Книга David Copperfield - читать онлайн бесплатно, автор Чарльз Диккенс. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
David Copperfield
David Copperfield
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

David Copperfield

Yatağımın nakledilmiş olduğu odaya döndüm. Mahzun mahzun içeri girdim, arkamdan köpek havlayıp duruyordu. Yatağımın üzerine oturdum, uyuyuncaya kadar düşüncelerime daldım. Beni annemle Peggotty uyandırdılar.

Annem “David.” dedi. “Nen var aziz çocuğum?”

Gözyaşlarımı göstermemek için başımı çevirdim.

Annem Peggotty’ye bakarak haykırdı:

“Fena kız! Bu senin kabahatindir. Siz oğlumu benim ve sevdiklerimin aleyhine çevirdiniz; çıldıracağım!”

“Söylediğiniz sözlere pişman olursunuz inşallah Madam Copperfield!”

Birdenbire Mösyö Murdstone’un sesi duyuldu:

“Ne oluyor? Clara, bana metin olacağınıza söz vermiştiniz.”

“Teessüf ederim Edward, itidalle hareket etmek istiyordum. Fakat o kadar azap içindeyim ki!..”

Annemi kendine çekti. Bir şeyler mırıldandı. Annem başını onun omzuna dayadı ve ben anladım ki bundan sonra bu adam annemin uysal tabiatını istediği tarafa çekip götürecek.

“Clara, aşağı ininiz.” dedi. “Ben de David’le gelirim.”

Sonra Peggotty’ye dönerek ilave etti:

“Matmazel! Merdivenden çıkarken işittim; zevceme bir isim veriyordunuz ki o, artık onun ismi değildir. Lütfen onun benim ismimi taşıdığını unutmayınız!”

Peggotty bana müteessir bir nazarla baktı; bir reverans yaptı; çıktı.

Mösyö Murdstone karşıma oturdu. Beni manyetize edecekmiş gibi gözlerini dikti. Kalbim çatlayacakmış gibi çarpıyordu. Dudaklarını kısarak dedi ki:

“David, bir beygir veya bir köpek itaat etmek istemezse ne yaparım bilir misiniz?”

“Bilmem mösyö.”

“Ben onu döverim! Bu dayak onun kanına bile girse onu itaat ettiririm; nedir o yüzünüzde gördüğüm lekeler?”

“Çamur.”

O da benim kadar biliyordu ki yüzümdeki lekeler gözyaşı izleri idi. Yüzünde kendine has bir tebessüm belirdi.

“Küçük bir çocuk olduğunuz hâlde zekânız yerinde. Yüzünüzü yıkayınız mösyö. Ve arkamdan geliniz.”

Salona girdiğimiz zaman anneme dedi ki:

“Sevgili Clara, ümit ederim ki az zamanda artık azap çekmeyeceksiniz çünkü küçük yaramazı uslandıracağız.”

Kendi evimde olduğumu bana gösterecek cesaret verici bir söz, müşfikane bir kelime söylemiş olsaydı daha şimdiden hâkimiyetini takınan bu yeni geleni belki sever ve ona hürmet ederdim.

Yemek neşeli olmadı. Annem sanki kocasını gücendirmemek istiyormuş gibi bana gizli gizli bakıyordu. Ben onların bu akşam eve gelip beraber oturacak olan Mösyö Murdstone’un hemşiresinden14 bahsettiklerini işittim.

O akşam evin önünde bir arabanın durduğu işitildi. Mösyö Murdstone kız kardeşini karşılamaya gittiği sırada annem karanlıktan istifade etti. Beni eskisi gibi kollarının arasına aldı, yeni babamı sevmemi söyledi, elimi kuvvetle sıktı ve kocasının yanına gitti.

Miss Murdstone annemi resmî bir tavırla selamladı. Parmağıyla beni göstererek “Bu oğlunuz mu görümcem? Ben umumiyetle erkek çocukları sevmem. Nasılsınız, oğlancık?” dedi.

Bu hatır kırıcı sözler haşin ve madenî bir sesle söylendi. Ben de sert cevap verdim.

