Çadırda bir banyo vardı ve her ne kadar suyun içine canlandırıcı etkisinin yarısını yok eden bir miktar koku katılmış olsa da ben memnuniyetle bunun keyfini çıkardım, sonra görünüşte tüm soğukkanlılığımla ve sükûnetle beklemeye başladım. Teşrifatçılar benim sükûnetimi bozmayacak kadar iyi yetiştirilmişlerdi ve ben de havadan sudan konuşmaya tenezzül etmedim. Böylece Güneş Tanrımız çadırın kırmızı çatısına yoğun bir şekilde vururken, yüksek sesle çalınan müzik ve rıhtıma bakan taş döşeli büyük meydandan yayılan karşılama ateşlerinin kokusuyla birlikte ben oturur halde onlar da ayakta, dördümüz orada öylece bekledik.
Seçkinlerin, itibar kazanmak için her zaman kendilerinden daha alt seviyede olanları keyifleri gelene kadar bekletmeleri gerektiği söylenir; ama ben, şahsen bu taktiği her zaman saçma ve tenezzül etmeyeceğim bir şey olarak gördüğümü söylemeliyim. Phorenice’in de bu görüşte olduğu anlaşılıyordu, çünkü (daha sonra kendisinin de bana söylediği gibi) Tob’un kadırgasının gövdesini kraliyet iskelesinin mermerlerine yanaştırdığı haberi kendisine verilir verilmez, hemen o anda saraydan çıkmak üzere harekete geçmişti. Muhteşem tören alayı çoktan sıraya dizilmiş ve süslerle bezenmiş halde, en önemli övünç kaynağını bekliyordu; İmparatoriçe atına biner binmez trompetler emri verdi ve yürüyüş başladı.
Çadırın kapı girişinde otururken, bu büyük kalabalığın başını oluşturan askerlerin evlerin bittiği geniş caddeden ortaya çıkarak geldiklerini gördüm. Beni selamlamak için doğruca bana doğru yürüdüler ve sonra meydanın uzak tarafına giderek orada sıralandılar. Sonra Denizciler Loncası ve ardından daha fazla asker gelerek sırayla saygılarını sundular ve başkalarına yer açmak için ilerlediler. Bunları takiben tüccarlar, tabakhaneciler, mızrak imalatçıları ve törene uygun olsun diye özellikle abartılı giyinmiş (ya da bana öyle geldi) diğer tüm bilindik loncalar önümden geçtiler, bunların çoğu yaya yürürken bazıları da gururla onlara bu aşağılayıcı taşıma hizmetini vermek için ehlileştirdikleri yaratıkların üstünde geçtiler.
Lakin o anda, tüm bu göz kamaştırıcı manzaranın en şaşırtıcı iki harikası çıkageldi. Evlerin gölgeleri arasından dev bir boğa mamutunu aratmayacak irilikte bir canavar çıktı. Görünüşü beni ürkütecek kadar şaşırtıcıydı. Hayatım boyunca birçok defa, benim idarem altındaki bir köye veya mısır tarlasına saldıran mamut sürülerini öldürmek için avlar düzenlemiştim. Yaban topraklarda tüylü, korkunç, canavar benzeri devasa hayvanlar görmüş; mağara kaplanı veya mağara ayısından bile daha vahşi, birkaç dev kertenkele hariç dünyaya egemen olmak için insanlarla savaşan canavarların en tehlikeli olanlarıyla karşılaşmıştım. Ancak mamutların arasında bile bir dev gibi duran; ama aynı zamanda kamçılanarak ehlileştirilmiş bir köle kadar evcil bu yaratık, sırtında açılmış bir elin içine yerleştirilmiş ve gümüş yılanlarla donatılmış büyük bir altından tahtırevan taşıyordu. Kılıç gibi uzun, öldürücü dişleri altın yaldızla kaplanmış, tüylü boynu çiçekten bir çelenkle süslenmişti ve tören alayının önünde, sanki böyle şatafatlı bir gösteriye yardım etmek tüm varlığının tek sebebiymiş gibi yürüyordu. Onun bu uysallığı, yeni Atlantis hükümdarının buyurgan gücüne uygun düşen bir işaret gibi görünüyordu.
