Canavarcasına kulağımı sıktı, inleyerek cevap verdim:
“Daha tanımıyorum mösyö!”
“Bir gün tanıyacaksınız, değil mi?”
Odun bacaklı adam tekrar etti:
“Bir gün tanıyacaksınız!”
Mösyö Creakle bu defa kulağımı iyice burarak mırıldandı:
“Ben neyim bilir misiniz? Ben bir Tatar’ım.”
Sakat adam tekrarladı:
“Ben bir Tatar’ım!”
Müdür beni götürmesini emretti. Mistress ve Miss Creakle’in gözlerini sildiklerini gördüm. Kekeledim:
“Eğer lütfederseniz mösyö!”
Mösyö Creakle bana yıldırımlar saçan bir bakışla baktı. Lakin kendi kendime hayran olduğum bir cesaretle devam ettim:
“Yaptığıma teessüf ederim mösyö; müsaade ederseniz talebenin avdetinden evvel bu levhayı arkamdan kaldırsınlar.”
Müdür, beni parça parça edecekmiş gibi yerinden fırladı. Onu beklemedim. Hemen çıktım ve titreyerek yatağıma girdim.
Ertesi gün birinci mubassır Mösyö Sharp mektebe geldi. Bu; büyük burunlu, küçük bir adamdı. Saçları itina ile ondüle edilmişti. Mektebe ilk avdet eden Tommy Traddles isminde bir talebe oldu. Ondan öğrendim ki Mösyö Sharp’ın başındaki eskiciden alınma peruka imiş ve her cumartesi günü onu kıvırtırmış.
Traddles benim arkamdaki levha ile çok eğlendi ve her talebe geldikçe onlara gösterdi.
Onlara “Çabuk geliniz! Ne güzel maskaralık!” diyordu.
Talebenin çoğu mahzun avdet ediyorlar ve benimle eğlenmek arzusunda bulunmuyorlardı. Yalnız birkaçı etrafımda vahşiler gibi dans ettiler ve beni okşayarak “Yat! Buraya! Kastor!” diye bağırdılar.
Bu çok can sıkacak bir şeydi; fakat ben daha fenasını bekliyordum.
Biraz sonra talebeler bu felaket levhasına artık dikkat etmediler. Onlar vasıtasıyla müessese hakkında ibret alınacak her türlü malumatı aldım. Mr. Creakle hocaların en zalimi imiş. Herkesi dövermiş. Bununla beraber pansiyonundaki çocukların sonuncusu kadar cahilmiş; yalnız dayak atmak sanatı müstesna. Ömer otu ticaretiyle meşgul iken iflas etmiş ve uydurma bir hoca olmuş.
Tungay yani odun bacaklı adam, Mösyö Creakle’in yanında hizmetçi imiş. Pansiyonda da onu takip etmiş. Zaten hem hocayı hem talebeleri tabii düşmanları imiş gibi telakki edermiş.
Mösyö Sharp ile Mösyö Mell’e gelince gayet az bir ücretle çalışıyorlarmış. Mösyö Sharp, Mösyö Creakle’in sofrasında yemek yiyordu. Sofraya sıcak ve soğuk et gelirse o soğuk eti yemeye mecburdu. Yine öğrendim ki Mösyö Mell iyi bir adammış fakat cebinde altı penisi yokmuş. İhtiyar annesi ondan daha fakirmiş.
Mösyö Creakle’in bir nutkuyla derse başlandı. Mösyö Creakle yavaş söylüyor, Tungay kalın ve kuvvetli bir sesle tekrar ediyordu.
“Genç talebeler, büyük bir hevesle derse çalışmanızı tavsiye ederim. Çünkü benim de sizi cezalandırmaya çok hevesim var. Hiç acımayacağım. Vurduğum yerleri ne kadar ovuştursanız değneklerimin izini gideremeyeceksiniz.”
Hepimiz donmuştuk. Hele ben Mösyö Creakle’in bana yaklaştığını görünce az kaldı bayılıyordum.
Bastonunu kaldırarak mırıldandı:
“Copperfield! Siz ısırmasını biliyorsanız ben de iyi ısırırım! Bu dişi (değnek) nasıl buluyorsunuz? Köpek dişi mi, azı dişi mi? Kökü uzun mu?”
