Hüseyin Rahmi Gürpınar
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
ÖN SÖZ
Gezegen, kız kardeşleri içinde yer yuvarlağımız tam gençlik çağındadır. Her gezegenin anası, sonu yok uzayın karanlıkları ve güneşin nurları arasında şenlikle yuvarlanarak ulaştığı ömrü çok şükür bugüne kadar sağlık ve esenlikle geçirdi. Şimdi bazı kuruntulular ağır bir hastalık -daha iyimser düşünenler- hemen sezilir sezilmez hafif bir nezle geçireceğini haber veriyorlar.
Bundan dolayı niçin telaşlanmalı efendim? Anamız, yaratılış çağından beri uzaydaki o nazlı salınışında bu perçemli, bu oynak, bu yoldan çıkmaya istidatlı kız kardeşlerinin böyle yaklaşma cilvelerine kim bilir kaç defa daha uğramıştır. Ama üzerinde bundan doğan bir felaket izi görmüyoruz. İnanın ki bu sefer de gene öyle olacaktır. Ne baş ağrısı ne nezle, hemen hiçbir şey duymayacağız. Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu 5 Mayıs’ın ertesi günü gene şu satırlara baktığınız zaman görecek, benim şimdi yaptığım gibi siz de o zaman bol bol güleceksiniz.
Gerçek böyledir de bu telaşlar, bu söylentiler, bu heyecanlar, hele tanınmış, büyük imzalar altındaki o ürkütücü makaleler ne oluyor diyeceksiniz. Ah efendim… İnsanların gerçekleri kabul etmek için nasıl ayak dirediklerini bilirsiniz. Bu konuda size, haddim olmayarak küçük bir öğüt vereyim mi? İnsanoğlunun korktuklarından ziyade korkmadıkları şeylerden çekininiz. Ta vaaz verenlerden tutunuz da teknik bilgi sahiplerine kadar insanların bilginleri de filozofları da öbür kardeşlerini korkutma düşkünlüğünden kendilerini alamıyorlar. Bir gerçekçi olarak böyle söylüyorum. Ama bir romancı olarak öyle demeyeceğim. Öbür meslektekiler gibi sözün yalan veya doğru olma ihtimalinden bahsedeceğim ki bu da benim sanatımın hakkıdır.
Hilesini önceden meydana koyan bir hokkabaz gibi size gerçeği böyle açıkça söyledikten sonra gene korkarsanız artık kabahat bende değildir.
7 Nisan, yıl 1326 Hüseyin Rahmi1
Bedriye Hanım, bahçe üzerindeki küçük odanın penceresinden bitişik komşunun tahta kaplamasına yumruğuyla helecanlı helecanlı vurarak haykırıyordu:
“Kardeşim Emine, neredesin? Pencereye gel, bak, sana ne söyleyeceğim!..”
Bir cevap alamayınca kendi kendine:
Aman bu karı da ne miskindir! Kıyametler kopsa o kuytu odadan dışarı çıkmaz. İçeride haşrolur kalır…
Yumruklarının şiddetini iki kat arttırarak:
“Emine Hanım, azıcık pencereye gel… Bak neler olacakmış neler… Dünyaya yıldız çarpacakmış… Merakımdan bir yerlerde duramıyorum… A, bak karı ses bile vermiyor. (yumruğu daha şiddetle indirerek) Ölü müsün ayol? Azıcık kıpırda!”
Emine Hanım, yavaşça penceresini açıp başını dışarıya çıkararak:
“Oğlanı yeni uyuttum. Vurma öyle hızlı hızlı. Ev temelinden sallanıyor!”
“A, daha neler… Benim yumruğumdan ev sallanır mı hiç?”
“A, nasıl sallanmaz! Tavanın aralıklarından pıtır pıtır tozlar dökülüyor. Bir iki gündür çocuk rahatsız. Ziyade huysuzlanıyor. Uyutuncaya kadar akla karayı seçtim.”
“Haberin yok mu?”
“Ne var? Gene Sıtkı karısını mı boşadı?”
“Hay yere batsın Sıtkı da karısı da!.. Bu öyle karı boşama filan keyfiyeti değil. İş fena…”
“Ne olmuş canım?”
