banner banner banner
Keloğlan Masalları
Keloğlan Masalları
Оценить:
 Рейтинг: 0

Keloğlan Masalları


Kız, kızın anası ve babası sabahleyin erkenden yola çıktılar. Birkaç saat ilerlediler. Çuvalın içinde sıkışan Keloğlan, idrarını tutamayıp salıverdi. Çuvaldan su aktığını gören baba:

“Kızım!” dedi. “Gözlemeyi o kadar yağlı yapmışsın ki sıcaktan yağlar eriyip akmaya başladı.”

Artık kurtulduğuna emin olan kız, “Evet, acele ile fazla yağ kullanmışım fakat yağı karar kullansaydım, gözlemeler bu sıcakta kururlardı.” dedi.

Bunlar öğle vakti bir köye girdiler, kalabalık bir köpek sürüsünün hücumuna uğradılar.

Kızın babası, “İşte Keloğlan burada olmalıydı; bu köpeklerin hakkından gelirdi.” dedi.

Bunu duyan Keloğlan, çuvalın içinden, “Merak etmeyin, buradayım!” diye bağırarak fırlayıp çıktı, köpekleri bir anda dağıttı.

“Yahu! Böyle nereye gidiyorsunuz? Sizde hiç akıl yok mu ki beni ta köyden buraya kadar çuvalın içinde taşıdınız? Eğer köpek hücumuna uğramasaydınız, rahatımı bozmak niyetinde değildim.”

Kız, üzüldü fakat işi bozuntuya vermedi:

“Senin çuvalda olduğunu sanki ben bilmiyor muydum? Mahsus sesimi çıkarmadım.”

Keloğlan, alay etmeye başladı:

“Şimdi tam dört kişiyiz. Bakalım dönüşte kaç kişi olacağız?”

Hep birlikte yollarına devam ettiler. Gece yarısı olunca denizden tarafa Keloğlan, onun yanına kaynatası, kaynatasının yanına kaynanası, kaynanasının yanına da yavuklusu, uzanmak üzere kıvrılıp yattılar. Aradan bir iki saat geçince Keloğlan yavaşça kalktı. Horul horul uyuyan kaynanası ile kaynatasının arasına girdi. Biraz sonra uyanan kız, anasını uyandırdı. Anası da kocası zannederek Keloğlan’ı dürttü. Fısır fısır konuştular ve hep beraber iterek kızın babasını denize yuvarladılar.

Zavallı adam, denizin dibine birkaç kere batıp çıktı. Sonra dalgalara karıştı; göze görünmez oldu.

Çok sevinen ana ile kız, yaptıkları hatanın farkında olmadılar. Sabahleyin Keloğlan’ı yanlarında görünce ne yapacaklarını şaşırdılar, ağlamaya başladılar. Keloğlan, kızı avutup susturduktan sonra dedi ki:

“Ey canımın canı, kanımın kanı, gönlümün sultanı! Ne yapsan elimden kurtulamazsın çünkü benim kısmetimsin. Güzellikle razı ol da evlenip rahatımıza bakalım. Aksi takdirde, babanı kaybettiğin gibi ananı da kaybedersin.”

Bu sözleri duyan Keloğlan’ın kaynanası, kocasının acısını unuttu. Kendi tatlı canını kurtarmak derdine düştü. Kızından önce davranarak:

“Ah benim gül kafalı evladım! Kızımı senden iyisine mi vereceğim? Ömrünüzün sonuna kadar mutlu yaşayın!” dedi. Kız da razı olmak zorunda kaldı. Oradan ayrılıp köye döndüler. Kırk gün kırk gece düğün yaparak gerdeğe girdiler ve ölünceye kadar mutlu yaşadılar.

Keloğlan’ın Eşeği

Yüzlerce sene evvel, Anadolu şehirlerinden birinde zengin bir adam yaşardı. Parasının, mülkünün hesabını Allah’tan başka kimse bilmezdi fakat bu adam çok cimriydi. Bir yere on kuruş vereceğim diye ödü kopardı ve iki lokma ekmeğe katık olabilecek kadar peynirle üç dört öğün karnını doyururdu.

Bu cimri zenginin, yirmi beş yaşından fazla olmayan bir karısı vardı. O kadar güzeldi ki yüzüne bakan gözler kamaşırdı.

Bu kadın, kocası gibi hasis değildi. Onun aksine olarak çok müsrifti. Sağa sola avuç dolusu para sarf eder; gönlünün her dilediğini yerine getirirdi. Bunu gören kocası, için için kudurur ancak bir kelime söyleyemezdi çünkü aynı zamanda kılıbık bir adam olduğu için ondan fena hâlde korkardı.

Güzel kadın, bir gün kocasına şöyle dedi:

“Biz evleneli beş sene oldu. Şimdiye kadar en aşağı üç çocuğumuz olması gerekirken bir tane bile olmadı. Acaba bu kabahat hangimizde; sende mi yoksa bende mi?”

Cimri zengin, korkunç bir manzara karşısında kalmış gibi gözlerini dört açtı. Çatlak sesini titrete titrete:

“Ağzını hayıra aç! Çoluk çocuk sahibi olmak kolay ama onları besleyip büyütmek var. Allah hâlimizi biliyor da bize çoluk çocuk vermiyor. Yoksa bu işte ikimiz de kabahatli değiliz.”