Mamut ile eşzamanlı olarak çok daha görkemli bir diğer harika, mamutun sahibesi İmparatoriçe Phorenice, görüntüye girdi. En başta, muazzam büyüklüğü ve bastırılmış vahşi gücüyle gözüme ilk takılan canavar olmuştu; ama onun geniş sırtındaki altın tahtırevanda oturan hanımefendi, bakışlarımı çabucak kendine çekmiş ve o andan itibaren sonsuz cazibesiyle gözlerim bir an bile ondan ayrılmaz olmuştu.
İnsanlar, Phorenice’in yaklaşmasıyla birlikte bağırmaya başladığı zaman ayağa kalktım ve onun sırtına bindiği devasa savaş hayvanı gelip meydanın ortasında durana kadar kırmızı çadırımın önündeki sundurmada bekledim, sonra taş zemin boyunca ona doğru ilerledim.
“Dizlerinizin üstüne çökün, efendim,” dedi arkamdaki teşrifatçılardan biri, korkulu bir fısıltıyla.
“En azından kafanızı eğin,” diye ısrar etti bir diğeri.
Fakat benim bu konularda, birinin kendine saygı duyması için nasıl davranması gerektiğine dair şahsi fikirlerim vardı ve açık alan boyunca başım dimdik halde, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan İmparatoriçe’ye doğru ilerledim. Beni değerlendirmeye çalıştığı belliydi. Açıkçası ben de onun için aynı şeyi yapıyordum. Tanrılar! Bu birkaç kısa saniye bana, yaşadığını bile hayal edemeyeceğim bir kadının var olduğunu göstermeye yetti.
Devlet için çalıştığım uzun resmi yaşamım boyunca kadınların, benim üzerimde hiçbir etkisi olmadığını bu yazının başlarında belirtmiş olduğumu biliyorum. Ancak onların çoğu zaman başkalarının politikaları üzerinde güçlü bir akıl çelme yeteneğine sahip olduklarını çok kısa bir süre içinde görmüş ve sonuç olarak, bir yandan erkekleri incelerken diğer yandan onları da incelemeyi iş edinmiştim. Fakat mamutun sırtındaki altın tahtırevanda kutsal yılanların altında oturan bu kadın, beni şaşkına çevirmişti. Ne düşündüğüne dair hiçbir fikrim yoktu. Zayıf, esnek vücudunun son derece biçimli olduğunu görebiliyordum ve biraz ufak tefekti. Müthiş bir zekâya sahip olduğu yüzünden okunuyordu, aynı zamanda yeni modaya uygun kısa kesilmiş ve omuzlarında toplanmış kızıl saçlarıyla inanılmayacak kadar güzeldi. Ya gözleri! Tanrılar! Kim Phorenice’in gözlerinin derinliğini ölçebilir veya cennet gibi renginin ufacık bir benzerini bulabilirdi?
Buna karşılık onun da beni ruhumun derinliklerine kadar incelediği açıktı ve bu inceleme onu oldukça tatmin etmiş gibi görünüyordu. Ben ona doğru yaklaşırken başını onaylar gibi hafif hareketlerle sallıyordu ve rütbem gereği yere kapanıp onu saygıyla selamlama görevimi yerine getirdiğim zaman, yakınlardaki herkesin duyabileceği kadar yüksek ve net bir sesle bana, kendisi Atlantis’te hüküm sürdüğü sürece onun adına alnımı bir daha asla yere koymamamı emretti.
“Diğerlerine gelince,” dedi, “ben İmparatoriçe olduğum için onların bunu rütbelerine ve makamlarına göre bir, iki veya birkaç defa yapmaları uygundur; ama sen Deukalion, efendim, ben bugüne kadar seni sadece anlatılanlara dayalı tasvirlerden tanıyordum, şimdi ise kendi gözlerimle gördüm ve değerlendirmemi yaptım. Ve sonunda şu karara vardım: Deukalion, Atlantis’teki diğer tüm erkeklerin üzerindedir ve ona itaat etmekte kusur eden biri olursa, o adam Phorenice’in de düşmanıdır ve öfkesini üzerinde hissedecektir.”