“Ortalık çalkanıyor… Bursa’da sağır sultan duydu. Senin hâlâ bir şeyden haberin yok. Ah ne felaket…”
“Ay, yüreğimi oynatma öyle! Meraklanınca boğazıma bir şey tıkanıyor. Fena oluyorum. Evvelki kadar keder götüremiyorum. Acıklı bir şeyse hiç söyleme, rica ederim…”
“Acıklının acıklısı! Evlere barklara şenlik! Dostlar başından ırak!..”
“Etme… Bedriye, etme… İşte yüreğim gümbürdemeye başladı. Acaba hacıbabama selamünkavlen (inme) mi geldi? Söyle, bayılacağım!..”
“Dünyaya kuyruklu yıldız çarpacakmış!”
Emine Hanım, “tü, tü” diye birkaç defa yakasına tükürerek çarpıntısını gidermeye uğraştıktan sonra:
“Aman, ben de korkacak bir şey sandım. Ne kadar telaşçısın kardeş… Çarpacaksa çarpsın. Ne var? Kapımı kapar, evceğizimde otururum. Bir yere çıkmam. Şimdi karılar, ‘Nasıl çarpacakmış, bakalım.’ diye sürü sürü seyre giderler… A, gitmem, gitmem… İt, köpek arasında çiğnenmeye vaktim yok.”
Bedriye Hanım, sinirli bir kahkahayla:
“Emine, kardeş… Sen ne kadar aptalmışsın! Hiç o koca mefret, o saçaklı Raziye bu dünyaya çarpar da senin evin kalır mı ki kapını kapayıp da içinde oturacaksın?”
“Hanım, benim evime bir şeycik olmaz. O, helal parayla yapıldı. Kazasker Efendi’nin Çarşamba’daki konağı yıkıldığı vakit onun kerestesiyle kuruldu. İçine kullandıkları yağhane direklerini sen göreydin şaşardın! Bu dünya yıkılır da gene bizim evimiz yerinde durur. Büyük zelzelede ne kâgir yapılar göçtü de evimizin bir kıymığı yerinden oynamadı. Tevekkülün gemisi batmaz. Sen merak etme…”
“Emine, sen ne kayıtsız kadınsın? Vallahi korkudan bu gece gözüme uyku girmedi.”
“Korkma, hepsi yalan. Müneccim uydurması. Ne çarpacağı var ne bir şey. ‘Külli müneccimün kezzâb’, her müneccim yalancıdır. Hacıbabam daima öyle söylemez mi? Geçenlerde de öyle dediler. Gene bir kuyruklu görünmedi miydi? Çarpacak dediler. Gökten ateş yağacak dediler. Bilmem daha ne haltlar ettiler. Hiçbirinin aslı çıktı mı? Hay söyleyenlerin kemikleri çarpılsın inşallah! O geçenki kuyruklu için bir ucu yerde bir ucu gökte dediler. Atiye Hanım’ın evinden gözüküyormuş. Bir gece akşam yemeğinden sonra oraya gittik. Şöyle Cerrahpaşa Camisi’nin yanına doğru havada iri, sorguç gibi bir şey gördük. İşte o imiş. Bu kadar lakırtı meğerse onun içinmiş…”
Üst taraftaki komşu Emeti Hanım, bahçe duvarının önünde dibi yukarı, yani tersine konulmuş bir eski küfenin üstüne çıkarak kınalı saçlarını gösterir:
“A çocuklar, nedir bu telaşınız? Vıcır vıcır gene orada ne ötüşüyorsunuz?”
Bedriye Hanım: “Kuyrukluyu söyleşiyoruz Emeti Hanımcığım.”
Emeti Hanım: “Hangi kuyrukluyu?”
Bedriye Hanım: “A, kaç tane var kadınım?”
Emeti Hanım: “Kaç tane istersin? Sokak dolusu var.”
Bedriye Hanım: “Biz, o sokaktaki kuyrukluları söylemiyoruz canım… Gökteki kuyrukluyu konuşuyoruz. Birkaç haftaya kadar dünyaya çarpacakmış diyorlar.”
Emeti Hanım: “Siz gökteki kuyrukludan korkmayınız. Yerdekilerden korkunuz. Bu berikiler daha tehlikeli.”
Bedriye Hanım garipseyerek:
“Bu yerdekiler hangileri a kuzum?”
Emeti Hanım: “Hangileri olacak? Guguruklarının tepelerine, yalancı pırlantadan birer iğne iliştirip çarşaflarının eteklerini birer arşın yerlerde sürüyerek sokaklarda gezen kuyruklular.”