Her sorusunda bana sert bir değnek indiriyor; beni can acısıyla kıvrandırıyordu, sonra öğrendim ki bu imtiyaz yalnız bana mahsus değilmiş. Mösyö Creakle ne zaman dershaneye girerse talebelerin yarısı ağlamaya başlar; ne zaman dershaneden çıksa diğer yarısı arkadaşlarının hâline gözyaşı dökerdi.
Hatırımdadır ki Traddles ne kadar iyi bir çocuksa o kadar da savruktu. Bir gün topuyla Mösyö Creakle’in yemek yediği salonun camını kırdı. Top, celladımızın mukaddes başına gelmişti. Sevimli arkadaşımız bu hakaret üzerine mükemmel bir dayak yedi. Ve bu dayakların arkası kesilmedi. Zira zannederim ki bu üç ay içinde her gün kırbaçlandı. Amcasına yazıp şikâyet edeceğini söyler, fakat hiçbir vakit dediğini yapmazdı. Sıraya başını koyup biraz ağlar, sonra gülmeye, taş tahtası üzerine küçük iskelet resimleri yapmaya başlardı. Çok iyi kalpli bir çocuktu. Bir gün arkadaşını ele vermemek için kendi ceza görmeye razı oldu. İnsafsızca dövdüler ve hapse attılar. Oradan çıktığı zaman gördük: Diksiyonerinin24 sahifelerine hesapsız iskelet resimleri yapmıştı.
Bir akşam Mösyö Creakle bizi nöbetleşe döverken odun bacaklı adam içeri girdi ve hırladı:
“Copperfield için ziyaretçiler!”
Evvela beyaz bir yaka taktıktan sonra teneffüshaneye gitmem emredildi. Orada karşıma Mösyö Peggotty ile Ham çıktılar. Bana büyük bir reverans yaptılar. O kadar memnun oldum ki heyecanımdan gülünç hâllerine tebessüm etmek bile aklıma gelmedi.
Mösyö Peggotty de müteheyyiçti. Söze başlaması için Ham’a işaret etti.
Genç denizci gülerek bana dedi ki:
“Ne kadar büyümüşsünüz!”
Sordum:
“Annem nasıl? Sevgili Peggotty’m nasıl? Haberiniz var mı?”
“Hepsi mükemmel.”
“Ya küçük Emily… Mistress Gummidge?..”
Mösyö Peggotty cebinden iki büyük ıstakoz, büyük bir yengeç ve bir torba karides çıkardı.
“Bizim kabuklu hayvanlarımızı çok sevdiğinizi bildiğimiz için size de biraz getirmeyi istedik. Bunları Mistress Gummidge haşladı.”
Bu iyi yürekli adamlara hararetle teşekkür ettim ve yine Emily’yi sordum.
Mösyö Peggotty mahzuziyetten25 kızaran Ham’a bakarak dedi ki:
“Hakiki bir kadın… ve âlim bir kadın oldu. Görülecek şey! O kadar güzel yazıyor ve yazıları o kadar siyah ki on merhale mesafeden okunabilir.”
Himayekerdesinden26 bahsederken o kadar heyecanlanıyordu ki gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor zannolunurdu.
Biraz konuştuk. Tatilde evlerine gitmem için benden vaat aldıktan sonra bu iki iyi yürekli adam müsaade isteyerek gittiler.
Kabuklu hayvanları yatakhaneye götürmeye muvaffak oldum. Uyumadan evvel orada Traddles ve daha birkaç arkadaşla birlikte büyük bir gece yemeği yaptık. Traddles daima talihsiz olduğu için bütün gece hasta oldu. Ertesi gün bir beygiri öldürmeye kâfi miktarda ilaçları ona zorla içirdiler. Ondan başka neden hastalandığını söylemediği için adamakıllı dayak yedi.
Her gün tayinimiz olan dayağı değnek ve cetvelle yiyerek; gözyaşlarımızla kirlenen defterler, yırtık kitaplar içinde; karanlık, soğuk mütalaa salonunda vakit geçirerek; soğuk sığır eti, haşlanmış sığır eti veya aynı suretle pişmiş koyun etinden yemeklerle aylar ağır ağır geçti.