Bir işaret yaptı ve bir merdiven getirildi, sonra beni çağırdı; ben de tırmanıp kraliyet yılanlarının gölgelediği altın tahtırevanda onun yanına oturdum. Arkada duran görevli bir kız, parfümlü tüylerle bizi yelpazeliyordu ve Phorenice’in bir sözüyle dev mamut dönüp geldiği yoldan geri giderek bizi kraliyet piramidine götürdü. O sırada diğer tüm ihtişam düzenekleri de harekete geçirildi. Askerler ile şatafatlı sivil tüccarlar, önümüzden ve arkamızdan kafileye katılarak yürürlerken, mamutun her iki yanında ağır silahlı birliklerin tempolu adımlarla yürüdüğünü fark ettim.
Phorenice bir gülümsemeyle bana döndü. “Beni gücendirdin,” dedi, “ilk başta.”
“Majesteleri farkına vardığı pek çok şeyle beni mahcup ediyor.”
“Bana bakmadan önce altımdaki savaş hayvanıma baktın. Bir kadın böyle bir saygısızlığı affetmekte zorlanır.”
“Büyük fetihleriniz için size hep gıpta ettim ve hâlâ da ediyorum. Ben kendim de mamutlarla savaştım ve zamanında onları öldürdüm; ama içlerinden birini canlı tutmayı ve onu ehlileştirmeyi düşünmeye bile asla cesaret edemedim.”
“Cesurca konuşuyorsun,” dedi, hâlâ gülümseyerek, “ve ayrıca iltifat etmeyi de oldukça iyi beceriyorsun. Of, Deukalion, bu insanların bana yaltaklanmaları midemi bulandırıyor. Ben onlarla aynı hamurdan olmadığımı biliyorum; ama sırf Tanrılar’ın kızı olduğum için ister istemez bana karşı ikiyüzlü davranmak zorunda kalıyorlar.”
Demek ki Tatho haklıydı ve domuz çobanı konusu unutulmuştu. Yani eğer o yarattığı kurguyu sürdürmeyi seçmişse, onu yalanlamak benim işim değildi. Doğru ya da yanlış, ben onun hizmetkârıydım.
“Uzun zamandır bana yaltaklanmak dışında hazmedilmesi güç bir davranış gösterecek cesur birinin özlemini çekiyordum,” diye devam etti, “ve en sonunda seni yanıma çağırttım. Senin hakkında söylenenlere dayanarak bir sonuç çıkarabilmek için biraz sıkıntıya girdim, Deukalion ve sen henüz beni tanımasan da ben tanışmadan önce bile seni bütünüyle tanıdığımı söyleyebilirim. Cafcaflı aptal kıyafetleri, aşırıya kaçan ziyafetleri ya da kadınlar tarafından şımartılmayı önemsemeyecek kadar büyük bir akla sahip bir adama hayran olabilirim.” Kendi üzerindeki ipeklere ve ışıltılı mücevherlerine baktı. “Biz kadınlar, üzerimizde renkli şeyler taşımayı severiz; ama bu farklı bir konu. Bu yüzden seni buraya benim vekilim olman ve iktidarın yükünü benimle beraber taşıman için çağırdım.”
“Koca Atlantis’te benden daha iyi adamlar olmalı.”
“Hayır, yok efendim; bunu sana onların hepsini çok iyi bilen biri olarak söylüyorum. Hepsi benim zavallı halime âşık, boş lafları ve arsızlıklarıyla beni yoruyorlar, bana hizmet etmek için yanıp tutuşmalarına rağmen onlar için kendi yükselişleri ve kendi hazinelerinin doldurulması her zaman önce geliyor. Bu yüzden seni çağırdım, Deukalion; tüm dünyadaki tek güçlü adam. Sen en azından benim sevgilim olmak için derin derin iç çekmezsin öyle değil mi?”