Bedriye Hanım: “İlahi Emeti Hanımcığım!.. Kıyametler kopsa sen gene böyle gençlerle uğraşmaktan vazgeçmezsin. O zavallı hanımların kuyruklu olup da kime çarptıkları var?”
Emeti Hanım hiddetle:
“Nasıl, nasıl? Onların çarpışlarına uğrayıp da az delikanlı hurdaya dönmedi?”
Emine Hanım, hafif hafif gülerek:
“Yıldız çarpıp da kıyamet kopacak diyorlar da bak, kadın hâlâ ne düşünüyor.”
Emeti Hanım, kızarak başını duvarın üzerinden biraz daha uzatır:
“Düşünürüm besbelli. Yeğenimin oğlu Behçet’e geçenlerde böyle yapma pırlanta iğneli kuyruklunun biri çarpmış da oğlan üzüntüsünden kendini az kaldı bahçedeki dut ağacına asıyordu. Yazık değil mi? Yirmi ikisinde tosun gibi delikanlı.”
Bedriye Hanım: “Şimdi öyle şeyler düşünülecek zaman değil… Bu yukarıki yıldız çarparsa hepimiz tuzla buz olacakmışız.”
Emeti Hanım: “Sus kızım, içim fena oldu. Kim söylüyor onu?”
Bedriye Hanım: “Ulemalar… Kitapta yerini görmüşler.”
Emeti Hanım: “Sen sakla Rabb’im, cümle Muhammed ümmetini, bu Emeti kulunu da… Kıyamet alametleri. İşte ben gene söylerim. Bu gökteki kuyruklu, yerdekilerin kötülüğünden çıktı. Geçen sene Dizdâriye taraflarında bir paşanın katırı doğurdu dediler de inanmadıydık. İşte bakınız, doğruymuş! Demek vakitler yakın. Yapı da pek çoğaldı. İşte bu birkaç şey kıyamet alametidir. Biz, büyükbabalarımızdan, analarımızdan öyle işittik.”
Emine Hanım’ın kızı Mebrure birdenbire odaya, annesinin yanına girerek sorar:
“Anne ne konuşuyorsunuz?”
“Yavaş kızım, kardeşin uyanacak! Sanki bu dünyaya bir kuyruklu yıldız çarpacakmış da hepimiz tuzla buz olacakmışız!.. Gel bak, dinle, onu anlatıyorlar.”
“Ay, ben korkarım anne! Ne vakit çarpacakmış?”
“Bilmem. Gel de sor.”
“Bedriye Hanım teyze… Kuyruklu bize ne vakit çarpacakmış?”
“Önümüzdeki mayısın bilmem kaçında sabaha karşı çarpacakmış diyorlar.”
Emine Hanım: “Çarpacağını böyle günüyle, saatiyle nasıl biliyorlar? Kuyruklu, filan günde filan saatte çarpacağım diye bu dünyaya telgraf mı göndermiş?”
Emeti Hanım, duvarın arkasından haykırarak:
“İnanmayınız, inanmayınız… Külli müneccimün kezzâb… Büyülerine at nalı, tavşan başı… Gene büyük bir büyü yaptılar da onu tutturmak için bu koskoca yalanı kapıp ortaya salıverdiler.”
Bedriye Hanım: “Yalan değil, yalan değil… Ben kuyruklunun resmini gördüm.”
Emeti Hanım: “Ay, nerede gördün? Aman aman, bu zamane insanlarının yapmayacakları yok. Ne çabuk resmini çıkardılar?”
Bedriye Hanım: “Telgrafçıların evinde gördüm. Bilirsiniz ya, onun oğlu İrfan, Frenkçe okur. Önüme bir büyük kitap açtı. İçinde bütün yıldızların, ayların, güneşlerin resimleri var.”