Miss Murdstone beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Soğuk bir tavırla şu hükmü verdi:

“Fena tavırlar!”

Odasını görmek istedi ve ertesi günden itibaren anneme yardım etmek bahanesiyle her şeyi karıştırmaya, eski tertibe ehemmiyet vermeyerek her şeyin yerini değiştirmeye başladı. Gidiyor, geliyor, iniyor, çıkıyor; şüphesiz hizmetçiler evde bir adam gizlemişlerdi de onun yerini keşfetmeye çalışıyordu. Kırlangıçlarla, o zarif kuşlarla hiç münasebeti olmadığı hâlde onlar kadar erken kalkıyor ve Peggotty’nin iddiasınca tek gözüyle uyuyordu. Fakat ben kendi nefsimde tecrübeye kalkıştım ve bunun mümkün olmadığına karar verdim.

Eve geldiğinin ertesi günü annem sabah yemeğine inerken Miss Murdstone ona dedi ki:

“Muazzez Clara! Sizi her sıkıntıdan kurtarmak isterim. Siz bu güzellik ve bu gençlikle (Bu sözlerden annemin yüzü kızardı.) ev idare edemezsiniz. Eğer anahtarlarınızı bana verirseniz ben her işle uğraşırım.”

Bu günden itibaren anahtarlar Miss Murdstone’da kaldı. Akşamları onları yastığının altına koyuyor; annem de hususi işlerinden başka bir şeyle meşgul olmuyordu.

Bir akşam Miss Murdstone bir tertibat projesi anlatıyor ve Mösyö Murdstone onu tasdik ediyordu. Annem göze çarpan bir cebrinefis15 ile sözü kesti, dedi ki:

“Bana da danışılabilirdi zannederim, çok gücüme gidiyor ki benim evimde…”

Mösyö Murdstone atıldı:

“Benim evimde mi?..”

Annem dehşet içinde kekeledi:

“Evimizde demek istiyordum. Evimizde ev işlerine dair bir kelime söyleyememek gücüme gidiyor. Ben evlenmeden evvel pekâlâ evimin işini görüyordum.”

Miss Murdstone dedi ki:

“Bu bahsi keselim Edward. Ben yarın gidiyorum.”

“Susunuz Jane! Beni daha iyi tanıyorsunuz zannediyordum.”

Annem ağlayarak tekrar söze karıştı:

“Ben kimsenin gitmesini istemiyorum. Yalnız istiyorum ki arada sırada hiç olmazsa şekil itibarıyla benim de reyim16 sorulsun. Şüphesiz bana yardım edenlere karşı pek minnettarım. Lakin bu kadarcık bir şey istemek haksızlık değildir.”

“Edward, artık elverir, ben yarın gidiyorum!”

Mösyö Murdstone haykırdı:

“Jane! Nasıl cesaret ediyorsunuz? Clara! Beni çok hayrette bırakıyorsunuz, ben sizi seciyeli yapmak, metanet, azim sahibi etmek istiyordum. Hemşirem lütufkârlıkta bulundu. Bana olan muhabbeti sebebiyle sizin yanınızda kâhya kadın vazifesini görmeyi kabul etti. Şimdi siz de ona nankörlükle mukabele ediyorsunuz!”

“Oh, hayır, Edward! Ben nankör değilim; kimse beni nankörlükle ittiham edemez.”

“Hemşiremin fedakârlığını takdir etmediğinizi gördükçe size karşı içime soğukluk geliyor.”

Annem yalvardı:

“Bana böyle söylemeyiniz! Kusurlarıma rağmen ben samimi ve minnettarım!”

Annemi çok hiddetli görerek sert sert “Clara, sükûnet bulunuz!” dedi.

Mösyö Murdstone alicenabane bir tavırla sözünü şöyle bitirdi:

“Jane Murdstone, bu türlü münakaşalar aramızda nadiren olur; bunda ne sizin ne de benim kabahatim var. Bu akşam böyle garip bir şey oldu, bunu ikimiz de unutmaya çalışalım. Bir de bir çocuğun böyle şeyleri görmesi münasip değildir. David! Haydi siz gidin, yatın!”

Ertesi sabah annemin Miss Murdstone’dan af dilediğini işittim. Tamamıyla barıştılar. O zamandan beri annem görümcesine danışmadan hiçbir şey hakkında fikir beyan etmez oldu.

V

Mösyö Murdstone’la hemşiresi beni bir pansiyona koymayı teklif etmişlerdi. Oraya gidinceye kadar bana evde ders veriyorlar; derste annem bulunuyor; bu fırsattan istifade ederek ona da her ikimizin başına bela olan mahut metanet dersini öğretiyorlardı.

Dersler daima şu tarzda geçiyordu: Ben küçük salona gelirim, annem bir yazıhanenin yanında beni bekler. Mösyö Murdstone okur; daha doğrusu okur gibi yapar. Kız kardeşi ipliğe inciler dizer. Kitabımı anneme uzatırım. Lakin öğrendiğim kelimelerin aklımdan bilmem nerelere kaçıp gittiğini dehşet içinde hissederim. Ezberimi okumaya başlar, bir kelime atlarım, Mösyö Murdstone başını kaldırır, bir kelime daha atlarım, Miss Murdstone gözlerini bana diker. Dururum. Kızarırım. Tekrar okumaya başlar, bir düzüne kelime daha atlarım. Nihayet büsbütün dururum. Annem o zaman yavaşça “Oh! David!” der.

Mösyö Murdstone sözünü keser:

“Clara! Metin olunuz. Dersini ya biliyor ya bilmiyor.”

Miss Murdstone’un müthiş sesi akseder:

“Dersini bilmiyor!”

Annem zayıf bir sesle “Zannederim.” der.

“O hâlde gitsin; dersini tekrar ezberlesin.”

“İyi olur muazzez Jane. Haydi David! Bir kere daha tecrübe et.”

İtaat ederim. Lakin birinci defa iyi bildiğim bir yerde yeniden yanılırım. Annem teslimiyet ve metanetle kitabı kapar. İkinci dersim olan öteki kitabı alır. Birinci muvaffakiyetsizliğin hatırası beni sersem etmiştir. Ben ağzımı açmam, ümitsizlikle kaderime razı olurum.

Mösyö Murdstone kalkar. Kitabı başıma atar. Kulağımı çeker ve bana korkunç bir mesele vererek cezamı ağırlaştırır. Meselenin ağırlığı daima Miss Murdstone’un hoşuna gider.

“Ben Glocesten’den beheri17 dört peniye olmak üzere beş bin peynir alırım, kaç para vermekliğim lazım.”

Bu peynir yığını karşısında hiç netice almadan yemek vaktine kadar düşünür kalırım. Yemekte bana ceza olarak bir parça kuru ekmek verilir.

Altı ay olmadan bu terbiye usulü beni hırçın, inatçı ve sinsi etti. Eğer beni kurtaran mesut bir hadise olmasaydı tamamıyla aptal olurdum.

Benim odamın yanında hiç girilmeyen bir odada beni teselli eden küçük bir kitap koleksiyonu vardı. Orada Robinson Crusoe’u, Don Kişot’u ve halk romanlarının bütün kahramanlarını tanıdım. Ben de zihnimde kendimi onların yerine koyuyor; Mösyö Murdstone’la kız kardeşine en menfur rolleri veriyordum.

Bir sabah, dersim için salona girdiğim zaman annemin yüzünde keder alameti gördüm. Mösyö Murdstone’a baktım, ince ve elastiki bir değneğin ucuna bir sicim bağlamakla meşguldü. Bana keskin bir bakışla bakarak havada şaklattı, dedi ki:

“Söylediğim gibi Clara, ben çok kırbaçlandım.”

Miss Murdstone atıldı:

“Şüphe mi var!”

Annem çekinerek cevap verdi:

“Şüphesiz muazzez Jane! Lakin bunun David için bir iyilik olacağını zanneder misiniz?”

Mösyö Murdstone mukabele etti:

“Clara, bunun bir fenalık olacağını zanneder misiniz?”

Kız kardeşi ilave etti:

“İşte bütün mesele burada…”

Annem “Muhakkak muazzez Jane…” dedi ve sustu.

Benden bahsedildiğini anladım ve titremeye başladım.

Mösyö Murdstone, kitabını eline almadan kırbacını şaklattı ve bana “David! Bugün her vakitten daha dikkatli olmak lazım!” dedi.

Bana soğukkanlılık vermek için ne iyi bir usul!.. Satırlar, bütün cümleler ayaklarına kızak takılmış gibi hatırımdan kayıp gidiyordu.

Ezberin başlangıcı zayıf, sonrası fena, sonu berbat oldu, annem ağlamaya başladı. Bunu görünce Miss Murdstone muvafık görmeyen bir bakışla anneme baktı.

Annem güçlükle “Bu akşam iyi değilim muazzez Jane!” diyebildi.

“Doğrusu Jane… David’in ona verdiği üzüntüye Clara, metanetle katlanamıyor. Metanette çok terakki ettiği hâlde ondan daha ziyadesini istemek fazla olur. David, beraber yukarı çıkacağız!”

Beni götürüyordu. Annem bize doğru atıldı. Miss Murdstone onu tutarak bağırdı:

“Deli misiniz Clara!”

Odadan çıkmadan evvel annemin hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm.

Mösyö Murdstone resmî bir tavırla merdivenlerden çıktı. Şüphesiz göreceğim cezanın bende uyandırdığı dehşeti görmekle memnun oluyordu. Benim odama girer girmez başımı birdenbire kolunun altına sıkıştırdı.

“Bana vurmayınız rica ederim Mösyö Murdstone!” diye bağırıyordum. “Dersimi iyi öğrendim fakat siz orada iken okuyamıyorum.”

“Ya, öyle mi David! Şimdi görürüz!”

Başım bir mengeneye konulmuş gibi sıkılıyordu. O kadar debeleniyordum ki beni ancak bir müddet sonra dövmeye muvaffak oldu. O kadar insafsızca dövüyordu ki elini bütün kuvvetimle ısırdım. Bugün bile onu ne zaman düşünsem dişlerimin gıcırdadığını duyarım.

Beni öldürmek istiyormuş gibi iki kat şiddetle dövüyordu. İkimiz de büyük bir gürültü yaptığımız hâlde merdivende annemle Peggotty’nin ağladıklarını işittim.

Nihayet gitti, kapıyı kapadı, kilitledi. Ben yalnız kaldım. Tahtaların üzerine yatmış, ateşler içinde yanıyordum, aciz içinde hiddetimden deli gibi olmuştum.

Sonra biraz sükûnet buldum. Güçlükle yerimden kalktım. Vücudumun her tarafı ağrıyordu.

Etrafımda hüküm süren elim sessizlik içinde ettiğim hatayı düşünüyor ve kendimi bir cani kadar kabahatli buluyordum. Nedamet içinde geceyi buldum. Yattım ve ihtilaçlı bir uyku uyudum.

Ben kalkmadan evvel Miss Murdstone odaya girdi. Sabah kahvaltısını getiriyordu. Bahçede yarım saat dolaşabileceğimi bana metin bir sesle söyledi.

Mahpusiyetim beş gün sürdü ve bana beş sene gibi geldi. Eğer anneme rast gelebilseydim beni affetmesi için yalvaracaktım. Lakin hapishane gardiyanımdan, yani Miss Murdstone’dan başka kimseyi görmüyordum. Akşam dua zamanı geliyor, beni annemin yanına bırakmıyor, Mösyö Murdstone da annemin yanında dua ediyor ve elinin patiska bir mendille sarılı olduğu gözüme çarpıyordu.

Beşinci günün akşamı, uyumak üzere olduğum bir zamanda anahtar deliğinden ismimin söylendiğini işittim. Tutuna tutuna kapıya gittim ve fısıldadım:

“Peggotty siz misiniz?”

“Evet aziz David. Lakin bir küçük fare gürültüsünden fazla gürültü yaparsanız kedi sizi işitir.”

Hakikaten Miss Murdstone’un odası benim odamın yanında idi.

“Annem bana dargın mı?”

Kapımın önünde yavaşça ağlayan Peggotty beni temin etti.

“Beni ne yapacaklar?”

Fısıldadı:

“Londra’ya yakın bir pansiyona… Yarın…”

“Gitmeden evvel annemi görecek miyim?”

“Evet, sabahleyin.”

Ve sonra anahtar deliğinin alışmadığı bir vakar ile ilave etti:

“Benim sevgili yavrum! Son zamanlarda size karşı çok şefkat göstermedim ama emin olunuz ki sizi gene eskisi kadar, hatta eskisinden daha ziyade seviyorum. Lakin zannederim ki bu hareketim sizin için ve başka birisi için daha iyi idi. Ben sizi unutmayacağım. Annenize iyi bakacağım. Cahil isem de size mektup yazacağım…”

Sözüne devam edemedi ve daha iyisini bulamadığı için anahtar deliğini öpmeye başladı.

Ağlayarak dedim ki:

“Teşekkür ederim, benim şefkatli Peggotty’ciğim; Mösyö Peggotty’ye, Mistress Gummidge’e, Ham’a ve küçük Emily’ye de mektup yazacağınızı bana vaat ediniz, ben fena değilim. Onlara bütün kalbimle selam söylediğimi yazarsınız.”

Vadetti.

Sabahleyin Miss Murdstone geldi. Pansiyona gideceğimi söyledi. Bu haber onun zannettiği kadar beni mütehayyir etmedi.

Giyinir giyinmez yemek salonuna indim. Orada annemi buldum. Rengi uçmuş, gözleri kızarmıştı. Kollarının arasına atıldım. Beni affetmesini rica ettim.

“Oh! David!” dedi. “Sizi affediyorum. Lakin daha uslu olmalı!”

O, benim yaramaz olduğuma inandırılmıştı. Bu, onu ayrılıktan ziyade müteessir ediyordu.

Yemek yemeye çalıştım. Lakin reçelli ekmeğimi gözyaşlarım ıslatıyor, bazen de çayımın içine dökülüyordu. Annem bana gizli gizli bakıyor ve mahzuniyetle gözlerini önüne eğiyordu. Çünkü Miss Murdstone daima yanında gözcü idi.

Dışarıda bir araba gürültüsü işittim. Miss Murdstone bağırdı:

“Mösyö Copperfield’ın çantasını indiriniz.”

Ne Peggotty’yi ne Mösyö Murdstone’u gördüm. Annem beni kalbinin üzerinde sıktı. Tatlılıkla dedi ki:

“Adiyö, David, senin iyiliğin içindir ki bizden ayrılıyorsun, uslu ol.”

“Clara!”

“Evet, muazzez Jane… Seni affediyorum sevgili yavrum, Allaha emanet ol!”

Miss Murdstone tekrar etti:

“Clara!..”

Annem birkaç hafta evvel Yarmouth’a götürmüş olan arabaya kadar beni götürmek lütfunda bulundu.

Açıkgöz Miss Murdstone bana veda olmak üzere “Ümit ederim ki nadim18 olursunuz ve fenalığa kapılmazsınız.” dedi.

Tembel beygir, ağır ağır yerinden kımıldadı ve araba beni pansiyona doğru götürmeye başladı.

VI

Henüz yarım mil kadar gitmiştik ki Peggotty bir çit arkasından birdenbire çıktı; arabaya tırmandı; şaşırdım kaldım. Arabacı arabayı durdurmuştu. Beni korsajının üstünde o kadar sıktı ki az kaldı burnum eziliyordu. Bir kelime söylemeden cebinden birçok pastalar çıkardı ve benim ceplerime yerleştirdi. Elime bir kese sıkıştırdı. Bir kere daha beni kucakladı ve yine bir kelime söylemeksizin arabadan indi. Bu esnada korsajının bütün düğmeleri kopmuştu zannederim. Çünkü arabanın içi düğme dolu idi. Ben de bunlardan birini hatıra olarak uzun müddet sakladım. Arabacı beygirini sürdü. Bu esnada ben ağlamaya başladım. Gözyaşlarım kuruduğu zaman arabacı tamamıyla ıslanmış olan mendilimi beygirinin sırtına serip kurutmayı teklif etti.