Cevabımı gözünün ucuyla izlediğini gördüm. “İmparatoriçe benim efendimdir,” dedim, “ve ona karşı her zaman dürüst bir vekil olacağım. Phorenice’in kadınlığıyla muhtemelen fazla bir işim olmayacak. Ayrıca ben aşk dedikleri oyuncakla oynayacak türde bir adam değilim.”
“Sen yine de yeterince yakışıklı bir adamsın,” dedi oldukça düşünceli bir şekilde. “Ne var ki bu senin gücünü daha fazla kanıtlıyor Deukalion. En azından sen benim zavallı görünüşüm ve inceliğim yüzünden bana vurulacak kadar kendini kaybetmezsin.” Arkamızda duran kıza dönerek “Ylga, yelpazeyi bu kadar hızlı sallama.”
Konuşmamız bir anlığına kesildi ve etrafıma bakacak kadar zamanım oldu. Dünyanın o güne kadar gördüğü en zarif, en güzel şehrin anacaddesinden geçiyorduk. Onu çok uzun yıllar önce terk etmiştim ve nasıl bir gelişme gösterdiğini merak ediyordum.
Kamu binaları konusunda şehir kesinlikle büyümüştü; her yerde yeni tapınaklar, yeni piramitler, yeni saraylar ve heykeller vardı. Zaman ve mekân olarak bu kadar uzun bir süre uzak kaldıktan sonra geri döndüğüm bu şehrin büyüklüğü ve ihtişamı beni her zamankinden çok daha fazla etkiledi; her ne kadar Yucatan’daki birçok şehrin her biri şahane olsa da bu muhteşem başkent, herhangi biriyle kıyaslanamayacak bir yerdi. Kelimelerle tasvir edilemeyecek kadar görkemli ve muhteşemdi.
Bununla birlikte beni en fazla etkileyen şey, tüm bu ihtişamla bu kadar yakın temas içindeki yoksulluk ve sefalet oldu. Sokakları dolduran kalabalığın neredeyse tamamı, sıska bedenler ve aç yüzlerle doluydu. Orada burada bir erkek ya da bir kadın, Avrupa’daki bir yabani kadar çıplak ve utanma duygusundan uzak halde öylece durup bakıyordu. Hatta günün modasını taklit ederek ceketinin üzerine ucuz süsler takıştırmış bir tüccarın yüzünde bile, sanki güvenlik kelimesini tamamen unutmuş gibi korkmuş ve huzursuz bir ifade vardı; dışarıdan övünür gibi göründüğü bu zevksiz zenginliğinin altında, korkuyla çarpan bir yürek gizlenmiş gibiydi.
Phorenice bakışlarımın nereye yöneldiğini anlamıştı. “Bu mevsim,” dedi, “son aylarda oldukça hastalıklı geçti. Alt tabakadaki bu insanlar benim şehrimi süsleyecek güzel evler yapmıyorlar; kendi sefil, çirkin köpek kulübelerinde yaşamayı tercih ediyorlar ve bu yüzden aralarında ateşli humma ile diğer hastalıklar yayıldığı için çalışmaya karşı gönülsüzler. Hem şu an için kazanç hiç kolay değil. Aslında, asilerin şehrimin kapılarına şiddetle saldırdığı bu son altı ayda ticaretin neredeyse durduğu söylenebilir.”
Bunu duyunca çok şaşırdım.
“Asiler!” diye bağırdım. “Atlantis’in kapılarına kim saldırıyor? Şehir bir kuşatma altında mı?”
“Lütfettiler de,” dedi Phorenice usulca, “bize bugünlük bir tatil veriyorlar ve bu yüzden ne mutlu ki seni karşılama törenimde rahatsız edilmiyoruz. Eğer saldırıyor olsalardı gelen gürültüleri duyardın. Haklarını vermek gerekirse, her türlü çabalarında son derece yaygaracılar. Casuslarım, asilerin şehrin duvarlarına karşı kullanmak üzere yeni aletler hazırladıklarını söylüyor ve eğer seni eğlendirecekse bunu araştırmak için yarın dışarı çıkabilirsin. Ama bugün Deukalion, senle ben birlikteyiz; etrafımızda ise barış ve biraz da gösterinin güzelliği var. Daha fazlasını da istersen veririm.”