Emeti Hanım: “Ah, tevekkeli değil, Tanrı’nın sırlarına ermek için böyle gökteki ayların, yıldızların resimlerini çıkarınca işte sonu böyle olur. Bize kuyruklusu da çarpar, kuyruksuzu da…”
Bedriye Hanım: “Bu kitabın içinde ne yok, ne yok, ne yok hanım… Birçok tekerlekler, yarım aylar, bütün aylar… Âşık yolunu şaşırdı gibi, endişe gibi çizgiler… Üç köşeli, dört köşeli şekiller… Anasına, babasına pay veren çiçeğine benzer bir şeyler… Tentene gibi, Hristo teyeli gibi kıvrıntılar… Sümüklü böcek gibi, solucan gibi hayvancıklar. İrfan Bey hep onları adlarıyla, sanlarıyla anlatıyor. O kitapta kuyruklu bir tane değil ki… Dolu. Hepsinin zamanı varmış. Kimisi on senede kimisi yirmi, otuz, kırk, elli, altmış, yüz, daha bilmem kaç senede bir gelip bizim dünyamızın yanından geçerlermiş.”
Emeti Hanım, sinirlilikten birkaç defa geğirerek:
“Aman aman, geçsin! Kimseyi incitmeden geçsin. İki gözüm, bizden ırak olsun!”
Mebrure: “Anne, biz de gidip kuyruklunun resmine bakalım… Kedi kuyruğu gibi mi, Karaman kuyruğu gibi mi acaba?”
Emeti Hanım: “Gecenin birinde gelip de çatarak evlerimizin damlarını gümbür gümbür başımıza indirirse kedi kuyruğunu sen o zaman görürsün!.. Aman bu şimdiki tazeler… Ne işitirlerse hemen görmeye kalkan bu deli kızlar…”
Bedriye Hanım: “İrfan Bey, kitaptaki birçok kuyrukluların içlerinden bir tanesini parmağıyla göstererek ‘Gelip de bize çatacak diye korktuğumuz haspa işte bu.’ dedi.”
Emeti Hanım: “Kız, nasıl şey? Tarif et. Meraktan çatlayacağım… Ben de gidip göreyim bari…”
Bedriye Hanım: “Ah, nasıl tarif edeyim anacığım?.. Deniz kızı mı desem, Ankara keçisi mi, yoksa Van kedisi gibi mi desem? İşte öyle saçaklı bir kafa. Badem gibi çekik çekik gözler… O taranmış, beyaz keten gibi nurlu saçlar, ta topuklara kadar inmiş…”
Emeti Hanım: “Kız, ihtiyar mı, ak saçlı mı?”
Bedriye Hanım: “A, ihtiyar zahir… Âdeta akpapa… O kitapta yazıyor, bilmem kaç yüz yaşındaymış.”
Emeti Hanım: “Bize dokunmasın da Tanrı’m daha uzun ömürlü etsin.”
Mebrure: “Anne, n’olur, biz de gidip görelim…”
Emine Hanım: “Gideriz, görürüz. Gürültü etme. Haydar uyanacak.”
Bedriye Hanım: “Adı da var. Dur bakayım neydi? Şey… Halamın yıldızı…”
Emeti Hanım: “Ah, çarçabuk kuyrukluyla hısım akraba oluverdiler… Onların halasıysa iki gözüm, benim de teyzem olsun, bize dokunmasın…”
Mebrure: “Benim de büyük anam olsun.”
Bedriye Hanım: “Benim de kaynanam olsun bari…”
Hep bir ağızdan birer kahkaha salıverdiler. Gürültüden salıncakta Haydar uyanır. Bir ağlama bir yaygaradır başlar… Emine Hanım, pencereden çekilip çocuğu sallayarak:
“Uyandı oğlan a dostlar niiiinniHaydi gidin hoşhoşlar niiiinniBenim yavrum uyanacak niiiinniGülüşmeyin hanımlar niiiinnie… e… e… eh…”Emeti Hanım: “Kızım Bedriye, kuyrukluyu kaynanana benzetme. Eğer hırçınlığı ona çekerse Allah esirgesin, bu dünya altüst olur…”
Bir ikinci kahkaha sağanağı başladığı sırada Emeti Hanım’ın başı birdenbire duvarın arkasından kaybolur, sesi kesilir.
Bedriye Hanım, Mebrure’ye: “A, hatun ne oldu? Birdenbire lakırtıyı kesti. Oradan kayboldu. (haykırarak) Emeti Hanımcığım? Düştün mü, ne oldun?”
Emeti Hanım, biraz derinden:
“Ah, ne olacağım?.. Üstüne bastığım küfenin dibi çıktı. Göğsüme kadar içine gömüldüm. Ne kalçam ne kuyruk sokumum kaldı. Hep sıyrıldı. Hurd oldum, şöyle hurd… Nene lazım senin a alık kahpe, küfeye çıkıp da komşularla çene yarıştırırsın?”
