Книга Türk Masalları - читать онлайн бесплатно, автор Неизвестный автор. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Türk Masalları
Türk Masalları
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Türk Masalları

“Sizden başka bir odalık daha alacağım. Onunla evleneceğim!”

Cariyeler bunu doğru bularak:

“Kaderiniz efendimiz!” demişler.

Ali Bey hemen esir pazarına giderek Dilfirip adında güzel bir cariye almış. Onu konağına getirerek evlenmiş. Dilfirip Hanım, Ali Bey’i, Ali Bey de Dilfirip Hanım’ı çok seviyormuş. Ali Bey’in evde olmadığı bir gün Dilfirip Hanım, Ali Bey çiçeği çok sevdiği için ona has bahçeden bin bir türlü çiçek toplamaya inmiş. Elleri işlerken bir yandan da mırıldanıyormuş…

“Tanrı’m ben başı kavuklu bir adamın kızı idim. Hâlbuki şimdi Ali Bey gibi bir derebeyinin karısı oldum. Tanrı’m bu saadetten beni mahrum etme!” demiş.

O sırada konaktan Ali Bey’in sesi gelmeye başlamış. Dilfirip Hanım, çiçekleri kaptığı gibi konağa koşmuş. Cariyelere yarı şaka, yarı da kızmış gibi söylenmiş:

“Ali Bey geldi de bana niçin haber vermediniz?” demiş ve Ali Bey’in yanına koşarak gitmiş, ona yaptığı buketi göstermiş.

“Bak sana ne güzel çiçekler topladım.” demiş, Ali Bey de teşekkür ederek çok sevdiği karısını kucaklamış.

Aylar, yıllar geçtikten sonra başka bir diyarın derebeyi, Ali Bey’e savaş açmış. O da savaşa gitmek üzere ülkesinden ayrılırken konağını ve karısını tanıdığı en namuslu insan olan İsmail Ağa’ya emanet ederek demiş ki:

“Karım ve konağım sana emanettir, karıma ve konağıma benim yokluğumu bildirme.” demiş ve atına atlayarak savaşa gitmiş. İsmail Ağa, Dilfirip Hanım’ın yüzünü görünce hemen oracıkta ona âşık olmuş. Onun yüzünü bir daha nasıl göreyim, diye düşünür dururmuş. O böyle düşünüp dururken kapı vurulmuş, bir atlı Tatar gelerek Ali Bey’den bir mektup getirmiş. İsmail Ağa bu mektubu okumuş, içinde “Yerimize vardık!” yazılı imiş. İsmail bu mektubu vesile bilerek sevinmiş, Dilfirip Hanım’ı görmek için odasına koşmuş ve mektubu ona vermiş.

Dilfirip Hanım bu mektuba çok sevinmiş, biraz sonra dışarı çıkmış. Bu esnada İsmail Ağa’nın kafasından şu düşünce geçmiş: “Dilfirip Hanım’ın başı örtülü, onu iyice göremiyorum. Şu sedirin altına saklanır, o, gece uyurken soyunur, ben de onu güzelce seyrederim.” Şeytana uyarak sedirin altına girmiş. Dilfirip Hanım içeri girince İsmail Ağa’nın gittiğini sanarak kapısını kilitlemiş ve örtüsünü çıkararak pencerenin önüne oturmuş, kocasını düşünmeye başlamış. Bu düşünce ile gözünün nuru sönmüş, sedir üzerinde uyuyakalmış. İsmail Ağa kadını doya doya seyrettikten sonra sedirin altından çıkmış. Kapıya doğru yürümüş, kapının kilitli olduğunu görerek kilidi açmış, dışarı çıkmış; fakat kapıyı da açık bırakmış. İsmail Ağa gittikten biraz sonra Dilfirip Hanım uyanmış. Kapının açık olduğunu görerek cariyelerini çağırtmış. Demiş ki:

“Ben uyurken kapıyı kilitlemiştim, şimdi açık buldum belki de unutarak açık bırakmışımdır.”

Cariyelerden biri:

“Aman hanımcığım, nasıl olur, odanıza su koymak üzere geldiğimiz zaman kapıyı kilitli gördük, suyu bırakamadık.” demiş.

Dilfirip Hanım bunu duyunca, hemen İsmail Ağa’yı çağırtmış.

“Aman İsmail Ağa, Ali Bey gitti diye evimize hırsızlar giriyor. Kapıyı kilitlediğim hâlde açık buldum, bu ne biçim iş böyle!”

İsmail Ağa bunun üzerine, cariyelere dışarı çıkmalarını söylemiş ve Dilfirip Hanım’ın önünde diz çökerek şöyle demiş:

“Hanımcığım, artık ben sana gönül verdim. Şeytana uyarak sedirin altına girdim ve çıkarken de kapıyı açık bıraktım. Ali Bey yok… Siz benimle evleniniz. Size Ali Bey’in hayatından daha üstün bir hayat sürdürürüm.”

Dilfirip Hanım kızmış:

“Defol karşımdan hain köpek, ne yazık ki Ali Bey sana güvenerek beni sana emanet etmiş, defol karşımdan!” demiş.

İsmail Ağa:

“Fakat sana çok şeyler yaparım, kendine gel!”

Dilfirip Hanım:

“Elinden geleni arkana koyma! Yalnız şu dakikadan sonra bir daha gözüme görünme!” demiş ve onu kovmuş.

İsmail Ağa gittikten sonra Dilfirip Hanım, kocasına bir mektup yazarak Tatar ağası olan Ahmet Ağa’ya mektubu vermiş ve Ali Bey’e götürmesini söylemiş; fakat Ağa, konak kapısından çıkmadan İsmail Ağa yakasına yapışmış ve elindeki mektubu alarak parçalayıp onun yerine kendisinin yazdığı mektubu tutuşturmuş. Ahmet Ağa bundan bir şey anlamayarak mektubu Ali Bey’e götürmüş. Ali Bey mektubu okuyunca beyninden vurulmuşa dönmüş; çünkü mektupta Dilfirip Hanım’la, İsmail Ağa’nın başa çıkamadığını ve eve erkeklerin birinin girip diğerinin çıktığı bildiriliyormuş. Ali Bey de mektubun verdiği acı ve gazabından kendini bilmeyerek şöyle bir mektup yazmış:

“Dilfirip’i derhâl konağın zindanına atınız!..”

Bu mektup İsmail Ağa’nın eline geçer geçmez soluğu Dilfirip Hanım’ın odasında almış:

“İşte kocandan mektup geldi, seni zindana atacağız ve yaptığına pişman olacaksın!” demiş.

Dilfirip Hanım, istifini bozmadan:

“Dilediğini yap dememiş miydim?” diye İsmail Ağa’nın önüne düşerek zindana gitmiş.

Dilfirip Hanım’a zindanda yemek olarak bir dilim ekmek, içecek olarak bir bardak su veriyorlarmış. Bu zulümler arasında kıvranırken günün birinde zindanın bir karanlık köşesinde nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Çocuğun giyeceği olmadığı için entarisini yırtarak ona kundak yapmış. Bir gün hanımlarını çok merak etmiş olan cariyeler gizlice zindanın kapısına gelip zindancıya:

“Aman zindancı, canım zindancı. Tek bir dakika hanımımızı görelim. İstersen sana bir avuç altın dahi verebiliriz.” diyerek birkaç altını zindancının eline tutuşturmuşlar.

Zindancı:

“Eğer İsmail Ağa görürse elinden çekeceğimiz var. Ne yapalım altınlara dayanamayacağım.” demiş ve kapıyı açarak kızları içeri sokmuş. Kızlar içeri girer girmez hanımlarının boynuna sarılmışlar. Günlerden beri yıkanmamış yüzünü öpmeye başlamışlar ve demişler ki:

“Hanımcığım, başınıza gelen bu felaket nedir? Size yardım etmek istiyoruz!”

Dilfirip Hanım:

“Artık benim bu dünyada işim kalmadığı için bütün olanları bir bir anlatacağım.” diyerek başından geçenlerin hepsini anlatmış, sonra kızlardan bir kâğıt isteyerek bir vasiyetname yazmış ve kızlara bunu saklamalarını tembih etmiş.