“Bu isyandan haberim yoktu,” dedim, “ama Majesteleri beni vekili yaptığına göre, bunun kapsamıyla ilgili her şeyi bir an önce bilmem iyi olur. Bu ciddiye almamız gereken bir konu.”
“Bunu ciddiye almadığımı mı düşünüyorsun?” diye sertçe çıkıştı. “Ylga,” dedi arkasındaki kıza, “elbisemin omzunu aç.”
Refakatçi kız, elbisenin omzunu tutan mücevher tokayı açınca Phorenice (bana bunu hiç istemeyerek yapıyor gibi göründü) kumaşı çekerek aşağı sıyırdı ve altındaki pürüzsüz cildi açığa çıktı, bana sol göğsünün hemen altındaki kanlı keten bandajı gösterdi.
“Hiç olmazsa dünkü ciddiyetimin bir kanıtı var,” dedi, bana yandan bakarak. “Ok kaburgama çarptı ve bu beni kurtardı. Eğer kaburgalarımın arasına isabet etmiş olsaydı, Deukalion çok hayran olduğu bu güzel savaş hayvanıma binmek yerine cenazemin yakılacağı odun yığınının yanında duruyor olacaktı. Gözlerini mamuttan alamıyorsun gibi görünüyor Deukalion. Ah, zavallı ben. Senin tüylü yaratıklarından biri değilim ve bu yüzden senin dikkatini asla çekemeyeceğim gibi görünüyor. Ylga,” dedi arkasındaki kıza, “elbisemi tokasıyla tekrar bağlayabilirsin. Efendi Deukalion daha önce de çok yaralar gördü ve burada onun ilgisini çekecek başka bir şey yok.”
Beşinci Bölüm
ZAEMON'UN LANETI
Görünüşe göre, her halükârda şu an kraliyet piramidinde ikamet edecektim. Göz alıcı süvari alayının askerleri, piramidin önündeki taş döşeli büyük meydanı doldurarak gruplar halinde dizildiler. Mamut, kapı girişinin önünde durduruldu ve bir merdiven getirildi, ardından trompetler çalmaya başladı ve yılanların gölgelediği altın tahtırevanda yolculuk eden üçümüz, yere indik.
Açık havadan çıkıp piramidin büyük taş labirentlerinde yer alan dairelere gideceğimiz belliydi ve ben hiç düşünmeden, doğamın bir parçası haline gelmiş bir alışkanlık ve kutsama içgüdüsüyle şehrin üzerinde korkutucu bir görüntüyle yükselen Kutsal Dağ’ın haşmetli kayalarına doğru dönerek her zaman yaptığım gibi saygıyla yere kapandım ve mutat duamı ettim. Dediğim gibi bunu bir içgüdü ve genel bir alışkanlık olarak yapmıştım; ama ayaklarımın üzerine doğrulduğumda, o şatafatlı elbiseler içindeki kalabalık seyircilerin arasında bir yerden kıs kıs gülüşmeler duyduğuma yemin edebilirdim.
Kaşlarımı öfkeyle çatarak o alaycılara doğru baktım ve sonra bu yaptıkları saygısızlığın derhal cezalandırılmasını talep etmek için Phorenice’e döndüm. Fakat burada garip bir şey vardı. Onu fiil ve kural olarak saygıyla yere kapanıp ettiği duadan kalkarken görmeyi ummuştum; ama o da yerinde dimdik duruyordu ve alnının asla yere değmediği apaçıktı. Üstelik bana anlayamadığım, tuhaf bir bakışla bakıyordu.
Aklında her ne varsa, o sırada meydanda toplanmış insanların önünde bu konuda bağırmak gibi bir planı yoktu. Bana, “Gel,” dedi ve kapıya doğru dönerek içeri girişi sağlayan o gün için belirlenmiş gizli şifreyi haykırdı. Sundurmanın önünü kapatan ağır taş bloklar, menteşelerinin üzerinde kayarak geriye doğru açıldı ve Phorenice, peşinde onu saygıyla takip eden yelpazeci kızla birlikte azametle yürüyerek sıcak gün ışığından serin karanlığa geçti. Kalbimde büyümeye başlayan bir ağırlıkla birlikte, ben de piramidin içine girdim ve taş kapılar uğursuz bir gümbürtüyle arkamızdan kapandı.