Bedriye Hanım: “A, vah vah!.. Gördünüz mü zavallının başına geleni? Evde kimse yok mu, Emeti Hanımcığım?”
Emeti Hanım: “Yok ya… Oğlan okulda. Hayriye’m de etekliğinin etrafına makine çevirmeye Bedestenlilerin evine gitti.”
Bedriye Hanım, yazıklanarak:
“A, onlar gelinceye kadar ne yapacaksın küfenin içinde?”
Emeti Hanım inleyerek:
“Ah, ne yapacağımı bilir miyim yavrum? Kapana tutulmuş fare gibi bunun içinde oturacağım…”
Bedriye Hanım: “Şöyle biraz çalış, çabala bakalım. Belki çıkarsın.”
Emeti Hanım, sağına soluna kıvranıp çıkmaya uğraşarak:
“Ah, mümkün değil… Küfenin ağaçları böğrüme batıyor. Tıpkı kapana benziyor. İçine girmesi kolay da çıkması güç. (ağlamaya başlayarak) Ne yapacağım ben şimdi?”
Emine Hanım, salıncağın başında ninnisine devamla:
“Pek yaramaz susmuyor niiiinniNe desem uyumuyor niiiinniKuyrukludan korkmuyor niiiinniE yavruma e… e… e…h.”Mebrure pencereden başını uzatabildiği kadar uzatarak komşuya doğru sarkıp:
“Bedriye teyze, yıldızın gözleri tarif ettiğin kadar sahi güzel mi?”
Bedriye Hanım: “Pek alımlı. Tahrilli tahrilli, görsen…”
Mebrure: “Ya saçlar?”
Bedriye Hanım: “İpek gibi beyaz. Uzun mu uzun. Topuklarını dövüyor.”
Mebrure: “Ah, bir kere görsem… Meraktan çıldıracağım!”
Emeti Hanım, küfenin içinden haykırarak:
“Orada vıcır vıcır ne konuşuyorsunuz? Ben bu berzaha bir kere düştüm. Bana oldu olacak. Burada bunalıyorum. Benimle de konuşunuz bari de biraz eğleneyim. Sıkıntıdan patlayacağım!”
Bedriye Hanım: “O küfenin içinde ne kadar duracaksın?”
Emeti Hanım: “Birisi gelip de beni kurtarıncaya kadar.”
Bedriye Hanım: “Ne vakit gelecekler?”
Emeti Hanım: “Allah bilir!”
Bedriye Hanım: “Kapı çalınırsa kim açacak?”
Emeti Hanım: “Ervahiler…”
Bedriye Hanım: “Hayriye Hanım’da anahtar yok mu?”
Emeti Hanım: “Var.”
Bedriye Hanım: “Eh, öyleyse tamam. Ama o gelinceye kadar, anacığım, sen üşüyeceksin.”
Emeti Hanım: “Yarı belimden aşağısı buz kesildi. Dondum zati… Bütün yellerim, kulunçlarım ayaklanacak.”
Mebrure: “Hanım teyze, halamın yıldızı sakallı mı bıyıklı mı?”
Bedriye Hanım: “Sakalı, bıyığı belli değil ki… Yüzü gözü, tüy içinde.”
Emeti Hanım: “Bedriye kızım, kuyrukluyu Mebrure’ye pek övme.
Baksana sorup duruyor, erkek sanıyor. Şimdiki tazelerin gönülleri pek arsız. Belki seviverir. Ay’a, Güneş’e âşık olan budalalar çok…”
Mebrure, dargın:
“Emeti Hanım’ın da söylediği lakırtıya bakınız! Ben onun için mi sordum?”
Emeti Hanım, birdenbire haykırmaya başlayarak:
“Ay, gördünüz mü başımıza gelenleri?”
“Ne oldun anneciğim?”