Bununla beraber o kadar uzak görünen tatil zamanı yavaş yavaş bize yaklaşıyordu. Tatili aylarla, haftalarla değil günlerle beklemeye başladık. Nihayet bir sabah Yarmouth posta arabasına bindim.
Beygirlerin yürüyüşüyle sallanarak kendimi uykuya verdim. Arada sırada arabacının kırbaç şakırtıları beni uyandırıyordu. Bedbaht Traddles’e Mösyö Creakle’in indirdiği kırbaçların gürültüsünü duyuyorum zannediyordum.
VIII
Arabacı Mösyö Barkis sanki birbirimizi görmeyeli beş dakika olmuş gibi gelip geceyi geçirdiğim otelden beni aldı.
Araba mutat olan ağırlığıyla hareket etti. Ben Mösyö Barkis’i sıhhatli gördüğümü ve siparişini yaptığımı söyledim.
Sert bir sesle dedi ki:
“Siparişim belki yapıldı fakat ben cevap almadım.”
“Mösyö Barkis, bir cevap mı bekliyordunuz?”
“Mademki çok istiyorum dedim, tabii bir cevap bekliyordum.”
“Ona bundan bahsettiniz mi?”
“Hayır, ona hiç söz söylemedim.”
Çekinerek sordum:
“Ona benim söylememi ister misiniz Mösyö Barkis?”
Bana dikkatle bakarak cevap verdi:
“Ona ‘Barkis bir cevap bekliyor.’ dersiniz! İsmi nedir?”
“Peggotty.”
“Vaftiz ismi mi, aile adı mı?”
“Aile adı… Küçük ismi Clara.”
“Mümkün mü?”
Derin derin düşünmeye başladı ve ilave etti:
“Dersiniz ki: Peggotty, Barkis bir cevap bekliyor. Barkis çok istiyor.”
Aynı zamanda bana dirsek vurdu; kaburgamı acıttı. Cebinden bir tebeşir parçası çıkardı; arabanın içine yazdı:
“Clara Peggotty.”
Ben, artık benim olmayan ve orada geçirdiğim mesut günler kaybolmuş bir hayal olan sevgili eski eve gitmekte olduğumu düşünerek garip bir rahatsızlık hissediyordum.
Mösyö Barkis çantamı bahçe kapısının önüne bıraktıktan sonra gitti. Ben kapıyı vurmadan avluya girdim, pek küçük çocuk iken kolunda yattığım zaman yaptığı gibi annemin hafif sesle teganni ettiğini işittim. Onu yalnız zannettim. Gürültü etmeden odasına girdim. Oturmuştu. Kucağında küçük bir çocuk vardı. Sevinçle onun yüzüne bakıyor, uyutmaya çalışıyordu.
Sesimi duyunca bir çığlık kopardı. Bana doğru atıldı, başımı göğsüne çekti. Küçük çocuğun yanına getirdi. Şefkatle “David’im! Sevgili oğlum!” dedi. “Bu senin kardeşin! Sevgili evladım. Sen onu çok seveceksin, kardeşini öp!”
Henüz annemin kollarının arasında iken Peggotty geldi ve beni buselere gark etti.
Mösyö ve Miss Murdstone dışarı çıkmışlar, gece geç vakit geleceklerdi. Onun için ümit edilmeyen bir saadete nail oldum, annemle ve soframıza aldığımız Peggotty ile baş başa yemek yedim.
Beraber bulunduğumuz sırada Peggotty’ye Mösyö Barkis’den bahsetmeyi muvafık buldum. Bir kahkaha kopardı, önlüğüyle yüzünü kapadı.
Annem de gülerek “Ne yapıyorsunuz? Koca deli!” dedi.
Peggotty haykırdı:
“Ne garip adam! Benimle evlenmek istiyor!”
“Sizin için fena bir kısmet değil Peggotty!”
“Ne bileyim ben! Fakat ağırlığınca altın olsa istemem. Zaten ne onu ne başkasını…”
“Bunu kendisine söylemeliydiniz.”
“Bana hiçbir şey söylemedi. Eğer söylemeye kalkışırsa benden güzel bir tokat yer.”
Kahkahalarla gülüyordu. Ateş gibi kızarmıştı. Nihayet sükûnet buldu, yemeğini yemeye başladı.
Annemin pek hoşuna gitmediği hâlde Peggotty ona baktıkça gülümsüyordu. Birdenbire muhabbetli bir sesle dedi ki:
“Muazzez Peggotty! Evlenmeyeceksiniz, değil mi?”
“Ben mi madam! Şüphesiz hayır!”
Annem ilave etti:
“Acele etmeyeceksiniz ya?”
Peggotty haykırdı:
“Hiçbir vakitte!”
Annem onun elini eline alarak şefkatle ısrar etti:
“Benimle beraber kalınız, bu belki uzun sürmeyecek. Siz olmazsanız ben ne yaparım?”
Peggotty bağırdı:
“Sizi terk etmek mi elmasım! Dünyada bana ne verseler terk etmem, sizin o başçığınıza böyle bir fikri kim koydu? Biliyorum ki bundan pek ziyade memnun olacaklar var. Lakin onların hoşuna gitmeyi istemiyorum. Ben hiçbir işe yaramayacak hâle gelinceye kadar sizinle beraber kalacağım. O zaman aziz David’e rica ederim, beni yanına alır, besler.”
“Sizi bir kraliçe gibi kabul ederim Peggotty.”
Müstakbel misafirperverliğime teşekkür etmek için beni kucakladı. Ben pansiyonumdan, arkadaşlarımdan bahsetmeye başladım. Mister Creakle’in zulümlerini hikâye ederken her ikisi de dehşetten titrediler.
Annem kâh bana kâh Peggotty’ye bakıyordu. Annemin yanına sokuldum. Başımı omzuna dayadım. Güzel saçlarının eskiden olduğu gibi beni okşadığını hissettim. Ya Rabbi! Ne kadar mesuttum.
Çaydan sonra, uyanmış olan küçük kardeşimi kollarımın arasına aldım ve onu tekrar uyutmaya muvaffak oldum.
Timsahlar kitabından birkaç sahife daha okudum. Peggotty bu kitabı ben evden ayrıldığım zamandan beri cebinde taşımıştı. Bu sefer çıkardı. Bu tatlı gecenin hatırası aklımdan hiçbir zaman çıkmayacaktır. Saat onu çalınca Mister ve Mistress Murdstone geldiler, bu tatlı gece de nihayet buldu.
Annem hemen yerinden fırladı. Odama çıkmamı söyledi. Çünkü kocasıyla görümcesi çocukların erkenden yatmasını istiyorlardı.
Ertesi sabah Mösyö Murdstone’un karşısına çıkmaya mecbur oldum. Bana, hiç tanımıyormuş gibi baktı. Biraz tereddütten sonra dedim ki:
“Yaptığım şeyden dolayı teessüf ederim. Beni lütfen affetmenizi rica ederim.”
Isırmış olduğum elini uzatarak cevap verdi:
“Nedamet etmiş27 olduğunuza memnun oldum.”
Elinin üzerinde ısırdığım yerin yara izi hâlâ belli idi; kindar bakışını görünce gördüğüm yara izinden daha ziyade kızardım ve Miss Murdstone’a dönerek “Sıhhatiniz nasıldır matmazel?” dedim.
İçini çekti. Elini uzatacağı yerde şeker maşasını uzatarak “Ah!” dedi. “Tatil uzun sürecek mi?”
“Bugünden itibaren bir ay matmazel!”
“Oh, işte bir günü geçti.”
Her sabah bir takvimden, geçen günleri siliyordu. On iki yahut on beş günden sonra yüzü gülmeye başladı. O günden itibaren geçen günleri daha ziyade şevk ile siliyordu.
Tatilin bu ilk gününde ben onu büyük bir yeise düşürmüştüm: Küçük kardeşimi kollarımın arasına aldığım zaman öyle bir çığlık kopardı ki, az kaldı elimdekini yere düşürecektim.
“Aman Allah’ım! Görüyor musunuz Clara! Bu oğlan bebeği tutuyor!”
Bir müddet dehşetle donup kaldı. Sonra üzerime atıldı, çocuğu elimden kaptı. Az kaldı bayılacaktı. Kendisine gelmesi için ona biraz brendi içirmek mecburiyeti hasıl oldu. Bana bir daha çocuğa el sürmemi menetti. Annem bu fikirde değildi. Mahzun mahzun görümcesini haklı buldu.
Bir başka defa zavallı küçük, Miss Murdstone’un gene hiddetlenmesine sebep oldu. Annem bir benim gözlerime bir de bebeğin gözlerine bakıyordu. Birdenbire dedi ki:
“Gözleri birbirlerine çok benziyor.”
“Ne dediniz Clara?”
Annem biraz şaşkın, devam etti:
“Muazzez Jane! Bana iki çocuğun gözleri birbirlerine çok benziyor gibi geliyor.”
“Çıldırdınız mı Clara! Kardeşimin çocuğuyla sizin çocuğunuzu mukayese etmeye nasıl cesaret ediyorsunuz? Onların hiçbir yerleri birbirine benzemiyor. Ümit ederim ki daima da böyle olacak. Böyle mukayeseleri işitmemek için odama çekilmeyi tercih ederim.”
Azametle kalktı, kapıyı şiddetle kapayarak çıktı.
Annemi bu işkencelerden kurtarmak için kendimi mümkün olduğu kadar az göstermeyi istiyor, ekseriya Peggotty’nin yanına iltica ediyordum. Lakin Murdstone’lar taciz edici tabiatlarıyla zavallı annemin terbiyesini ikmal için benim huzurumun elzem olduğu kanaatinde bulunuyorlardı.
Bir akşam odadan çıkmaya hazırlandığım bir sırada Mösyö Murdstone bana dedi ki:
“David teessüfle görüyorum; somurtkan bir tabiatınız var.”
Kız kardeşi teyit etti:
“Hakiki bir ayı gibi. Bayan Clara, bunun siz de farkında olmalısınız.”
“Affedersiniz muazzez Jane, lakin David’i iyi anlamış olduğunuzdan emin misiniz?”
Mösyö Murdstone ağır ağır dedi ki:
“Clara, bana öyle geliyor ki ben bu meselede size nispetle daha az zan altındayım. Derim ki, David bizden uzak duruyor.”
Ve bana dönerek devam etti:
“Siz adi insanlarla düşüp kalkıyorsunuz ve daima hizmetçileri arıyorsunuz. Seciyenizi mutfakta ıslah edemezsiniz. Orada tesadüf ettiğiniz insan için bir şey demeyeceğim.”
Sonra anneme bakarak ilave etti:
“Çünkü Clara, sizin de o kadına karşı bir zaafınız var ki, kendi kendime izah edemiyorum.”
Annem, “Evet azizim Edward.” der gibi dudaklarını oynattı. Lakin ben bir şey işitmedim.
Mösyö Murdstone netice olarak dedi ki:
“Şimdi David, itaat etmezseniz başınıza ne gelecek bilirsiniz.”
Bunu lüzumundan fazla biliyordum; hem annem için hem benim için… İtaat ettim ve artık salondan çıkmadım. Bir gün Miss Murdstone’un “Hele tatilin son günü geldi!” diye bağırdığı zamana kadar tatil böyle sıkıntı içinde süründü.
Evden ayrıldığım için mahzun değildim. Çünkü gittikçe sersemleştiğimi görüyor ve bundan ancak arkadaşlarımı, hususiyle aziz Traddles’i düşünmekle kendimi kurtarıyordum. Vakıa onun arkasında Mösyö Creakle’in meşum hayaleti de görünmüyor değildi.
Annemi ve küçük erkek kardeşimi muhabbetle kucakladım. Miss Murdstone, annemin gözyaşlarını tutamadığını görünce onu metanete davet etmek için sert bir sesle “Clara!” kelimesini fırlatmayı unutmadı.
Mösyö Barkis uyuyan beygirinin yavaş adımlarıyla beni bir kere daha yola çıkardı. Başımı eve çevirdim; annem küçük çocuğu kucağında hareketsiz, mütemadiyen bana bakıyordu.
Onu artık yatağımın baş ucunda, çocuğu kucağında, gözlerini de dikmiş bir hâlde rüyadan başka bir yerde göremeyecektim.
IX
Mart ayı geldi. Bu benim doğduğum aydır. Lakin bir sebepten dolayı bu ay benim hatıramda silinmez bir iz bırakmıştır.
Mütalaaya giriyorduk. Teneffüs zamanı bitmişti. Birdenbire Mösyö Sharp yanıma geldi ve dedi ki:
“David Copperfield! Ziyaret salonuna ininiz.”
İskemlemden kalktım. Acele ile kapıya doğruldum.
Ben Peggotty’den yiyecek dolu bir sepet alacağımı zannediyordum, sevincimden kıpkırmızı olmuştum.
Mösyö Sharp “O kadar acele etme David!” dedi. “Daha zamanınız var.”
O anda, bu adamın söz söylerken zapt ettiği heyecanın farkına varmamıştım. Ziyaret salonuna girdim. Orada elinde bir mektupla Mistress Creakle oturuyordu. Beni yanına oturtarak dedi ki:
“David Copperfield! Siz daha çocuksunuz; bizim bu dünyada ne kadar az ehemmiyetimiz olduğunu, buradan ne kadar çabuk çekilip gittiğimizi bilirsiniz.”
Bir şey anlamadan yüzüne bakıyordum; devam etti:
“Siz tatilden sonra buraya geldiğiniz zaman anneniz sıhhatte mi idi?”
Sarsıldım, titremeye başladım; o, devam etti:
“Çünkü annenizin pek hasta olduğunu ve büyük bir tehlikede bulunduğunu şimdi haber aldım.”
Gözümü bir sis kapladı. Sallandım. Çünkü her şeyi anlamıştım. Mistress Creakle mırıldandı:
“Anneniz öldü!”
Bunu bana söylemeye hacet yoktu. Yeis ile bir çığlık kopardım. Birdenbire kendini dünyada yapayalnız hisseden bir öksüzün çığlığı…
Mistress Creakle bana karşı müşfik davrandı; bütün gün beni yanından ayırmadı. Ben artık sessiz kalan evimizi, küçük kardeşimi düşünerek mütemadiyen ağlıyordum. Mistress Creakle’in bana söylediğine göre küçük kardeşim sararıp soluyormuş ve ihtimal ki o da ölecekmiş.
Son gecemi yatakhanede geçirdim. Orada arkadaşlarım bana büyük bir sevgi gösterdiler. Traddles ısrarla yastığını vermek istedi. Hâlbuki benim yastığım vardı, bana kâfi idi ve hareket edeceğim sırada iskeletlerle dolu bir kâğıt verdi. İhtimal ki bununla kederimi azaltmak istiyordu.
Sabahleyin Yarmouth’a vardım. Beni almak için bir araba göndermişlerdi; bindim, fakat bu araba Mösyö Barkis’in arabası değildi.
Evin kapısına gelmezden evvel Peggotty’nin kucağına düştüm; ağlayarak bana dedi ki:
“Ben ne geceler geçirdim! Çok yorgunum! Bununla beraber toprağa girmeden evvel sevgili hanımımı terk etmek istemiyorum.”
Mösyö Murdstone rahat bir koltuğa oturmuş, sessizce ağlıyordu. Salona girdiğim zaman yüzüme bile bakmadı.
Miss Murdstone yazı yazıyordu. Bana parmaklarının ucunu uzattı. Soğuk bir tavır ile pazarlık elbisemi ve gömleklerimi getirip getirmediğimi sormakla iktifa etti. İşte o kadar. Metaneti, cesareti, zarafeti olan bu insanın bana söylediği teselli sözleri ancak bunlar oldu.
Kardeşi benim orada bulunduğumun farkında değil gibi görünüyordu. Bazen eline bir kitap alıyor, okumuyor, saatlerce enine boyuna dolaşıyordu. Evin ağır sükûnu içinde onunla saatin rakkasından başka yürüyen bir şey yoktu.
Peggotty’yi pek az görüyordum. Zavallı annemle küçük çocuğunun son uykularını uyudukları odadan ayrılmıyordu.
