Книга Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç - читать онлайн бесплатно, автор Hüseyin Rahmi Gürpınar. Cтраница 2
bannerbanner
Вы не авторизовались
Войти
Зарегистрироваться
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç
Добавить В библиотекуАвторизуйтесь, чтобы добавить
Оценить:

Рейтинг: 0

Добавить отзывДобавить цитату

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

“Oh, ya Rabbi şükür! Kurtuldum ama bak, şimdi de yanımı belimi alamıyorum. Her tarafım tutulmuş. Evin içinde akşama ağzıma koyacak çöp kalmadı.”

Hayriye Hanım: “Aman anne, yiyecek içecek neme lazım benim? Birkaç yumurta kırar yeriz. Bedestenlilerin evinde kuyrukluyu pek fena söylüyorlar. Ne yapacağız?”

Emeti Hanım, komşuya seslenerek:

“Bedriye Hanım kızım huuu?”

“Ne var Emeti Hanım? Kurtuldun mu?”

“Kurtuldum, kurtuldum…”

“Eh, gözün aydın, geçmiş olsun.”

“Nasıl gözün aydın a yavrum? Hayriye’m kuyrukluyu anlatıyor. İş fenaymış, pek fena… Kız söylerken kederinden hep gözleri doluyor.”

Mebrure penceresinden sorar:

“Bedriye Hanım teyze, ne olmuş?”

Bedriye Hanım: “Halamın yıldızı için söylüyorlar. Artık lamı cimi kalmamış. Geliyormuş, çarpacakmış!..”

Mebrure, korkudan dudakları göğerip titrer bir heyecan hâliyle:

“Hanım teyze, nasıl, ne vakit? Aman fena oluyorum!..”

“Gel, dinle, dinle… (öteki komşuya seslenerek) Emeti Hanım, Hayriye Hanım anlatsın. Pek merakta kaldık. Biz de işitelim, neler olmuş.”

Emeti’yle Hayriye dipsiz küfeyi duvarın kenarına yan yatırıp ikisi de üstüne çıkarlar. Hayriye, işittiklerini bütün önemiyle anlatmaya girişerek:

“Kuyruklunun velvelesi bütün cihanı tutmuş. Bu mayısta çarpacakmış. Şimdiden hazırlığa başlamışlar.”

Bedriye Hanım: “Ne hazırlığına?”

Hayriye Hanım: “Sultanahmet, Beyazıt Meydanlarına seyirciler için kerevetler kurulacakmış. Kırkar paraya seyrettireceklermiş.”

Bedriye Hanım: “A… Hâzen Kebira… Alay mı bu?”

Hayriye Hanım: “Alaydan daha iyi olacakmış. Gökten üzerimize kangal kangal fişekler, taneler, maytaplar yağacakmış. Donanma gibi olacakmış.”

Mebrure, biraz korkuyu unutarak:

“Ay, anne biz de gideriz değil mi?”

Emine Hanım: “Sus, patlama aman oğlan uyudu, gürültü etme!”

Emeti Hanım: “İşte gördünüz mü, hanımlara iş, erkeklere de masraf çıktı. Şimdi kadınlar bu donanma için kim bilir ne süslü çarşaflar yapınırlar?”

Bedriye Hanım: “Hani ya kuyruklu çarpınca bu dünyada kimse kalmayacak diyorlardı? Bir felakete mi uğrayacağız, anlayamadım…”

Hayriye Hanım: “Birkaç türlü söylenti var. Bir söylentiye göre Frengistan’a çarpacakmış, burada bize bir şey olmayacakmış.”

Emeti Hanım: “Oh, ya Rabbi şükür!..”

Bedriye Hanım: “Tanrı bizi esirgesin!”

Hayriye Hanım: “Bir söylentiye göre çarpmayacakmış, yalnız kuyruğu dokunacakmış.”

Mebrure: “Biz, kuyruğunu okşarız, severiz de bize dokunmaz.”

Hayriye Hanım: “Nasıl yapmaz? Kuyruğu zehirliymiş.”