O vakit keseyi açtım, içinde üç şilin vardı. Üçü de çok parlaktı. Bunları, benim hoşuma gitsin diye Peggotty’nin parlattığı meydanda idi. Bir de bir kâğıda sarılmış iki yarım kuron vardı. Kâğıdın üzerine annem şunu yazmıştı:

David için… Bütün sevgilerimle…

Gözlerimden yine yaşlar boşandı. Arabacıya mendilimi vermesini rica ettim. Lakin o bana fikrince bundan vazgeçmemin daha iyi olacağını söyledi. Hakkını teslim ettim ve gözlerimi kollarıma sildim.

Biraz sonra ona “Beni Londra’ya mı götürüyorsunuz?” diye sordum.

“Yolun yarısına varmadan beygirim, kızarmış bir domuzdan daha ölü bir hâle gelir! Ben Yarmouth’a kadar gidiyorum, orada sizi posta arabasına koyacağım. Gideceğiniz yere götürecek.”

Arabacının adı, Mösyö Barkis’di. Kendisine verdiğim pastayı fil gibi bir lokmada yuttu. Bana sordu:

“Bunları o kadın mı yaptı?”

“Peggotty. Evet mösyö, evde bütün pastaları o yapar.”

Hayranlık ifade eden bir ıslık çaldı. Düşünceli bir tavır aldı, devam etti:

“Amuret yok mu?”19

“Affedersiniz Mösyö Barkis, dana amuretini de gayet iyi yapar.”

“Hayır, ben âşıklarla gezip gezmediğini soruyorum.”

“Oh, hiçbir zaman mösyö!”

Yeniden ıslık çaldı ve uzun bir sükûttan sonra “Demek, bütün yemeği o yapar, bütün elmalı börekleri.” dedi ve bana bakarak ilave etti:

“Öyle ise ona mektup yazdığınız vakit lütfen yazarsınız ki Barkis çok istiyor?”

“Barkis çok istiyor. Fakat siz yarın Blunderstone’a döneceksiniz, ona kendiniz söyleseniz daha kolay olur.”

Başını salladı ve ciddiyetle tekrar etti:

“Barkis çok istiyor. Bu kadar yeter.”

Siparişini yapacağıma söz verdim. Yarmouth’ta posta arabasını beklerken Peggotty’ye birkaç kelime yazdım:

Benim iyi Peggotty’ciğim, salimen geldim. Size ve anneme binlerce buse… Barkis çok istiyor.

Muvasalatım20 otele haber verilmişti. Gayet nazik bir garson tebessümle dedi ki:

“Küçük devim, gelin, sofraya oturun.”

Kulaklarıma kadar kızardım. Patatesli bir kotlet tabağının önüne oturdum.

Garson “İşte yarım pints21 İngiliz birası.” dedi. “Bu biradan pek çok var. Bakınız bir müşteri, dün bu biradan bir bardak içmek istedi; çok sert geldi, hemen düştü, öldü.”

Bana dehşet gelmişti. Sudan başka bir şey içmeyeceğimi söyledim.

“Eğer ısmarladığınız şeyi bırakırsanız patronun hoşuna gitmez, sizin yerinize bu birayı ben içerim. Çünkü ben buna alışkınım.”

Şişeyi bir hamlede içti. Ve memnuniyetle gördüm ki evvelkinden daha canlı ve neşeli oldu; haykırdı:

“Allah benden razı olsun! İşte kotletler! Ne talih! Bu biranın fena tesirini gidermek için bundan iyi bir şey olmaz!”

Bir anda üç kotletle üç patates yedi, sonra bana bir puding getirdi.

“Meyveli, değil mi?”

Başımla tasdik işareti yaptım.

Sevinçle haykırdı:

“Ya öyle mi? Tam yerinde geldi. Ben yalnız meyveli pudingi severim. Haydi bakalım hangimiz daha çabuk yiyeceğiz?”

Lakin bende bir kahve kaşığı, onda yemek kaşığı vardı. Pek çabuk geri kaldım.

Yemek bitince hangi pansiyona gideceğimi sordu.

“Londra’ya yakın!” diye cevap verdim. Çünkü daha fazlasını ben de bilmiyordum.

Müteessirane dedi ki:

“Ne yazık! Sizin yaşınızda bir erkek çocuğun kaburga kemikleri kırılmıştı. Gideceğiniz o pansiyon olmalı.”

Titreyerek sordum:

“Kaburga kemikleri nasıl kırıldı?”

“Yediği sopalarla!..”

Posta arabasının hareketini ilan eden boru sesi, bu endişe verici mükalemeye22 nihayet verdi. Arabaya doğruldum. Geçerken patronun arabacıya “George! Dikkat et, bu çocuk yolda çatlamasın!” dediğini duydum.

Otelin kadın hizmetçileri gülerek bana bakıyorlardı. Benim yemeğime o kadar iştiha ile iştirak etmiş olan garson da bana hayran olanların içinde idi.

Posta arabası hareket ettiği sırada kondüktör, benim ağırlığımın arabayı bir tarafa eğdiğini ve ileride benim için bir kamyonla seyahat etmenin muvafık olacağını iddia etti.

Bana isnat edilen iştaha posta arabasının üst katında oturan yolcuları da eğlendirmişti. Onlar, gireceğim pansiyonda iki kişilik mi üç kişilik mi para vereceğimi sordular.

Bin türlü istihzaya hedef olmaktan bıktığım için akşam yemeği yemek üzere araba durduğu zaman tabldota oturmak istemedim ve ocağın yakınında bir köşeye oturdum.

Yolda mütemadiyen sandviç yiyen ve içki içen bir yolcu, benim av yutan boa yılanı olduğumu ve bir oturuşta yediğim yemeği birkaç günde hazmettiğimi söyledi. Bundan sonra büyük bir parça öküz eti haşlaması yuttu.

Gece yolculuğu yaptık. Hava oldukça soğuktu. İki şişman adamın arasına sıkışmış idim. Gece uyurken az kaldı birçok defalar beni boğacaklardı. Hiç gözümü kapamadım. Bir kadın küçücük bacaklarımın altına büyük bir sepet yerleştirdi; bu, beni sıkıştırıyor, incitiyordu. En ufak bir hareketim sepetin içindeki şişeleri birbirine çarptırıyor; o zaman kadın bana adamakıllı bir tekme yapıştırıyor; şüphesiz beni tahammüle alıştırmak istiyordu.

Sabahleyin erkenden Londra’nın bir oteli önünde durduk, kondüktör bağırdı:

“Copperfield isminde bir çocuğu almaya kimse gelecek mi?”

İnce, çukur yanaklı, siyah, eski bir elbise giymiş bir genç kalktı kondüktörle yavaşça birkaç kelime konuştu. Bana “Siz yeni talebe misiniz?” dedi.

“Evet mösyö!”

“Benimle beraber geliniz. Ben Pansiyon Salem’in mubassırlarından23 biriyim.”

Onu korku ile karışık bir hürmetle selamladım ve takip ettim. Yarım saat yürüdükten sonra manzarası kasvetli büyük bir tuğla binanın önüne vardık. Kapının çıngırağı karşımıza bir bacağı odundan şişman bir adam çıkardı. Beni getiren adam ona “İşte yeni talebe!” dediği sırada o da beni müstağniyane tepeden tırnağa kadar süzdü. Büyük ağaçlar dikilmiş bir avlunun nihayetindeki bir eve doğrulduk. Odun ayaklı kapıcı, mubassırı çağırdı. Ona elindeki bir çift çizmeyi uzatarak “Mösyö Mell, kunduracı ‘Bunları tamir kabil değildir.’ diyor ve asıl çizmeden artık hiçbir parça kalmamış olduğunu iddia ediyor.” dedi.

Mösyö Mell çizmeleri sıkılarak aldı. Dikkat ettim, ayağındakiler de çok eski idi.

Uzun bir salona girdik; gayet fena kokuyordu; buraya mektep sıraları dizilmiş; yerlere eski defterler, yırtık, mürekkep lekesi içinde kitaplar serpilmişti.

Ben talebenin teneffüse çıkmış olduğunu zannediyordum. Lakin Mösyö Mell bana izah etti ki talebe, tatil zamanında ve ailelerinin yanında imiş. Müdür Mösyö Creakle de zevcesi ve kızıyla deniz banyolarına gitmiş. Beni de pansiyona cezalandırmak için göndermişler.

Mösyö Mell birkaç dakika beni yalnız bıraktı. Çizmelerini yukarı götürmeye gitti. Ben salonun nihayetine doğru ilerledim ve bir rahlenin üzerinde bir levha gördüm; şu kelimeler yazılı idi:

“Dikkat ediniz! Isırır!”

Azgın bir köpek var zannıyla rahlenin üzerine fırladım.

Mösyö Mell tekrar geldi ve bana orada ne yaptığımı sordu. Levhayı göstererek “Affedersiniz mösyö!” dedim. “Köpek nerede diye arıyorum.”

Ciddiyetle cevap verdi:

“Hayır, Copperfield, bu bir köpek değil, bir çocuktur. Yapacağım şeyden dolayı çok müteessirim. Lakin bu levhayı sizin arkanıza asmak için emir aldım.”

Hakikaten levhayı arkama astı.

Çok müteessir oldum. Arkamda daima biri var, levhayı okuyor zannediyordum. Arkamı bir ağaç veya bir duvara yasladığım zaman odun bacaklı adamın dehşetli sesini duyuyordum; kulübesinden bağırıyordu:

“Hey, Copperfield! Levhayı gösteriniz yoksa sizi jurnal eder, haber veririm.”

Tatilin sonu yakındı. Bu, benim kalbimi büyük bir azap içinde bırakıyordu. Talebeler avdetlerinde etrafıma toplanacaklar, bana güleceklerdi:

“Dikkat ediniz! Isırır!”

Mösyö Mell bana her gün yapılacak uzun vazifeler veriyordu. Oldukça iyi yapıyordum. Çünkü Mösyö Murdstone’la hemşiresi karşımda değildiler.

Hocamla ben çıplak duvarlı, uzun bir salonda yemeğimizi yiyorduk. Burada masalar vardı. Burnuma yanmış iç yağı kokusu geliyordu; günümüzü mütalaa salonunda geçiriyorduk. Mösyö Mell bütün gece büyük bir hesap defteri üzerinde çalışıyordu. Defteri bitirince kılıfından bir flavta çıkarıyor, kuvvetle üflüyor ve korkunç sesler çıkarıyordu. Bu korkunç konser esnasında ben bedbahtlığımı düşünüyor, acı gözyaşları döküyordum.

VII

On beş günden beri bu yeknesak hayatı sürüyordum ki odun bacaklı adam bir gün eline bir meydan süpürgesi, bir kova su aldı. Bütün binayı dolaşmaya başladı. Yanında iki kadın hizmetçi; her tarafı siliyor, kesif toz bulutları kaldırarak toz alıyordu, ben her dakika bir kutu enfiye çekmiş gibi mütemadiyen aksırıyordum.

Müdür Mösyö Creakle’in bu akşam geleceğini Mösyö Mell’den haber aldım. Müdür gelir gelmez odun bacaklı adam beni onun yanına götürdü.

Mösyö Creakle’in şekli, hâli, çukura gitmiş küçük gözleri, kırmızı yüzü, başında tek tük kalmış ve şakaklarına yapıştıktan sonra alnının ortasında birleşmiş kır saçlarıyla emniyet verici bir hâlde değildi. Arkasında Mistress ve Miss Creakle oturuyorlardı. Boğuk bir sesle “İşte dişleri törpülenmek icap eden delikanlı! Bunun için bana söyleyecek bir şeyiniz var mı?” diye sordu.

Sakat adam “Henüz bir şey yok.” cevabını verdi.

Bu cevap Mösyö Creakle’in hoşuna gitmedi. Lakin zannederim ki zevcesi ve kızı memnun oldular.

Mösyö Creakle bana “Yakın geliniz mösyö.” dedi. “Ben üvey pederinizi tanımakla müşerrefim. Pek metin bir adamdır. O da beni iyi tanır. Ya siz, siz beni tanır mısınız?”