“Ne olacağım? Kız bugün yemek pişirdi. Sahanlara kotardı. Taşlığa dizdi. Komşuya gitti. Bahçe kapısı açık kalmış. Kediler birer birer içeri giriyor. Bir şeye yanmam, efendi baban sütlaç istedi. Bizim kız içine vanilya koydu, yumurta sarısı çalkaladı. Tabakların üzeri birer parmak kalınlığında sapsarı kaymak tutmuştu. O canım yemekler bugün kedilere kısmet olacak. A, işte bak, işte bak!.. Göçmenlerin kuyruksuzu da girdi. Aman bir mundar kedi daha girdi. Uyuz mudur nedir? Kapları da yeni kalaylattıktı. Ah, bugün bana olanlar kimseciklere olmadı! Hayriye’m de Bedestenlilerin evinde yıllandı kaldı! Şimdiye kadar seksen etek bastırılırdı…”
Emine Hanım, ninninin perdesini dikleştirerek:
“Bakın neler olacak niiinniKuyruklular çarpacak niiiinniSusun oğlum uyuyacak niiiinni…”Emeti Hanım, küfenin içinden:
“Çocuklar, yanık bir ses geliyor, o nedir?”
Mebrure: “Annem Haydar’a ninni söylüyor.”
Emeti Hanım: “Annenin sesi ne kadar yanıkmış? Bana pek dokunuyor. Bizim sütlaçların ruhuna mersiye okuyorlar sandım. Kediler şimdi içeride hepsinin canına okuyorlar. (evin içerisine doğru kulak vererek) A, Bedriye kızım, çat çat çat bizim sokak kapısı çalınıyor. Sizin cumbadan bizim kapı gözükür. Baksana kim geldi? Bir yabancı olacak.”
Bedriye Hanım, cumbaya koşarak kendi kendine:
“A, bakkal gelmiş… Kucağında kalıp kalıp sabunlar. (cumbadan seslenerek) Ayol bakkal, o kapıyı nafile çalıyorsun.”
Bakkal: “Evde kimse yoh mi ki?”
Bedriye Hanım: “Emeti Hanım evde ama o zavallı kadın küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz ki…”
“Ne mırıldanıyon annayamadım.”
“Emeti Hanım küfeye düştü. Sana kapıyı açamaz diyorum.”
“Zabahınan bunun burasında şahalaşmaya gelmedim. Tükkânda işim var. Haydi söyle ki çabuh gapıyı açsın.”
“A… Deli! İşim yok da sanki sabahleyin seninle şakalaşacağım. Hatun küfeye düştü diyorum da inanmıyor!”
“Bağa bah… Kofeye mi düştü? Gocca garının kofede ne işi var canım?”
“Duvarın kenarında küfenin üzerine çıkmıştı da bizimle kuyruklu yıldızı görüşüyordu. Sonra nasılsa küfenin içine gidiverdi!”
“Kuyruhludan gorhusundan mı kofenin içine gaçtı? Hele bi yol şu gocakarının ahlına bah! Kuyruklu bu dünyeyle dolaşınca kofenin içine girmez diye mi belliyo ki? Adam divanelik de türlü türlü… Gocagarılar can korhusuyla şindiden kofelere gaçarlarsa gençler, tezeler nerelere tıhılmağa savaşacahlar? Kofeye girmekle bu belanın bir çaresi bulunsa bizim yumurta kofeleri birer mecidiyeye satılurdu ya… Hepimiz birer kofeye, fıçıya tıhılır otururduk. Benim için kofeye girme ne iktiza? Batahçı müşteriler beni çoktan gafese goydular getti… Söyle o Emeti gadına kofeden çıhsın da bu sabunları elimden alsın.”
“Aman alık musibet sen de… Söz anlar bir adam gibi ben de durdum da seninle çene yarıştırıyorum. Kadın küfeden çıkamıyor diyorum sana!..”
“Kedi yavrusu mu bu? Koskoca garı kofeden çıhamaz mı kim?”
“Çıkamıyor işte!”
“Ne olacah? Ne zemene gader kofenin dibinde oturacah?”
“Kızı komşudan gelinceye kadar.”
“Adam bırah sen de… Sabırlar ver ya Rabbi… Ahşamdan bozayı çoğ içip gocagarı serhoş mu oldu, n’oldu kim kofeye düştü? Onun çıhışını beklemeğe vahtım yoh… Aç gapıyı ben sabunları size bırahayım da tükkene, işime varayım.”