Bedriye Hanım: “Yılan mı bu ayol?”

Hayriye Hanım: “Zehirliymiş. Dokunduğu kimseleri sam rüzgârı vurmuş gibi öldürecekmiş. Kibarlar demir kapaklı mahzenlere girmeye hazırlanıyorlarmış. Fazlıpaşa’daki Binbirdirek’in tepe deliklerini kapatıp içine parayla adam koyacaklarmış.”

Emeti Hanım: “Parası olmayanlar ne yapacaklarmış?”

Hayriye Hanım: “Parası olmayanları kim düşünür, ilahi anne…”

Emeti Hanım: “Biz de bodrumu hazırlayalım bari. Deliği deşiği tıkanırsa mahzen gibidir.”

Bedriye Hanım: “Biz de efendiyle gusülhaneye gireriz. Hiçbir yana penceresi yoktur.”

Mebrure: “Anne, biz de kömürlüğü boşaltalım. Tekir’i de beraber alalım. Zavallı zehirlenmesin.”

Hayriye Hanım: “Bu gece bütün mahalle kadınları Galip Beylerin evine toplanacaklarmış; orada bu kuyruklu hakkında bir konferans vereceklermiş.”

Emeti Hanım: “Ha, işte tamam… Kontras montras diye o cingöz oğlanlar kadınları bir âlâ seyredecekler. Ben o İrfan’ın ağabeysi Ragıb’ı bilmez miyim? Eskiden beri gökyüzüyle bozmuştur. Koca bir dürbünü vardır. Tahtaboşa çıkarıp da ayı, yıldızları seyretmez miydi? Hani ya önceki idare zamanında ‘Efendim, bu herif dürbünle Yıldız’a bakıyor.’ diye curnal etmediler miydi? Bilmem kaç gün hapis yattı. Anasının yüreğine iniyordu. Sonra dürbünü mürbünü ortadan yok ettilerdi. Baksana şimdi gene meydana çıkarmışlar.”

Bedriye Hanım: “Herkeste bir telaş. Bakkal bile fitili almış. Sabun getirdiği vakit neler söylediğini işitseydin güle güle bayılırdın.”

Emeti Hanım: “Ne diyor kızım, ne diyor?”

Bedriye Hanım, bakkalın söyleyişini taklide uğraşarak:

“ ‘Bağa bah… Aman canım bavvvvv çatacahmış, batacahmış, maassâbirin…’ deyip duruyor.”

Ana kız, Bedriye Hanım’ın bu taklitçiliğine o kadar gülerler ki vücutlarının sarsıntısından ayaklarının altındaki çürük küfe göçerek ikisi de yere yuvarlanırlar…

2

İrfan Galip Bey, yirmi iki yirmi üç yaşlarında yeni edebiyat kuşağından, sinirli, güç beğenir, gururu anlayış ve bilgisinden üstün, öğrenimi İstanbul okullarında… Avrupa ilim müesseselerinde okunan bilgilerin özel eserlerden burada da öğrenilebileceğine inandığı için tabiat bilgisi ve felsefedeki derinleşmesinin büyük kısmı özel olarak elde edilmiş, şöhret kazanma hırsıyla inleyip, yirmi paralık haftalık dergilere bedava, büyük değerde satırlar hediye etmekten usanmaz. “Venüs’e iniltili bir hediye” gibi aşk dolu yazılar yazar yahut “İdeal ve vicdan aydınlığının işitilebilir bir aynasıdır” gibi fikir yüceliklerine boğulmuş, karanlık ama büyük, derin sözler… Bazen tutturur: “Bu kâinat içindeki benliğim, varlığımın sınırıyla belli olmak gerekir. O şey ki benden dışarıdadır, ben, o değilim. Ama bence hissedilir durumdaki bir şey nasıl benliğimin dışında sayılabilir?”

Sonra, kitapları önüne açar; “rationalité, réalité, conscience, Le moi et non moi” ve benzeri kelimeleri açıklamanın enginliği içinde bunalır. Bir bahis üzerinde derinleştikçe o şeyin aklındaki eski açıklığı da kaybolur. Büsbütün mana karanlıkları içinde kalır. Daha sonra en sade kelimelerin manalarını bile anlayamayacak bir hâle gelir. Mesela işte manaca en basit olan bu, “sade” sözü öyle bir vasıftır ki bunu kullanırken manasını biliyoruz sanırız. Hâlbuki hiç de öyle değil. Sade ne demektir? Acaba kâinatta bunun tam karşılığını anlatacak bir zerre bulunabilir mi? Hesapta bir’i, geometride nokta’yı basit farz ediyoruz. Ama bu sırf bir faraziyeden ibarettir. Gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmemiş bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısı bu ilk gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulmak gerekse matematik ölçü olan bir’i nereden alıp kestirecek? Kimyada basit cisimler denen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği farz edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.

İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır. Ama memleketimizde en gayretliler için bile ciddi öğrenim hemen hemen elde edilmez bir şey olmasından dolayı bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. Birçok konularda yaşdaşı olan başka gençleri sığ görüşlü sayarak gözlüğünün altından acır gibi bir küçümsemeyle seyrederdi.

Yabancı kitaplardan elde ettiği yeni fikirleri bu İstanbul’daki yaşayışına uydurmakta pek güçlük çekiyor ve felsefenin, fiziğin, ilim ve bilginin temelini şikâyet zannediyordu. Hiçbir şeyden memnun değildi. Memleketinden, milliyetinden, ailesinden, hemen her şeyden şikâyetçiydi. Ev halkının, mahalle ahalisinin, kısaca hükûmet merkezinde yaşayanların bilgisizliklerinden pek bezmişti. Aksaray’daki evlerinin en üst katında seçtiği yazı odasının penceresinden Topkapı taraflarına doğru bazen üzüntüyle, acı acı bakardı. Uzun ve âdeta iyileşmez görünen bir sefalet altında kağşamış, kararmış, çarpılmış evlerin, koyu koyu yosun tutmuş damların bütününden sızan kederden sıkılır, sonra duvarlarının yüzünde, kiremitleri arasında biten dam korukları, kuzu kulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş, delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o aşırı fakir, o gamlı hayatı düşünür, gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir nutuk çekerdi:

“Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan, toprağından silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten ziyade kendinizde… Siz, sizi bu bilgisizlik ve geriliğe bağlayan fikirlere destek oluyor, bu fikirlerin tarafını tutuyorsunuz. Gerçekten fikirlerinizi açmaya uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin bilgisizce hor görüşünüzden korkmasalar, lanetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları iyi karşılamak için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”

Bu üzüntüyle İrfan, “philosophie contemporaine (çağdaş felsefe)” kitaplığının açık tirşe kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar ama yayımlanmak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden, uzunluğu, açıklıktan ziyade yeniliğe uğraşılmış bir acayip üslupla yazılmış olması bahanesiyle geri çevrilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini lütfen bile kabul etmeyen gazetelerin sayfalarında fikri üslubundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddi makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın hemen her gün, fikir ve üslupça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar; bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılamayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmeye, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddi bir şekilde okumaya üşeniyorlar.

Halk alaylara, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu”na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık hokkabaz Çiçekçioğlu’yla yardağı Salamon’un pis konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle, ciddi bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşamaya uğraşan, okuyucuları sayılı bir haftalık gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi çeşitli isimlerle birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öylesine bilgince, araştırma mahsulü, nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Oda kapısını kapayarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Yalnız imla ve tertip bakımından birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltemediği bir iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla okuyucularının gözünde bilgisizliğine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor, o satırların içinden kazımakla, koparmakla o kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca bütün bütün kederleniyordu.

Makalesini yayımlayan gazeteyi kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla diplere asılmış, yahut yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevi varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gurura kapılıyor, gelip geçenlere: “Şu gazeteyi alıp ‘Evrim’ makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddilik, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır.” diye bağırmak istiyordu. Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir övücü cümle işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin adını söze katmak maksadıyla türlü başlangıçlar, vesileler buluyordu. Ama yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan tek bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “nankörler” diye okuyuculara, o makaleden habersiz kalan okuyuculara veriştiriyordu.

İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak, bu ne kadar elde edilmesi güç bir işti! Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış çizgisine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi?

Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, millî hâl ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor, hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.

İrfan, gençliğin tasarısındaki ideal olan evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır, o, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması şart bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti. Çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu.

Hele birbiri ardından iki çocuk doğduktan sonra kadına bir çapaçulluk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş, Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları ev dışında dolaşmaya başlamıştı. Kocalık bağlılığından ayrılışlarının ilk devirlerinde bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş ama sonraları buna da lüzum görmeyerek gemi bütün bütün azıya almış, karı koca birbirlerinin başına âdeta birer bela olup kalmıştı…

Bu tesirli örnek, bu ümit kırıcı örnek insanın gözü önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan kendine eş olabilmek için el ele vererek gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacak bir melek arıyordu.

Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin yavrusu olan bu müstesna vücudu, bu ideal periyi İstanbul’da değil, en medeni memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile tasarlayamıyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızları mı?

Hem böyle bir memlekette evlenmekten maksat ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayat içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlat yetiştirmek için mi?

Doğacak evladı yaşamanın nimetlerine ulaştırmak için zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır içindeki, sefalet içindeki nüfusunu arttırmaya yardım etmek insanlığın iyiliğini istemek midir?

İrfan böyle kederli kederli düşündükten sonra bazen sokakta bir siyah peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalade güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen bir genç kadına tesadüf ediyordu. Onun ince iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda, çarşafın “en cloche” açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rast gelinmiş çiçeğin güzelliğindeki çekiciliğe tutulup onun endamındaki dalgalanışlardan gelen güzel kokulu havayı içine çekiyor ve kendi kendine: “İşte bu, mezarlıklara çömelip kâğıt helvası yiyen takımından değil. Bunun en ufak hareketinde bile asil bir incelik var. Allah bağışlasın… Acaba kimin?” diyordu. Bir böylesi bulunsa İrfan’a hayat arkadaşı, gönül yoldaşı olamaz mı? Şimdi bu alanda yeni yeni ümitlere, fikirlere kapılarak öncekinden büyük bir dalgınlıkla takipte devam ediyordu. Bu güzel hanım, koyu renk güderi eldivenlere hapsedilmiş bileği, dışarıya gelecek şekilde çevrilip çarşafını arkadan bir kendine mahsus eda ile kavradığı zaman ilik-düğmenin pek saklayamadığı açıklıktan görünen avuç çukurundaki beyazlık, göze de âdeta dokunurcasına anlaşılacak bir taze nemlilik duygusunu veriyordu. Yaratılışın bir güzellik mucizesi olan bu el, aşkı besleyen bir yardımla İrfan’a uzansa onu bütün o ümitsiz, gamlı, karanlık fikirlerden kurtararak insanlık üstünde bir yücelerin yücesi bahtiyarlık cennetine ulaştırabilirdi. Böyle bir büyük mucizeye gücü yetecek eli taparcasına, diz çökerek öpmek için gidiyor, gidiyor, gidiyordu.

Bu gerçek, arzusunun ve gözünün önünden kaybolduktan sonra kendini günlerce oyalayacak bir hayale kapılıyor, ona gizli gizli, haftalarca en ateşli öpüşlerini hediye ederek yalvarıyor, tapınıyor ama gitgide bu hayal, onun tapınan gözleri önünde eski parlaklığını kaybediyor, yavaş yavaş siliniyor, sona erince birdenbire bir yenisi parlıyordu.

İrfan, böyle şık ve güzel bir kadına rastladığı zaman bazen maddeye tapan bir insan olmaya çalışarak kendi akrabasından süslenip çıkan genç kadınları gözlerinin önüne getiriyor, bunların dışları kadar içyüzlerini de bildiği için o ipekli çarşafların, o dantela korsajların altında ne kadar hırçın kalplerin gizlendiğini ve o bir günlük süsün, düzenin, evlerde aylarca süren ihmallere, ilgisizliklere, düzensizliklere çare olamayacağını ve duyguca, terbiyece, yaşayışça mevcut birçok noksanı affettiremeyeceğini düşünüyordu.

İrfan’ın böyle bahtiyarca tesadüflerden sonra uğradığı sevdalardan, çektiği üzüntülerden, azaplardan, bütün bu sinirlere ait, hayal mahsulü zevklerden, çektiği işkencelerden kimsenin haberi yoktu. Hep kendi kendine gelin güvey oluyordu. Yirmi iki yaşına kadar itiraf edilmemiş sevdalar, karşılık görmeyen ahlar, inlemeler, ağlamalar, açık bir gerçeğe yönelmeyen tapınmalarla yorulmuş, delice denecek hayaller arkasından koşmuştu. Aşk konusunda pek utangaç ve cesaretsizdi. Daima böyle hayallere âşık oluyor, bir gerçek önünde sevgisini itiraf edeceği gün iyi karşılanmayacağı hakkında düştüğü garip bir zan kendisini öldürüyor, her cüretini kırıyordu. Kendileri için bu kadar gizli yaşlar döktüğü hâlde henüz güzel bir kadının azıcık iltifatına kavuşamamış bulunması üzüntüsünü arttırıyordu. Bu konuda mutlaka talihini bir denemek lazımdı.

Gene bu güzellerden birine rastladığı bir gün kararlaştırdığı denemesini yapmaya kalkıştı. Bütün cesaretini toplayarak kadının kulağı dibinde tutkunca birkaç kelime mırıldandı. O kadar acemiceydi ki birbirini takip eden her kelimede sesi kuvvetten düşüyor, sözler açıklığını kaybediyor, sonunda anlaşılmaz birer mırıltı hâlini alıyordu. Genç kadın İrfan’ın bu tereddütlü, çekingen, şaşkınca tecavüzüne karşı cevap olarak derin bir garipseme manasıyla kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzdü, delikanlıyı aşağılayıcı bir alaylı bakışla süzdü. Şemsiyesini indirip tek kelime söylemeden yürüyüverdi.

İrfan, bu sessiz hakaret karşısında öldü, bitti, eridi. O günden sonra kadınlara düşman oldu. Erkeklere göre kadınların eksikliği, zayıf davranışları birçok tabii hâllerdeki gelişmemişliği üzerine makaleler yayımladı. Bu yayınlara darılan birkaç hanım gene basın sesiyle kırgın cevaplar verdiler. Bahis kızıştı. Basın dünyasında İrfan kadın düşmanlığıyla biraz tanındı. Ama ne yapsa, ne etse kadınlardan büsbütün hıncını alamıyordu. 1326 yılı Mayıs başlangıcında dünyamızın Halley yıldızının kuyruğu içinden geçeceği gibi heyecan verici bir haber çıktı. Canlarına, herkesin hayatından ziyade ehemmiyet veren kimseler telaşa düştü.

Bazı genç hanımların tasaları, uykularının rahatlarını kaçıracak dereceye vardı. Hatta korkunun büyüklüğünden ağlayanlar olduğu bile işitildi. En ziyade korkanların kadınlar arasında bulunduğunu inceleyen İrfan, “İşte tamam, kadınlardan güzel bir öç almanın sırası geldi.” dedi. İhtiyar, genç, bütün yakınlardaki kadınları toplayarak birkaç konferans vermeyi kararlaştırdı. Bu konferansa astronomi üzerine pek sade, halkın anlayacağı, ilkel bilgilerle başlayacak, hanımları gittikçe heyecanlandırmak maksadıyla gitgide şiddet kazandıracaktı.

Bu kararını yerine getirmek için gereken hazırlığa başladı.

3

İrfan’ın babası Defterdar Galip Efendi, karısına ve evladına geçinecek kadar gelir bırakıp dört beş yıl önce ölmüştü. Bu aile eski yaşayışlarını hemen hemen bozmadan Aksaray’daki evlerinde oturuyorlardı.

Bir gece, evin camekânlı büyük sofasında lambalar yakıldı. İskemleler, küçük minderler hazırlandı. İlim ve bilgi sahiplerinden İrfan Bey’in yakında dünyanın geçireceği büyük tehlike yahut uğrayacağı ağır akıbet üzerinde vereceği bu meraklı konferansta bulunmak için yedi mahallenin ihtiyar, genç, çarşaflı, çarşafsız, çocuklu çocuksuz hanımları sökün etti. Emeti, Bedriye, Hayriye, Mebrure hanımlar hep toplandılar. O koca sofa, kapı eşiklerine, merdiven basamaklarına kadar doldu.

İrfan, zayıfça, orta boylu, kadınların tabiriyle sürahi yüzlü, çalık benizli, ağzı burnu yerinde, açık kumral, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlıydı. Üst dudağının ortası biraz kabarık, âdeta topça durması, gözlüğünün altında miyop olanlara mahsus bir yolda kıpışık kıpışık bakması kendisine devamlı bir sual sorma hâli verirdi. Kadınlara karşı yatıştırılması imkânsız bir düşmanlığı olmakla beraber gene onların takdirli bakışlarını ve rağbetlerini çekmek üzere şiddetli bir içgüdüden kendini alamadığı için saçlarını taramış, en biçimli bonjurunu giymiş, koyu lacivert boyun bağı üzerine inci iğnesini iliştirmeyi bile ihmal etmemişti.

Kuyruklu yıldızın küremize çarpmasından önce İrfan’ın, hâlden anlayan, filozof yaratılışlı güzel bir kadına çatması ihtimali vardı.

Bir köşeye koydurmuş olduğu yazıhanenin önüne geçti. Not defterini eline aldı. Başladı. Ama söz işittirmek ne mümkün?.. Sofa, kadınlar hamamı gibi bir uğultu içinde inliyordu. Güç hâlle bu uğultuyu biraz hafifletmeyi başararak ağır ağır girişti:

“Hanımlar! Mademki bu dünyaya geldik, büyüdük, aklımızı şuna buna erdirmeye başladık, bizim için öğrenilmesi gereken bazı şeyler vardır. Bunlar için az çok bilgi edinmeliyiz ki oldukça medeni bir adam hâli almaya az çok layık olalım. Mesela yaşamak için her gün yemek yeriz. Ama bir lokmayı ağzımızda niçin çiğneriz? Bu çiğneme esnasında o lokma nasıl bir değişikliğe uğrar? Yutunca karnımızda nereye gider? İnceli kalınlı bağırsaklarımızı nasıl dolaşır? Bu yediğimiz şeylerden vücudumuz gıda payını nasıl ayırıp alır? Bunu bilmeyiz. Bilmek için de biraz düşünmek eminim ki şimdiye kadar hiçbirinizin aklına gelmemiştir.”

Kadının biri yanındakinin kulağına eğilerek: “Kuyruklu yıldızdan söz edilecekti. Bey mideden başladı. Acaba yıldız karnımıza mı girecek?” dedi. İki taze fıkırdaşmaktayken yaşlıca hanımın biri İrfan Bey’in sözüne cevap olarak biraz kaba, kısık sesiyle:

“A, aklımıza nasıl gelmez evladım? Vücudumuzun içinde ne türlü aletler vardır diye ben daima merak eder dururum… Ama bizim için bunu görmek kabil mi?”

Okuldan yeni çıkma genç kızın biri, kız arkadaşının kulağına: “Konferansçı beyefendi lütfen bize bir kart versin de anatomi dersi görmeye tıp fakültesine gidelim…” fısıltısında bulundu. Kısık kısık gülüştüler…

İhtiyar hanım sözüne devamla:

“Kurban Bayramlarında evimizde koyun kesildiği zaman pencereden bakarım. Hayvanın içi alet dolu. Gırtlağı, ciğerleri, el kadar yüreciği, hele o bağırsakları, kulaç kulaç çekerler de bitmek tükenmek bilmez… Hikmetine kurban olduğum Tanrı’sı, bunlara tamamıyla kimin aklı eriyor ki bizimki ersin?”

İrfan Bey: “Gerçi bir vücudun nasıl yapıldığını, nasıl beslendiğini bilmek, büyük büyük birçok ilimleri öğrenmeye bağlıdır. Ama bunların kısasının kısası pek açık bir dille herkese anlatılabilir. Avrupa’da bu yolda sade, güzel kitaplar yazılmıştır. Biz tabiattan bir parçayız. Onun, akıl ve bilgi gücümüze göre anlaşılabilir kısımlarını anlatmaya çalışırsak birçok yanlışlardan kurtulmuş oluruz. Çünkü insanlar her felakete bilgisizlikleri yüzünden uğramışlar ve hâlâ da uğramaktadırlar. İnsanlık çocukluk devrinde akıl erdiremediği konularda daima saçma inançlara düşerek işte bundan dolayı ilerleme yolunda gecikmiştir. Her gün gözümüzün önünde durup da çoğumuzun ona dair bilgisi çok noksan olan bir şey varsa o da gökyüzüdür. Gökyüzü mavi, yuvarlak bir sahan kapağı gibi dünyanın üzerine geçirilmiş görünür. Hatta içinizden çoğunuz bunun direksiz nasıl durduğuna şaşıp kalırsınız. Gök, bitmez tükenmez bir boşluktan ibarettir. Bu boşluğa astronomi dilinde uzay denir. Bu gördüğünüz koca mavi gök, tavan gibi kubbe biçimi, mavi, maddi bir şey değildir ki onu öyle durdurabilmek için direk dikmeye lüzum olsun. O mavilik hava yığınının sebep olduğu bir renktir. Birçok camı yan yana dizip de bunların arasından öbür tarafa baktığınız zaman nasıl bir yeşillik görünürse bu da tıpkı öyledir. Bulutsuz, duru havalarda başımızın üzerinde gördüğümüz o mavi kubbe bir görme yanlışından başka bir şey değildir. Geceleri görülen yıldızların, gökte bir kubbenin iç yüzüne çakılmış gibi görünmesi de göz aldanmasından ileri gelme bir şeydir. Bu yıldızların birbirine olan uzaklıkları akıllara şaşkınlık, zihinlere durgunluk verecek kadar ziyadedir. Bunlardan ancak iri rasat dürbünleriyle görülebilenlerin uzaklığını kestirebilmek için trilyonlarca kilometre uzaklara çıkmak gerekir. Uzayın akıl almayan derinliği içine gömülmüş olanlarla bizim aramızdaki mesafeyi ölçebilmek için kullanılacak mil, fersah, kilometre vesaire gibi en uzun ölçü birimleri hükümsüz hatta birer sıfır hiçliğinde kalır. Ucu bucağı teknik bilginin ölçme gücünden dışarıda kalan bu boşluğun içi güneşlerle, gezegenlerle doludur. Güneş nedir? Gezegen nedir? En sade sözlerle şimdi size bunları anlatayım: Güneşler, çevrelerine ışık ve sıcaklık saçan iri birer alev, ateş parçalarıdır. Gezegenler, bizim güneşimizin çevresinde dönenlere nispet edilirse aslında onlar da birer ateş parçasıyken zaman geçtikçe üzerleri dünyamız gibi kabuk bağlayarak artık parlaklığı kalmamış ama ışık ve sıcaklığını çevresinde döndükleri güneşten alan dünyalardır. Dinleyici hanımların içinde bugüne kadar astronomi hakkında hiçbir bilgi edinememiş olanlar bu sade sözlerimden pek kesin bir gerçeğe ulaşamazlar sanırım. Tariflerimi daha sadeleştireyim. Bahçede, kırda, pencere kenarında, balkonda elbette rastlamışsınızdır. Tekerlek tekerlek örümcek ağları vardır. Örümcek, kendi bu ağın göbeğinde oturur. Bu kurduğu tuzağa düşecek avları bekler. Şimdi böyle bir ağı gözünüzün önüne getirip orta yerdeki örümceği güneş diye alarak onun çevresinde dolana dolana büyüyen örümcek tellerinin üzerinde de birbirinden uzak noktalarda ufak ufak gezegenler düşününüz. Feza içindeki ‘Güneş Sistemi’ denilen şekli, o topluluğu biraz aklınızda canlandırmış olursunuz. Ama ‘gezegen’ demek, gidici, yürüyücü demektir. Örümcek ağının çevresinde var kabul ettiğimiz gezegenler kımıldamadığı hâlde güneşin çevresindekilerin hepsi kendilerince belirli hızlarla birer hayalî halka üzerinde ta yaratılıştan beri hiç durmadan dolanmaktadırlar. Her gezegenin, güneşin çevresinde üzerinde döndüğü farz edilen hayalî daireye o gezegenin yörüngesi adı verilir. Şimdi bu ‘feza, gezegen, Güneş Sistemi ve yörünge’ sözlerine iyice dikkat etmenizi rica ederim. Çünkü ilerideki tariflerimizin güzel anlaşılabilmesi için bu ilk tariflerimizin akılda tutulması lazımdır. Güneşi büyük bir muma, yani güzellik mumuna, gezegenleri de onun çevresinde dolanan pervanelere benzetirsek pek bayağı ama eskileri andıran bir şairlik yapmış oluruz. İçinizde hiç okumamış olan hanımların pek sade de olsa bütün bu tariflerden daha memnun olamadıklarını anlıyorum. Güneşin fezada, çevresinde dönen gezegenleriyle beraber bir tarafa düşmeksizin öyle boşlukta nasıl asılı durduğunu çoğunuzun aklı almıyor değil mi? Hakkınız var. Biz bu dünyada öyle duygu aldanmaları, öyle sanılar içinde yaşarız ki bilimin bize gösterdiği büyük büyük teorileri, gerçekleri, biz bu küçük aklımızla çevremizdeki ufak tefek eşyaya benzeterek, uydurarak hep yanılırız. ‘Düşmek’ nedir? Bir kere bunu düşünelim. Sokakta giderken düşmek, pencereden düşmek, damdan düşmek, minareden düşmek, nihayet yangın kulesinden düşmek… Bizim için düşmenin en büyük ölçüsü bu değil mi? Haydi bir baloncuyu birkaç bin metre kadar yüksekliğe çıktıktan sonra kazaya uğrayıp düştü farz edelim. İşte bu kadar… Düşmenin bundan ilerisi, bilim dışında düşünenler için bilinmeyen bir iş… Ondan öteye gidilmemiş ki nasıl ve nereye düşüleceğini bilelim? Uzayın ucu bucağı olmadığını söyledikti ya… Şimdi bir cismi, salt boyut dedikleri bu boşluğun derinliklerine doğru sürüp götürelim. Yer yuvarlağını kaybedecek uzak bir yere götürerek orada bırakalım. Şimdi bu cisim nereye düşecek? Her tarafı bizim aklımızın alamayacağı derecede bir genişlikle kuşatılmış. Hem düşmek denilince bu olayın yukarıdan aşağıya doğru olduğunu biliriz. Bizim için aşağılık, yukarılık yeryüzüne göre beliren bir şeydir. Yer yuvarlağından onu kaybedinceye kadar uzaklaşınca aşağı, yukarı kelimelerinin manaları da bu uzaklıkla beraber kaybolmuş olur. Uzayın böyle bir noktasında mademki artık aşağı, yukarı kelimelerinin manaları yoktur. Yukarıdan aşağıya hızlı inmek demek olan düşmek kelimesinin de bir anlamı kalmaz.