O anda fazla ileri yürümedik. Phorenice, bekleme salonunda durdu. Kırmızı duvarlarındaki kralların resimleriyle taş zeminin ortasında yerden fışkıran ve bronz bir ağızdan püskürerek yanan ateşten fıskiyenin alevinin aydınlattığı bu yeri çok iyi hatırlıyordum. Ölmüş yaşlı kral yirmi yıl önce, ben Yucatan’daki genel valilik görevim için yola çıkmaya hazırlanırken bana veda etmek için lütfedip buraya kadar gelmişti. Ancak salonun havası eski günlerdekinden farklıydı. O zamanlar buranın havası doğal ve hoştu. Şimdi ise yayılan bir esans kokusuyla ağırlaşmıştı, ben bunu iç bayıltıcı ve bunaltıcı buldum.
“Vekilim,” dedi İmparatoriçe, “kasıtlı hakaret suçundan sana beraat veriyorum; ama bence sömürge havası seni çok basit bir adam yapmış. O dağa karşı senin bir dakika önce saygıyla yere kapanman, benim bu krallığı yönetme görevine geldiğimden beri hiç yapılmadı.”
“Majesteleri,” dedim, “ben Rahipler Klanı’nın üyesiyim ve onların öğretilerine göre yetiştirildim. Bana, bir eve girmeden önce Tanrılar’a ve özellikle de Güneş Tanrı’mıza, bize sağladıkları güzel hava için şükretmem öğretildi. Kaderimde birkaç kere, dağların aniden kaynamaya başlamaları sırasında akan ateş dereleri ve pis kokulu hava tarafından kovalanmak da vardı; bu yüzden ben bu mutat duayı doğruca kalbimden gelerek okurum.”
“Sen Atlantis’ten ayrıldığından beri durumlar değişti,” dedi Phorenice, “artık şükür duaları o eski Tanrılar’a yapılmıyor.”
Onun neyi kastettiğini anladım ve dine karşı yapılan bu saygısızlık karşısında neredeyse ürktüm. Eğer burada böyle yeni bir kural varsa benim bununla hiç işim olmazdı. Kader bana nasıl isterse öyle davranabilirdi. Ben kendimi, iktidardaki hükümdara sadakatle hizmet etmek için hazırlamıştım; ama kutsal şeyleri savsaklamak, duaların ve tapınmanın kendisine yapılması gerektiğini emreden bir domuz çobanının kızını tanrı olarak kabul etmek, benim erkekliğime sığacak bir şey değildi. Bu yüzden bile bile bir krize davetiye çıkardım.
“Phorenice,” dedim, “ben çocukluğumdan beri tanrıların önünde saygıyla eğilen bir rahip oldum ve onların gizemleriyle içli dışlı büyüdüm. Bu eski şeylerin yanlış olup olmadığını kendim bulana kadar inancıma sadık kalacağım ve eğer bu sadakat için bir bedel varsa bunu ödemeliyim.”
Bana hafif bir gülümsemeyle baktı. “Sen güçlü bir adamsın, Deukalion,” dedi.
Eğilerek karşılık verdim.
“Böyle inatçı olan başkalarını da duydum,” dedi, “ama sonra inançlarından döndüler.” Saçlarının kızıl perçemlerini sallayarak açtı ve yanan ateş fıskiyesinin ışığı yüzü ile vücudunun güzelliğini aydınlatacak şekilde durdu. “İnatçıları döndürmenin en kolay yolunu onları yakmakta buldum. Ama aslında bu yakılma, pek söz konusu olmadı. Ben isteyeyim ya da istemeyeyim, hepsi alelacele dönmeyi seçti. Fakat benim zavallı görüntümün ve dilimin bugün biraz akıl çelmeye ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.”
“Phorenice imparatoriçedir,” dedim duygusuz bir sesle, “ve ben de onun hizmetkârıyım. Eğer yarın bana izin verirse duvarların dışındaki karışıklık çıkaran bu ayaktakımını temizleyeyim. Artık faydalarımı kanıtlamaya başlamalıyım.”
“Bana senin çok iyi bir savaşçı olduğun söylendi,” dedi Phorenice. “Eh, benim de silahlar konusunda kendime göre bir becerim var, bu konuda biraz uzman olduğumu düşünüyorum. Yarın birlikte savaşın tadına bakacağız. Ama bugün senin için planladığım saygıdeğer kabul törenini sürdürmem gerekiyor, Deukalion. Ziyafet birazdan hazır olacak ve sen de ziyafet için hazırlanmak isteyeceksin. Burada senin kullanımın için seçilmiş ve ihtiyaç duyulacak şeylerle doldurulmuş odalar var. Ylga onların yerlerini sana gösterecek.”
Yelpazeci kızla beraber Phorenice ateş fıskiyesinin parıltısından uzaklaşıp bekleme salonunun ilerisindeki bir köşede gölgeler arasında bulunan bir kapıdan çıkıp gidene kadar bekledik ve sonra (kız bir lamba almış yol gösteriyordu) piramidin dar labirentlerinden geçerek kendi yolumuza gittik.
Her tarafta parfüm kokusu ortama hâkimdi ve piramidin kocaman taşları arasındaki her yerde geçitler dönüyor, kıvrılıyor ve bükülerek uzuyordu; böylece yabancılar ulaşmak istedikleri odayı ararken saatler (evet, ya da günler) geçirmek zorundaydılar. Bu kraliyet piramidinin planını hazırlayan unutulmuş inşaatçılar, yapıyı şeytani bir kurnazlıkla tasarlamışlardı. Çünkü dışarıdan gelebilecek ani saldırılarda kralların hoyrat suikastçıların eline düşmesine meydan vermek niyetinde değillerdi. Ayrıca zamanın kralının, kendini iyice garantiye almak için piramidi inşa eden herkesi, hatta iç taşlarının döşenmesini görenleri bile öldürttüğü rivayet edilirdi.
Ancak elindeki lambayı sallayarak yol gösteren yelpazeci kız, bu labirentlere alışkın gibiydi. Bazen hızlanarak, bazen döne döne gidiyordu; sonra boş bir duvarın ortasında durdu ve bir taşı itti, duvar sarsılarak açılıp geçmemize izin verdi. Bu defa yerdeki yassı döşeme taşlarından birinin köşesine ayağıyla bastırdı ve geriye kayan taşın altından dik, dar bir merdiven göründü. Oradan inerek eğimli bir yolun başlangıcına geldik ve o yoldan tekrar yukarı doğru çıktık; böylece ilerleyip, kullanmam için bana verilen odaya kadar geldik.
“Duvarların yanında duran bu sandıklarda giysiler var,” dedi kız, “ve şu bronz kutunun içinde mücevherler ile diğer süsler var. Bunlar Phorenice’in ilk hediyeleri; ama bana bunların daha sonra gelecek olanların küçük bir göstergesi olduğunu söylememi tembihledi. Efendi Deukalion şimdi basit giysilerinden kurtulabilir ve modaya uygun, şık elbiseler giyinip kuşanabilir.”
“Kızım,” dedim, sert bir sesle, “diline hâkim ol ve bana böyle önemsiz tavsiyelerde bulunma.”
“Eğer Efendi Deukalion bunu bir kabalık olarak görüyorsa Phorenice’e söyleyebilir ve ben de kamçılanırım. Eğer isterse beni soyarak onun önünde kamçılayabilirler. İmparatoriçe şu an Deukalion için pek çok şey yapacaktır.”
“Kızım,” dedim, “sen şu kırbaçlanmaya sandığından daha yakınsın.”
“Benim bir adım var,” diye bana çıkıştı, siyah kaşlarının altından aksi bir ifadeyle bakarak. “Bana Ylga derler. Mamutun üzerinde buraya gelirken kendinizi Phorenice’e bu kadar kaptırmamış olsaydınız bunu duyabilirdiniz.”