Cariyelerden biri vasiyetnameyi saçları arasında saklamış. Tam kapıdan çıkacakları sırada Dilfirip Hanım:

“Sizden bir dileğim daha var, ne yapıp edin bir testi su getirin.” demiş.

Kızlardan biri, hemen zindancının ellerine yapışarak:

“Aman zindancıbaşı, bize şu iyiliği de yap, hanımımıza bir testi su ver, sana bir avuç altın daha veririz.” demişler. Zindancı, homurdanarak ve korkarak bir testi su getirmiş, kızın eline tutuşturmuş; sonra da:

“Biraz çabuk olun, şimdi İsmail Ağa gelirse sizin de benim de kafamızı uçurtur.” demiş.

Kızlar tekrar Dilfirip’e veda ederek ve vasiyetnamesini iyi saklayıp Ali Bey’e vereceklerine söz vererek çabucak dışarı çıkmışlar. Sarayda İsmail Ağa, Dilfirip Hanım’ın bir de çocuğu olduğunu duyunca Ali Bey’e bir mektup daha yazmış. Mektubunda şunlardan bahsetmiş:

“Karınız saraya girip çıkan adamlardan bir çocuk doğurdu, bu çocuğu ne yapalım?”

Hâlbuki bu çocuk kocasından imiş. Ali Bey bu mektubu alınca tekrar şaşırmış ve müthiş bir kızgınlık ile bir mektup yazmış.

Mektubunda:

“Artık onunla benim alakam kalmadı, onun cezası ölümdür, cellatlara teslim et!” demiş.

Tatar ağasının eline tutuşturmuş. Mektup, İsmail Ağa’nın eline geçince sanki dünyalar onun olmuş gibi soluğu zindanda almış. Zindana girerken zindancıbaşına:

“İki cellat çağır.” diye emir vermiş.

Zindancı, cellatları çağırmaya gidince Dilfirip Hanım’ın yanına girmiş ve:

“İşte beni sevmedin, cezanı göreceksin, başın çocuğunla beraber kesilecektir.” demiş.

Eteği temiz Dilfirip Hanım da:

“Elinden geleni arkana koyma!” diyerek yerinden kalkmış, cellatların önüne düşmüş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, sonunda bir uçurum kenarına varmışlar.

Cellatlardan biri Dilfirip Hanım’a:

“Haydi bakalım, koy başını kütüğe, vuracağız!” demiş.

Dilfirip Hanım da iki celladın ayaklarına kapanarak:

“Daha gencim, yaşamak istiyorum. O hain İsmail Ağa’nın alçaklığını bildirmek istiyorum, bana kıymayınız, bana merhamet ediniz!”

Cellatlardan biri arkadaşına dönerek:

“Yahu! Ne kadar zamandan beri adam başına kıydım. İçime kuş gözü kadar bir merhamet gelmemişti. Hâlbuki şimdi merhametli bir adam gibi içim burkuluyor.”

Diğer cellat:

“Aman yahu! Güzelliğini görüp de sakın kanma! Yoksa onun başı yerine senin başın gider.” diyerek palasını çekmiş.

Dilfirip Hanım tekrar ayaklarına kapanarak yalvarmış: “Aman ne olur cellatbaşı bana kıyma! Başımı vurma!” Cellatlardan öteki de merhamete gelerek kıza demiş ki:

“Öyle ise gömleğini çıkar, kana boyayalım, İsmail Ağa’ya kanlı gömleği götürelim.” demiş.

Kız da:

“Siz erkeksiniz, ben ise kadınım, sizin yanınızda nasıl soyunabilirim. Müsaade ediniz de şu çalılığın arkasında soyunayım.” demiş ve oraya giderek gömleğini çıkarmış. Cellatlardan biri arkadaşına:

“Bak hele… Eğer bu kadın kötü olmuş olsaydı, bizim yanımızda soyunurdu. İsmail Ağa’nın bu kadına bir garezi var galiba!..” demiş.

Dilfirip Hanım da gömleği cellatlara vermiş. Cellatlar yolda giderken bir tavşan vurmuşlar, kanını gömleğe bulamışlar. Cellatlar saraya vardıkları zaman, doğruca İsmail Ağa’nın yanına çıkmışlar. Kanlı gömleği göstererek:

“Başını kestik, gömleği kana boyayarak size getirdik!” demişler.

İsmail Ağa hiddetlenerek:

“Vay kâfirler vay! Hem onun gibi bir dilberi öldürüyorlar hem de gömleğini bana gösteriyorlar…” demiş ve ellerine ellişer lira vererek:

“Artık bu memlekette sizi görmeyeyim, adınızı da duymayayım.” demiş. İki cellat giderken birbirlerinin yüzüne bakarak:

“Allah Allah amma da tuhaf adam. İyi ki kızı öldürmedik, saraydan iç rahatlığıyla çıkıyoruz.” demişler.

Dilfirip Hanım, cellatlar gittikten sonra uçurumun aşağısına bakmış, aşağıda bir kumsal olduğunu ve yakınından bir ırmak aktığını görerek sevinmiş.

Kendi kendine:

“Tanrı’m! Sen bana yardım et de şu uçurumdan aşağı ineyim.” demiş. Çocuğunu bağrına basarak uçurumdan inmeye başlamış. İki üç saat çabaladıktan sonra kayalardan aşağı inmeye muvaffak olmuş. Aşağı indiği zaman karşıda bir yiğit delikanlının yattığını görmüş. Ona doğru koşarak sormuş:

“Aman yiğidim ne oldu sana?”

Yiğit de:

“Arkadaşlarımla ava çıkmıştık. Arkadaşlarım beni kıskanarak vurdular ve beni bu hâle koydular. Şu heybemde bir tas var, bana bir yudum su ver.” demiş.

Kız koşmuş ve su almak için pınara gitmiş. Fakat döndüğünde delikanlıyı orada ölmüş bulmuş. Hemen delikanlının elbiselerini çıkartarak üzerine giymiş ve delikanlıyı oracığa gömmüş. Sonra doğruca delikanlının heybesinin yanına koşmuş ve bir insanın ihtiyacını giderecek kadar eşya bulmuş. Bu eşyaları bulduktan sonra aklına, barınmak için bir kulübe yapmak gelmiş. Hemen etraftan ağaçlar keserek kendine derme çatma bir kulübecik yapmış. Eteği temiz Dilfirip Hanım, kendisini barındırmak için bir kulübe yapmaya uğraşırken, sarayda, İsmail Ağa ben bir güzeli öldürttüm, diye önüne içki masasını almış, iki cariye de karşısında el pençe divan durarak ona hizmet ediyorlarmış. İsmail Ağa içtikçe önüne gelene bağırıyor ve sesi sarayda çın çın ötüyormuş. Aradan yıllar geçtikten sonra Ali Bey, kendi kendine şöyle düşünmüş: “Acaba ben karımı haksız yere mi öldürttüm? Saraya haber vermeden gidip bir bakayım neler oluyor?” demiş. Hemen atına atlayıp tozu dumana katarak sarayına varmış, saraydan içeri girmesiyle İsmail Ağa’nın sesi kulaklarında çınlamış.

İsmail Ağa bir elinde kadeh:

“Hey aman hey!.. Ben bir dilbere kıydım. Ne yapayım?” diyorken içeriden bir gürültü işitilmiş. Derebeyi, Ali Bey biraz işi anlar gibi olmuş, sesin geldiği tarafa gelmiş, İsmail Ağa’nın içki içtiği odanın kapısını açmış, İsmail Ağa hiç ummadığı bir zamanda, ağası Ali Bey’in karşısında durduğunu görünce titreyerek ayağa kalkmış. Ali Bey, İsmail Ağa’ya:

“Ben seni rakı masası başında oturup nara atman için değil, karımın ve konağımın ben gelene kadar namusunu korumak için bırakmıştım.” demiş ve korkularından titreyen uşaklara dönerek:

“Derhâl bu herifi zindana atınız.” demiş. İki uşak İsmail Ağa’nın kollarından tutarak onu kızın hapsolduğu zindana atmışlar. Ali Bey iki cariyeyi çağırtmış:

“Bana bütün olup bitenleri anlatınız.”

Kızlardan biri, saçının arasında sakladığı Dilfirip Hanım’ın vasiyetnamesini çıkararak Ali Bey’e vermiş. Ali Bey vasiyetnameyi okuyunca gözleri büyümüş. Yüzü balmumu gibi sararmış:

“Eyvahlar olsun! Ben karıma da kendime de yapacağımı yapmışım!..” demiş.

Kızlara dönerek:

“Haydi kızlar, sizinle beraber Dilfirip’i bulmaya çıkalım! Belki mezarını buluruz.” demiş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir de arkalarına bakmışlar ki bir arpa boyu yol gitmişler. Her ne hâl ise bin bir zorluk ve sefaletten sonra, kızın başının vurulduğu tepeye varmışlar. Ali Bey uçurumdan bakarak:

“Aman kızlar, bakın şurada bir kulübe var. Aşağı inelim, orada gezen delikanlıya soralım.” demiş.

Hemen aşağı inmeye hazırlanmışlar. Dilfirip Hanım aşağıya üç adamın indiğini görmüş ve onlara dikkatle bakmış ve içini çekerek:

“Ah! Ah! Şu gelen adam Ali Bey’e ne kadar da benziyor. Galiba ben artık hayaller görmeye başladım.” demiş.

Ali bey de aynı dakikada:

“Şu delikanlının gözleri Dilfirip’ime ne kadar da benziyor.” diyerek kulübeye yaklaşmışlar.

Dilfirip Hanım, Ali Bey’i görür görmez tanıyarak:

“Aliciğim, Aliciğim!” diyerek ona doğru koşmuş.

Arkadan bir ses duymuşlar:

“Anneciğim, anneciğim, o adama niçin sarılıyorsun, sonra seni hap der, yutar, ben de annesiz kalırım!..” diye ağlamış.

Dilfirip Hanım da kendisinden başkasını görmeyip vahşilik eden çocuğuna:

“Hayır yavrucuğum. O umacı değil, senin babandır.”

Çocuk yine ağlayarak:

“O benim babam değil, o umacı…” demiş.

Ali Bey koşarak çocuğu kucaklamış. Hep beraber saraya dönmüşler. Kız da olanı biteni anlatmış. Ali Bey, İsmail Ağa’yı zindandan çıkararak sormuş:

“Kırk satır mı istersin, yoksa kırk katır mı?” demiş. O da:

“Kırk satır düşman boynuna, kırk katır isterim ki, birine bineyim, diğerlerini de satayım.” demiş.

Bir katırın kuyruğuna bu hain ve alçak herifi bağlamışlar. Katır koştukça o da koşmuş, her parçası bir dağda kalmış. Onlar da sarayda rahatça mesut yaşarlarken daldan üç elma düşmüş; biri söyleyene, biri dinleyene, biri de yazana…

Emir Nur

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sıçan berber iken bir hakan varmış. Kara baklayı çok severmiş. Her yıl bir tarla ektirirmiş, tam bakla vereceği sırada bir at gelir, bütün baklaları yermiş. Padişah bir yıl tarlanın etrafını karasakızla2 donatmış; at yine gelmiş, tarlaya girerken karasakıza yapışakalmış… Atı tutmuşlar, Hakanın has ahırına koymuşlar. Bu at, ahırda durmadan kişnermiş. Hakan’ın büyük kızı ahıra gitmiş, at yine susmamış… Hakan’ın en küçük kızı gelince at derhâl kişnemesini kesmiş. Bu kız, atın yanından ayrıldığı zaman at kişniyor, fakat yanına gelince susuyormuş.

Hakan’ın kızı bir gün atın yanında otururken at birdenbire güzel bir delikanlı olmuş. Bu arada olanlardan habersiz olan Padişah, kızlarını evlendirmek istemiş. Büyük kızını başvezirin oğluna, ortanca kızını da ikinci vezirin oğluna vermiş. Küçük kızını da ortanca vezirin oğluna vermek istemiş. Fakat kız, bu gençle evlenmek istememiş, kendisine niçin istemediği sorulunca:

“Ben has ahırdaki al atımla evleneceğim.” dermiş.

Padişah hiddetlenmiş. Israr etmiş; fakat kız aldırmamış, nihayet küçük kız al atla evlenmiş.

Bir gece kız, has ahıra giderek atı almış. Saraydan beraber kaçarak şehrin tenha bir köşesine bir kulübe yapmışlar. Burada at, yine birdenbire silkinerek hoş bir delikanlıya dönüşmüş. Çocuk kazanır, beraberce geçinir giderlermiş.

Günün birinde Padişah, kızlarının düğününü yapmak istemiş. Dört tarafa okuyucular, uşaklar göndermiş. Düğüne başlanmış. Oğlan demiş ki:

“Ben bir kır atlı olacağım; sakın beni kimseye tanıtmayasın. Eğer tanıtırsan ben bir kuş olur, uçarım, beni bir daha da bulamazsın!..”

Kız babasından gizli, saraya girmiş. Sarayda ona herkes demiş ki:

“Sen de ortanca vezirin oğlu ile evlenmiş olsaydın böyle güzel düğünün olurdu!..”

Bu sözler kızın çok gücüne gitmiş.

Dayanamayarak:

“Siz benim kocamı görseniz bana hak verirsiniz!” diye meydanda at oynatan bir delikanlı olan kocasını göstermiş. Kocası bu anda bir silkinmiş ve derhâl bir kuş olarak sarayın penceresine konmuş.

Kuş dile gelerek:

“Sırrımızı söyledin, beni bundan sonra bu diyarda bulamayacaksın. Ben bir devim, devler diyarına gidiyorum. Ayağına demir çarık, eline de bir demir asa alıp beni yıllarca arasan yine bulamazsın!.. Benim adım Emir Nur’dur. Hakkını helal et.” diyerek sarayın penceresinden uçup gözden kaybolmuş. Kız, sevgilisini kaybedince günlerce ağlamış.

Ayaklarına demir çarık giyerek yola koyulmuş. Dere tepe düz giderek Bakır Dağı’na varmış. Orada bir kıza rastlamış. Kıza demiş ki:

Bakır nalın giyen kızBakır ibrik alan kızKız Allah’ın seversenEmir Nur’u gördün mü?

Kız da:

“Aradığın adamı Gümüş Dağı’nda bulursun!” demiş.

Kız oradan yola koyulmuş, Gümüş Dağı’na gitmiş, orada yine bir kıza rastlamış.

Gümüş nalın giyen kızGümüş ibrik alan kızKız Allah’ın seversenEmir Nur’u gördün mü?

O kız da:

“Emir Nur’u, Altın Dağı’nda bulursun.” deyince kız yine yola revan olmuş. Nihayet Altın Dağı’na varmış. Çeşme başında bir kıza rast gelmiş.

Bu kıza:

Altın nalın giyen kızAltın ibrik alan kızKız Allah’ın seversenEmir Nur’u gördün mü?

Deyince kız:

“Kız sen onu ne yapacaksın, o benim nişanlımdır. Bu suyu ona abdest suyu götürüyorum.”

Hakanın kızı, dev kızının ibriğinden su içme bahanesiyle Emir Nur’un nişan yüzüğünü ibriğine takmış, kız suyu eve götürmüş. Dev kızı ibrikten su dökerken, kızın yüzüğü önüne düşmüş…

Emir Nur kızdan sormuş:

“Bu yüzük ne?” demiş.

Kız da:

“Bilmiyorum!”

“Sen çeşme başında kimi gördün?”

Kız da:

“Ben çeşme başında bir kız gördüm.” demiş.

Emir Nur, çeşmenin başına gelmiş ve kızı görünce şaşırmış ve kıza demiş ki:

“Ben şimdi seni anneme götüreceğim. Annemi bir sac başında ekmek yaparken göreceksin, sen eve gelir gelmez annemin memelerini emersin, bu suretle onun çocuğu olursun, böylelikle o seni yemez.”

Biraz sonra, beraberce devin evine gitmişler; Dev Anası’nı ekmek yaparken görmüş, çaprazlama memelerini arkasına atmış kız hemen memelerini alarak emmeye başlamış.

Dev Anası haykırmış:

“Seni gidi, mememi emmeseydin, seni çoktan yutardım.” dedikten sonra biraz dolaşmış ve kıza:

“Ben şimdi babanla gidiyorum. Sen evi süpür, süpürme… Yatağı devşir, devşirme… Su küpünü de gözyaşıyla doldur.” diyerek gitmiş, zavallı kız ne yapacağını şaşırmış.

Emir Nur, imdadına yetişmiş:

“Anamın bu sözlerinden maksadı, ‘Yatağı yerden topla, yarısını yerde bırak… Evi süpür, süprüntüleri köşede bırak.’ demektir. Küpü de tuzlu su ile doldur.”

Kız da Emir Nur’un dediği gibi yapmış. Dev karısı akşamüzeri evine dönmüş, dediklerinin aynen yapıldığını görünce:

“Sen bunları bilemezdin. Bunları sana Emir Nur öğretmiş.” diyerek köpürmüş. “Emir Nur, teyzesinin kızıyla evlenecek, sen şu torbayı kuş tüyüyle doldurup getireceksin. Ona yastık yapacağız.” demiş.

Emir Nur yetişerek:

“Şu dağın arkasına git! Kuşlar yuvalarından çıkınca, onlara, Emir Nur evlenecek, birer tüy veriniz, dersin. Onlar derhâl senin önünü tüylerle doldururlar, sen de bu tüyleri buraya getirirsin.” demiş.

Kız da Emir Nur’un dediği gibi yapıp tüyleri getirmiş. Dev Anası tüylerin geldiğini görünce kızarak:

“Bunu sana Emir Nur öğretti. Öyle ise git şu dağın ardındaki bacımgildeki çalgı takımını al gel!..” demiş. Kız yine ağlamaya başlamış.

Emir Nur, kıza:

“Şu yoldan gidersin, önüne kan ve irin akan bir su çıkar. Geniştir, geçemezsin. Ne güzel sudur, diyerek o sudan içersin. Su yol verir, geçersin! Sonra bir pıtırak tarlası gelir. Ah ne güzel çimen der, onları okşarsın. O da sana yol verir, geçersin. Daha sonra önüne, ağzında et bulunan bir at görünür, biraz daha ötede önünde ot bulunan bir köpek gelir. Otu atın önüne, eti de köpeğin önüne atarsın, o zaman sana yol verirler, geçersin! Teyzemin evine gelirsin. Ben çalgı takımını istiyorum, dersin. O seni yemek için dişlerini bilemeye gider. Sen dolaptan çalgı takımını alır, arkana bakmadan gelirsin. Yalnız çalgı takımını açma.” demiş.

Hakanın kızı, Emir Nur’un dediklerini aynen yapmış ve çalgı takımını getirmiş. Amma gelirken kutuyu açmış, kutunun içinden iki kurt çıkmış ve hemencecik kaçmışlar. Kız oturup ağlamış. Emir Nur yetişmiş, kurtları bulup yerine koymuş, kız Dev Anası’na çalgı takımını vermiş. Dev yine köpürmüş; fakat bütün bunlara rağmen Emir Nur’u, teyzesinin kızı ile evlendirmiş, kızı da kapının önüne koymuşlar. Emir Nur, gece dev kızını kesmiş, Padişah’ın kızını da alarak kaçmış. Dev Anası sabahleyin kızı kanlar içinde görünce meseleyi anlamış, derhâl küçük bacısını Emir Nur’un arkasına göndermiş.

Emir Nur arkalarından gelen beyaz dumanı görünce:

“Bu gelen benim küçük teyzemdir, bizi yer, şimdi ben bir küp olurum, sen de bir tas olursun.” demiş.

Böyle yapmışlar, teyzesi gelmiş, küpten bir su içip gitmiş, bunları bulamamış, evine dönünce Dev Anası:

“Ah işte o kız tas, oğlum da küptü… Niçin getirmedin?” demiş. Bunun üzerine büyük teyzesini yola çıkarmış.

Emir Nur tekrar bir beyaz dumanın geldiğini görünce kızı bir sopa, kendisini de bir baş tarağı yapmış. Cadı teyze gelmiş.

Sopaya sormuş:

“Ey sopa baba, buradan bir oğlan ile bir kız geçti mi?”

Ondan bir söz alamayınca baş tarağına sormuş. Ondan da bir cevap alamayarak Dev Anası’na gelmiş.

“Bir sopa ile bir baş tarağına rastladım, onlara sordum. Onlar bir şey görmemişler.” deyince Dev Anası tekrar hiddetlenerek:

“İşte anladım, sen de onları getiremedin! Ben onları şimdi nasıl bulurum!” diyerek bir küpe binmiş, bir süpürge çöpü yakmış ve uçarak yola çıkmış. Emir Nur, tekrar arkasına bakmış, bu defa kara bir bulutun geldiğini görünce:

“İşte şu gelen annemdir. Ondan kurtuluş çok zordur.” demiş.

Kızı bir kavak yapmış, kendisi de bir yılan olup kavağa sarılmış. Dev Anası büyük gürültülerle gelerek kavağa saldırmış. Kavağı dövüyor; fakat yılan bunu hep karşılıyormuş. Dev Anası kavağı kesmek istemiş; fakat oğlu sarılı olduğundan kavağı kesememiş. Nihayet Dev Anası kızmış, ancak kavaktan bir dal koparıp tekrar küpüne binerek uçup gitmiş.

Emir Nur, kıza:

“Silkin!..” deyince, kız tekrar bir kız olmuş. Fakat serçe parmağı yokmuş. Dev Anası kesmiş. Kız acısına katlanmış, yola koyulmuşlar.

Emir Nur:

“Artık kurtulduk!..” demiş. Kızın memleketine gelmişler. Kızın babasının sarayına gelerek başlarından geçenleri babasına anlatmışlar. Babası, onları affetmiş, bu suretle küçük kıza düğün yapılarak kırk gün, kırk gece eğlenmişler. Muratlarına ermişler…

İlik Sultan

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir hakan varmış. O hakanın da hiç çocuğu olmuyormuş. Hakan günün birinde seyahate çıkmış, yolda bir dervişe rastlamış, derdini bu dervişe anlatmış. Derviş de ona:

“Şu elmayı al, yarısını sen ye, yarısını da Sultan Hanım’a yedir. Tanrı size bir evlat verecektir!..” demiş.

Hakan bu elmayı alarak geri dönmüş ve elmayı karı koca yemişler. O geceden itibaren Tanrı onlara bir kız evlat vermiş. Bu kızın alnında “Maşallah” yazılı imiş. Hakan ona yeraltında bir saray yaptırmış. Kıza sütnine ve bir de dadı tutmuş, kız bu yeraltı sarayında büyüyormuş. Kız büyüyünceye kadar ona ilik yedirmişler. Kız, on beş yaşına kadar bu saraydan bir yere çıkmamış. Bir gün ilik yerken ağzına bir kemik gelmiş. Bu kemiği dışarı atayım derken kemik, tepe camına gelmiş ve cam kırılmış. Bu camdan keskin bir ışık içeri düşmüş. Kız bu ışığı merak edip pencereden dışarı bakmış. Kar yağıyormuş. Yoldan iki kişi geçiyormuş.

Birbirlerine:

“Hint hakanının oğlu, bu kar gibi beyaz, yanakları kırmızı, karabiber gibi benleri var.” diyorlarmış. Kız bu sözleri duyunca Hint hakanının oğluna âşık olmuş. Kız da Horasan hakanının kızı imiş. Kız, günler geçtikçe sararıp soluyormuş.

Hakan sütnineye ve dadısına:

“Kızıma ne oldu? Bunu bana söyleyiniz, herhâlde sebebini biliyorsunuzdur.” demiş.

İçlerinden biri:

“Kızın hastalığı nedir anlar, size bildiririm.” demiş.

Kızı hekimlere göstermişler.

Onlar da:

“Bu kız sevda çekiyor!” demişler.

Hakan da, hangi hekim sevda çekiyor derse, hemen onun başını vurduruyormuş.

Bir gün kızın cariyesi, Sultan’a:

“Sultan’ım, derdin nedir, niçin böyle sararıp soluyorsun, bana söyle, belki derdine bir çare bulurum?” demiş.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.