Bakkal, sabunları Bedriye Hanım’ın evine bırakıp kendi kendine:
“Bir guyruhlu lafıdır çıhtı. Guyruhludan daha meydende bir şey yoğ a… Ondan evveli herkez gelip bağa çatıyor. Bakkal duydun mu? Perşembe günü çatacahmış. Frenk gazetaları yazmış. Şık beyinin biri de geçen günü gazetayı eliğe almış bağa gostürtüyo. Bakkal bah, didi bahtım. Kâğıtın üstüne trampo mahası (tramvay makası) gibi birbirinin içine dolambaç çizgiler çizmişler, karpuza benzer yuvarlahlar oturtmuşlar. Onların aralarına birkaç da uzun telli çalı süpürge dolandırmışlar. Şık beyi bağa sordu. Bu şeğullerden ne anlıyon, didi. Ne annıyacağım? Bu çalı süpürgeleriyle bu yuvar-lahları süpürüp ortalığı temizleyecekler didim. Şık güldü. Sankilim o yuvarlahlar, haşa sümme haşa bizim, üzerinde durduğumuz bu dünyeyimiş de o çalı süpürgeleri de guyruhlularımış. Hepisi birer şeğul divene canım. Avrupalı bir yuvarlah çizip de işte dünye budur dirse herkes oğa inanıyor. Ben şu fıçıdaki gul gibi Sibir’e halistir diye bin yemin ediyorum da kimse inanmıyor. Sonra şık ağnattı. Bizim dünya şu cızgının üzerinden gidecek, guyruhlu da aha buradan geçecek. Birbirine rastlayıp horoz gibi gagalaşacaklarmış. Tövbeler ossun! Gel de bu ıvır zıvıra inanabilirsen inan bahalım. İnsanlar birbiriyle tepişirler, boğuşurlar, amenna… Her gün gaç denesini goriyom. Hukumatlar birbiriyle cenkleşirler, amenna, İcapon’la Urus’un yaptığı gibi. Şu yıldızlarla dünyeler de birbiriyle çarpışırsa ya bakkalların hâli neye varacah canım? Gıyamet gopacak deyi borca, hisaba yanaşan yoh.. Yaz deftere, yaz deftere… Guyruhlu çarpaçahmış diye aç durulmaz ya? Herkezin yemesi içmesi gene yolunda. Birtahım ohumuşların efkârıncah gûya guyruhlunun çekirdeği bize dohunmayacağımış da bizi saçına dolayıp götüreceğimiş. Guru üzüm gibi guyruhlunun da çekirdeklisi, çekirdeksizi varmış. Ben bakkalım ama böğüne kadar böyle olduğunu bilmiyordum. Çünküleyim alıp sattığım mal değul. Şık beyi bağa o cızgıları, yuvarlahları gostürttükten sonra gıyamet gopacağımış deyi bir de diskur okudu. Sonra da pirincin, şekerin okkasını soruyor. Bağa bah, gurnaza bah… Gıyamet, alamet deyi beni garmanyolaya sokacah, beş on galem mal dolandıracah. Teslikattan (tensikat) sonra bir de guyruhlu çıhınca bakkallıkta iş galmadı gayri. Yağ, fasulye, pirinç satan çoğaldı. Galemde iş galmaymca herkez bakallığa özeniyor. Bittih, bittih… Eski müşterilerimden çoğu zimem defterine (borç) yanaşmıyor. Efendi, eski borçlar ne olacah, deyi sorunca, ‘Biz kadronun dışına çıktıh, bize bir laf dime gayrıh.’ diye laf ediyor. Biz evveli müşteriye mal virirken gadro ile mi virirdik? Bunun ne içini biliyorduh ne dışını… Bu ganunu goyan efendiler birez de bakkal hakkını gözetmeli değuller miydi? Birah canını bırah!.. Kimseye bir laf denmiyor ki? Biz teslikatzede olduk, deyip lafın içinden çıhıyorlar…”
Bakkal, böyle söylene söylene gitmekteyken Bedriye Hanım gene bahçe üzerindeki odaya döndü. Duvarın arkasında küfede, o ızdırap tuzağında zavallı Emeti’yi âdeta uzun uzun ağlamakta bulunca sordu:
“Anacığım ne ağlıyorsun?”
“Ben ağlamayım da kimler ağlasın kızım?”
“Duvardan aşıp da seni kurtaralım bari…”
“Ah, bundan sonra beni kurtarmak kaç para eder? Olan oldu, biten bitti…”
“Bir tarafın mı incindi, ne oldu?”