Gözlerimi dikip ona merakla baktım. “Sen beni daha önce hiç görmedin,” dedim, “ve bana söylediğin ilk sözler başını fena halde derde sokabilecek şeyler oldu. Bütün bunların bir amacı olmalı.”
Ylga gidip odanın kapı girişindeki koca taşı bastırarak itti. Sonra mücevherlerle dolu küçük parmaklarını giysimin üzerine koyarak beni dikkatlice hava bacasından uzak bir köşeye çekti.
“Ben Zaemon’un kızıyım,” dedi, “sen onu tanıyorsun.”
“Bana ondan mesaj mı getirdin?”
“Bunu nasıl yapabilirim?” O, sizin önünde secde etiğiniz dağdaki rahip konutlarında yaşıyor. İki yıldır onu biç görmedim. Ama sizi ilk defa liman tarafında kurulan kırmızı çadırdan çıkarken gördüğümde ben… Ben size acıdım Deukalion. Babam Zaemon’un, arkadaşı olduğunuzu hatırladım ve Phorenice’in neye hazırlandığını biliyordum. İki aydan beri bunun planını yapıyordu.”
“İmparatoriçe’nin aleyhinde bir şey duymak istemiyorum.”
“Ama henüz…”
“Ne?”
Sandaletiyle yerdeki taşa sertçe bastırdı. “Siz çok kör bir adamsınız Deukalion ya da çok cesur olmalısınız. Ama ben daha fazla araya girmeyeceğim, en azından şimdilik. Yine de izleyeceğim ve herhangi bir şekilde bir dost istiyormuş gibi göründüğünüz zaman size hizmet etmeye çalışacağım.”
“Dostluğun için teşekkür ederim.”
“Bunu hafife alır gibi görünüyorsunuz. Çünkü efendim, şu an bile gerekçemi tahmin etmediğiniz gibi, benim gücümü bildiğinize de inanmıyorum. Siz bu krallıktaki ilk adam olabilirsiniz; ama rütbe olarak benim ikinci leydi olduğumu size söyleyeyim. Ve şunu unutmayın, artık Atlantis’te kadınların itibarı daha yüksek. İnanın bana, benim dostluğum her zaman ve çok çaba gösterilerek aranan bir şeydir.”
“Dediğim gibi dostluğuna müteşekkirim. Sen benim minnettarlığımı yeterince ciddiye almıyor gibi görünüyorsun, Ylga; ama inan bana, ben bunu daha önce hiçbir kadına ihsan etmedim ve bu yüzden, çok ender olan bu teşekkürün kıymetini bilmelisin.”
“Peki, efendim,” dedi, “önünüzde sizi bekleyen bir eğitim süreci var.” Sonra, yardımlarını istediğim zaman köleleri nasıl arayacağımı gösterdi ve beni bırakıp gitti, ardından tam bir dakika boyunca ona söylediğim sözlere hayret ederek öylece kaldım. Bu Zaemon’un kızı kim oluyordu da benim bir ömürlük huyumu değiştirmek için beni kandırmaya çalışıyordu.
Emrim üzerine yanıma gelen köleler, bin türlü aptallık içinde beni cübbelerle ve süslerle donatmak konusunda çok hevesliydiler, bana (sınıflarının güncel modası gibi görünen) birtakım parfümlerle kokulu merhemlerin etkilerini ısrarla anlattılar. Onların bu tavrı beni rahatsız etti. Ben zaten temizdim ve tıraş olmuştum, saçlarım kesilmişti ve cübbem lekesizdi. Onların bu ısrarlı ilgilerini bir çeşit saygısızlık olarak gördüğüm için ceza olsun diye birbirlerini dövmelerini emrettim ve eğer bunu tam anlamıyla yapmazlarsa, onları kızgın şeritler halinde kalıcı olarak dağlaması için bir hayvan damgalayıcısına teslim edeceğime yemin ettim. Tuhaftır ama sıradan bir hizmetkâr, bazen asi bir komutanı bile kızdırarak çileden çıkarabiliyordu.