Cenaze akşamı Peggotty odama gelip beni buldu. Yatağımın yanında oturdu. Elimi tuttu, bana annemden ve annemin son günlerinden uzun uzadıya bahsetti. Bana dedi ki:
“Annen çoktan beri rahatsızdı; mesut değildi. Haşin bir söz ona dehşetli bir darbe oluyordu. Sizin gittiğiniz akşam anneniz bana ‘Zavallı David’imi bir daha göremeyeceğimi hissediyorum.’ dedi. Bununla beraber vücudunu kemiren fenalığa karşı koymaya çalışıyordu. Ancak ölümünden birkaç gün evvel kocasına söyledi. Bana diyordu ki zevcim bu fikre alışacak ve çabuk unutacak. Ben daima annenizin yanında bulunuyordum. O, bana aşağıdakilerden bahsediyordu; çünkü geçirdiği eziyetli hayata rağmen onları seviyordu. Son gece beni öptü ve mırıldandı: ‘Çocuğum da ölürse benimle beraber bir mezara konulmasını isterim; sevgili David’e deyiniz ki annesi ölüm döşeğinde onu bin kere takdis etti. İyi yürekli Peggotty! Bana yaklaşınız; kolunuzla başımı tutunuz; sizi görmek istiyorum.’ dedi ve uykuya dalan bir çocuk gibi sükûn içinde öldü.”
Kabirde uyuyan anne; benim küçük çocukluğumun annesiydi. Yanında yatan küçücük mahluk, vaktiyle onun kolları arasında sıktığı ben idim.
Ertesi günden itibaren Miss Murdstone hâkimiyeti takındı ve Peggotty’nin bir aya kadar onu terk etmesini emretti.
Şüphesiz aynı suretle benden kurtulsa pek memnun olacaktı. Lakin bana ne gibi bir akıbet hazırladığına dair bir kelime söylemedi. Ben bütün cesaretimi topladım ve pansiyona ne vakit döneceğimi sordum. Bana ihtimal ki pansiyona dönmeyeceğimi söylemekle iktifa etti. Ben Mösyö Murdstone’un benim derslerimi deruhte edeceği korkusuyla titredim. Lakin gördüm ki beni kendisi ve hemşiresiyle birlikte kalmaya mecbur etmek fikri artık yoktu. Bilakis beni görmek bile istemiyordu; benim nerede olduğumu, hatta Peggotty’ye arkadaşlık edip etmediğimi de bilmek vazifesi bile değildi.
Başıma gelen felaketin şaşkınlığından henüz kurtulmamış olduğum hâlde mevkimi bir dereceye kadar soğukkanlılıkla muhakeme ediyordum: Kendimi tamamıyla terk edilmiş hissediyordum. Yalnız iyi yürekli Peggotty müstesna idi. Hatta bir akşam beni on beş gün kadar evine götürmek için Miss Murdstone’dan müsaade istemek cesaretini gösterdi.
Bir kornişon kavanozuna dikkatle bakan Miss Murdstone serbest bir tavırla cevap verdi:
“Zamanını ister burada ister orada kaybetsin, bence ehemmiyeti yok. Evet demekte bir mahzur görmüyorum.”
Yine Mister Barkis harap arabasıyla gelip bizi aldı. Hareketten evvel Peggotty kabristana gitmişti. Henüz gözleri yaşla dolu idi. Birdenbire benimle konuşmaya başladı. Barkis birçok defalar tebessüm etti.
Onun hoşuna gitsin diye “Mösyö Barkis, Peggotty şimdi kendine geldi.” dedim.
Alaycı bir tarzda ona bakarak “Sahi mi?” diye cevap verdi. “Tamamıyla iyileştiniz mi?”
Peggotty gülerek cevap verdi:
“Evet.”
Mister Barkis ona hafiften dirseğiyle vurarak ısrar etti.
“Emin misiniz?”
Dirseğiyle hafifçe dürterek bu suali üç dört defa tekrar etti.