“Ne olacak? Aygır gibi kediler bütün yemeklerimizi yediler, içtiler, çekildiler. Kuyruksuzun ağzı, burnu, bıyıkları bütün sütlaç içindeydi. Bizim soysuz Ceylan da yabancı kedileri dövüp evden kovacağına onlarla birlik oldu, tıka basa karnını doyurdu. Bakınız incir ağacına çıktı, yalanıp duruyor. Damarsız yezit! Göçmenlerin güdük kedisi kendi evlerinde hiç karnını doyurmaz. Konudan komşudan böyle hırsızlıkla, avcılıkla geçinir. Kendi evlerinde ne bulup da yiyecek? Hanımları bulamıyorlar ki ona versinler? Pek avcıdır. Bizim bulaşık çukurunun başında bekler de her gün birkaç tane yakalar. Bizim Ceylan tutmaz, kör olası! Fareler gözünün önünden geçerler, hep yanında piyasa ederler de başını çevirip bakmaz bile. Ama böyle hazır yemek oldu mu lüp lüp yutar. Şu küfeden kurtulunca inşallah bu kediyi bekçinin eline vereyim de imarete attırayım. Bizim kapıyı çalan kimmiş kızım?”
“Bakkal.”
“Ha, sabun getirecekti…”
“Getirmiş. Ben, bizde alakoydum.”
“İyi ettin. (gene kulağını kapıya vererek) Yavrum, Bedriye, bizim kapı yıkılıyor. Kimdir o acaba böyle terbiyesiz terbiyesiz kapıyı çalan?”
“Dur, gidip bakayım.”
“Bizim ev öyledir. Akşamlara kadar hamam gibi işler. Hep gelenler abur cuburdur. Kapı açmaya koşmalı. Sonra da çene yarıştırıp yürek tüketmeli.”
Bedriye Hanım cumbaya gidip dönerek:
“Merak etme Emeti Hanım, kapıyı çalan, dilenci.”
“Hay yetişmesinler, ne de çok! Köklerine kibrit suyu! Yedisinden tut da yetmişine kadar her yaşta, her boyda var. Akşamlara kadar işleri güçleri el âlemin kapılarını aşındırmak. İçlerinde öyle acurları var ki sadaka alamayınca insana sövüp saymaya kadar varıyorlar. (haykırmaya başlayarak) Kızım Bedriye, bana müjde deyiniz, gözün aydın deyiniz…”
Bedriye Hanım: “Ne oldu Emeti Hanım?”
Emeti Hanım: “Ne olacak? Sokak kapısı açıldı. Hayriye’m geliyor. Oh, çok şükür, bu cezireden kurtulacağım!”
Hayriye Hanım, taşlığa kadar geldikten sonra bir yaygara kopararak:
“Ah dostlar, nedir bu evin hâli? Ne var ne yoksa kediler hepsini silip süpürmüşler. Ağza koyacak çöp bırakmamışlar. Annem nerede acaba? Bir yerde uyuya mı kaldı? Yoksa komşularla çene yarıştırmaya bahçeye mi çıktı?”
Emeti Hanım, bahçeden, acıklı bir yaygarayla:
“Yetiş yavrum yetiş! (ağlayarak) Anneciğinin hâlini görme! Dipsiz küfelerin içine düştüm. Tekir balığı gibi sepetlere tutuldum. Çürükler, bereler içinde kaldım! Gel Hayriye’m gel! Vücudum koçan kesildi. Dondum. Anacığını kurtar!”
Hayriye Hanım, bahçe kapısının önüne gelerek büyük bir hayretle:
“A, ilahi anne!.. Bozdun mu ayol? Bu gadalık çamaşır gibi kırık küfenin içine neye girdin öyle?”
“Hah, bak işte, gördün mü? Evlat olacak… Anne bu kazaya nasıl uğradın demiyor da beni buraya kendi keyfimle girmiş sanıyor.”
“Seni birisi tutup da zorla bu küfeye tıkmadı ya? Elbette kendi kendine girmişsindir.”
“Aman nasıl girdimse girdim!.. İşte şimdi çıkamıyorum. Beni bir ayak evvel kurtar buradan.”
Hayriye Hanım, annesini bin yaygara, bin çığlıkla küfenin ağaçları arasından kurtarır. Emeti Hanım, topal topal yürüyerek: