtim seninle, Dason.”

“Sana evinin hâlâ orada olduğunu, karının ve çocuklarının seni içtenlikle karşılamaya hazır olduğunu belirtmek istedim.”

“Ben hiçbir zaman bunu unutacak bir erkek değilim,” dedi Tob, sert bir sesle, “ve onları her zaman aklımın bir köşesinde tuttuğum için bu gemiyle bir korsandan daha fazlasına meydan okumayı göze alarak denize açıldım; ama eğer bekâr bir adam olsaydım esir düşmekten hoşnut bile olabilirdim.”