Çok memnun görünüyordu. Arabasını bir lokantanın önünde durdurarak bize et yahnisi ile bira ikram etmek nezaketini gösterdi. Peggotty; ona, her söz söyleyişinde, samimiyetle dirsek vuruşunda gülmekten katılıyordu.
Mister Peggotty ile Ham bizi nezaketle kabul ettiler. Selamlayıp Mister Barkis’den ayrılacağım sırada beni tuttu ve alçak sesle “Her şey yolunda.” dedi.
Hakikatte neden bahsettiğini anlamadığım hâlde anlamış gibi “Ah!” dedim.
“Bilir misiniz ki Barkis çok istiyordu. Lakin yalnız başına Barkis. Hâlbuki şimdi sayenizde o istemekte yalnız değil.”
Bu sözler o kadar esrarengiz bir tarzda söylenmiş idi ki fikirlerini yüzünden anlamaya çalışıyordum. Lakin durmuş bir rakkasın kadranı üzerindeki malumattan başka bir şey öğrenemedim.
Yolda Peggotty bana onun ne söylediğini sordu.
“Bana ‘her şey yolunda’ dedi.”
“Pek mümkün! Söylesene bana aziz David’im. Eğer ben evlenirsem ne dersiniz?”
“Derim ki, beni yine bugünkü kadar severseniz: Peggotty!”
Tebessüm etti ve gelip geçenlerin ve biraderlerinin hayretleri içinde beni hararetle kucakladı.
“Yine derim ki eğer siz Mister Barkis’le evlenecek olursanız çok iyi olacak. Çünkü bir arabanız olur. Gelip beni görürsünüz ve hiç para vermezsiniz.”
“Bu aziz çocuk ne kadar akıllı! Bununla beraber ya müteessir olursanız…”
“Bilakis çok memnun olurum.”
“O hâlde aziz çocuğum daha düşüneceğim. Barkis iyi bir adam.” Ve kahkaha ile gülerek ilave etti: “Ümit ederim ki ben tamamıyla iyi olacağım.”
Mister Peggotty’nin evi değişmemişti. Mistress Gummidge birinci defa olduğu gibi bizi kapıda bekliyordu. Hangarın altındaki fıçılarının içinde yengeçlerini, ıstakozlarını tekrar buldum. Bunlar herkesin parmağını kıstırmaya daima hazır idiler.
Bir müddet sonra mektepten gelen küçük Emily’yi uzaktan gördüm. Yaklaştıkça sıhhatli ve neşeli yüzünü, güzel mavi gözlerini ve her zamandan daha cazibeli olan küçük vücudunu fark ediyordum. Onu kucaklamak istedim. “Ben artık çocuk değilim!” diye bağırarak eve kaçtı.
Sofrada benim yanımda oturacak yerde Mistress Gummidge’in yanına oturdu ve gülmeye başladı. Mistress Gummidge daima muzdaripti. Mösyö Peggotty dedi ki:
“Bu, bir küçük kedidir!”
Ham, Emily’ye memnun bir tavırla bakarak tekrar etti:
“Evet, Mösyö David, bu küçük bir kedidir!”
Mösyö Peggotty heyecanla bağırdı:
“Ah! Karşınızda iki yetim görüyorsunuz!” Emily’nin saç kıvrımlarını okşadı ve Ham’a karşı şedit bir dostluk nümayişi yaptı.
Kemali itminan28 ile dedim ki:
“Mösyö Peggotty, eğer siz benim vasim olsaydınız kendimi hiç de yetim hissetmezdim.”
Genç denizci Mösyö Peggotty’nin dostane nümayişine mukabele ederek haykırdı:
“Bravo, Mösyö David! İyi söyledin.”
Günler eskisi gibi geçiyordu, yalnız yemekten sonra ekseriya Mösyö Barkis bizi ziyarete geliyordu. Beceriksiz bir tavırla geliyor; elinde Peggotty’ye mahsus bir paket getiriyor ve paketi bir şey söylemeksizin kapının yanına bırakıyordu. Bu hediyeler muhtelifti ve ekseriya ümit edilmedik şeylerdi: Bir torba portakal ve bir ölçek elma, siyah kehribar bir çift küpe, bir demet soğan, bir kutu domino, isli domuz pastırması, kafeste bir kanarya…