“Sen aklını mı kaçırdın? Sendeki para, kırk haneli kırk köyün, kırk sene geçinmesine kâfi gelir de artar bile. Sana bir sene veriyorum. Bu müddet zarfında bir çocuğumuz olursa ne âlâ, ama olmazsa senden ayrılıp başka bir kocaya varacağım bilesin!”

Cimri adam, bu şartı canına minnet bildi:

“Pekâlâ, mademki ayrılmak istiyorsun bugünden, hatta bu saatten tezi yok derhâl ayrılalım. Zaten senin müsrifliğinden bıktım, usandım. Bu israfa dağlar taşlar altın olsa gene dayanmaz.”

“Bugünden itibaren ayrılmaya razıyım ama bana söylemekten çekinmediğin büyük sırrı açıklayacağımdan korkmuyor musun? O zaman hâlin nice olur?”

Adam, bu tehditten fena korktu. Hemen karısının ayaklarına kapandı. Yalvarmaya başladı:

“Aman karıcığım, ben ettim, sen etme! Mademki çocuk istiyorsun; Allah’a yalvaralım; bize bir Keloğlan ihsan etsin çünkü Keloğlanlar yaman olurlar; kuru taştan ekmek çıkarırlar.”

O günden sonra “Ya Rabbi! Bize bir çocuk ver; kel de olsa razıyız.” diye yalvarmaya başladılar. Aradan bir buçuk ay kadar bir zaman geçince kadının karnında bir şişkinlik oldu. Nihayet dokuz ay on gün sonra istedikleri çocuk dünyaya geldi. Öyle güzel bir kadından böyle acayip ve çirkin bir çocuk doğması cidden şaşılacak şeydi.

Çocuk büyüdü; on beş yaşında bir delikanlı oldu ama çok yaman bir şeydi. Ele avuca sığmıyordu. Yalnız evin içini altüst etmekle kalmıyor; hemen her gün bir kavga çıkararak mahalle halkını da rahatsız ediyor, birbirine düşürüyordu. Adı, doğduğu günden beri Keloğlan kalmıştı.

Keloğlan, bir gün anasının karşısına dikildi. Akıllı, uslu biri gibi ciddi bir tavır takınarak:

“Ana!” dedi. “Artık beni evlendir fakat şehrimizdeki kızlardan hiçbirini istemem. Alacağım kız mutlaka benden güzel olmalıdır.”

Kırk bir yaşına basmış olan anası, eski güzelliğini korumakla beraber çok değişmişti. Artık avuç dolusu para sarf etmiyor; hatta evden dışarı çıkmıyordu. Daha doğrusu, biçimsiz bir oğul anası olduğu için insanların yüzüne bakmaktan utanıyordu

“Yavrum....” dedi. “Dünyada sana kız bulmaktan daha zor iş yoktur çünkü sende bütün noksanlıklar toplanmış. Güzel değilsin, akıllı değilsin, iyi huylu değilsin, doğru söylemekten hoşlanmazsın. Sana kız verecek ana ile babanın hem kör hem de sağır olması lazımdır.”

Keloğlan katıla katıla gülmeye başladı:

“Amma yaptın ha! Yeryüzünü karış karış gezseler benden güzel delikanlı bulamazlar. Benim bir gözüm herkesin iki gözüne bedel; bacaklarım lüzumundan fazla uzun değil, tenim biraz esmerce ama boynum herkesin boynundan uzun ve kibar; dudaklarımın eğriliği, zaten güzel olan ağzıma başka bir güzellik veriyor; kulaklarımı, burnumu görenler hep maşallah diyorlar; yüzümü gören kızlar fazla bakmaya dayanamayıp başlarını çeviriyorlar; kafam, gümüş gibi parıl parıl parlıyor. Bana ancak bir peri kızı layıktır.”

Anası, kendisini cidden beğenen Keloğlan’ı başından savmak için:

“İşte şimdi doğru söyledin!” dedi. “Sana gerçekten bir peri kızı layıktır fakat baban varken bana söz düşmez. Git, derdini ona söyle; sana bir peri kızı bulana dek yakasını bırakma çünkü senin kel olmanı Allah’tan baban istemişti.”

Keloğlan, doğru babasının yanına gitti. Oğlundan yana dertli olan adam, onu başından savmak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdı.

“Mademki evlenmek ve bir peri kızı almak istiyorsun, o hâlde sana güzel bir akıl öğreteyim.”

Keloğlan, sabırsızlanarak dinliyordu.

“Çabuk söyle baba, çabuk söyle!” diye bağırdı.

“Buradan kırk gün uzakta gayet büyük bir şehir ve şehrin ortasında göz kamaştırıcı bir saray vardır. Bu sarayda bir hükümdar oturur ki birkaç ülkeye hükmeder. İşte senin aradığın kız, bu hükümdarın kızından başkası değildir. Vakit geçirmeyip yola çık; o şehri bul, saraya gir, kendini tanıt. Çalış, çabala, mutlaka o kızı al!”

Keloğlan, bu sözleri gerçek sandı. Ertesi gün, satın aldığı bir eşeğe binip yola çıktı. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Nihayet bir şehre ulaştı. Çarşıda, pazarda dolaşmaya başladı. Baktı ki bir kahvede saz çalınıyor.

İçeri girdi. Saz çalıp türkü söyleyen şairlerin karşısına dikildi:

“Ustalar!” dedi. “Ben de şairim, sizinle imtihan olmak istiyorum.”

Hepsi de ak saçlı, ak sakallı olan şairlerden bir tanesi, kaşlarını çatarak bağırdı: