banner banner banner
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim
Оценить:
 Рейтинг: 0

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim

Müsennâ b. Hârise (… – 636)

Halid b. Velid fetihler sırasında Basra’ya varınca, İran-Sâsânî İmparatorluğu’nun gemilerine el koydu, askerlerini de bu gemilere bindirdi ve gemi Fırat Nehri’nin akış yönünün tersine, kuzeye doğru ilerledi. Burada Müsennâ isimli bir yerel kabile önderinden bahsetmek yerinde olacaktır. Müsennâ, Hz. Ebubekir’in halifeliğinin ilk döneminde Irak-Suudi Arabistan arasında (Bugün Müsennâ olarak anılan bölgede) yer alan memleketinden gelerek, yanındaki adamlarıyla birlikte İran topraklarına girmeyi, orada çok ganimet ve zenginlik bulunduğunu söyleyerek baskın tarzı saldırılar yapmayı teklif etti. Cahiliye Devri’nde de Araplar komşu bölgelere bu tarz baskınlar yaparlardı. Hz. Ebubekir ise ona müsaade etmedi. Ancak bir süre sonra Halid bu bölgeye girince, Müsennâ kendi adamlarıyla birlikte Halid’in ordusuna katıldı ve kendisine ganimet yolunda bir fırsat çıkmış oldu.

Halid, Basra’da ele geçirdiği gemilere bindirdiği askerleriyle Fırat boyunca yol aldı (Onun bu hareketinde yine Müsennâ’nın ve onun taktiklerinin etkisi bulunmaktadır.). Halid böylece Hire topraklarına girdi. O sıralarda Hire’de (Yukarı Fırat bölgesi), Arap halkların meydana getirdiği bir nevi “aşiretler federasyonu” vardı ve bu birliktelik İran Sâsânî Devleti’ne tabiydi. Bu topluluklar Bizans’la Sâsânîler arasında bir tür tampon bölge meydana getiriyordu. Halid ve askerleri gemilerle Hire’ye geldiklerinde, Hireliler ülkelerini savunmak için nehrin akış yönünü değiştirip, suyu başka bir yöne doğrulttular, böylece Halid’in gemileri karaya oturdu. Halid mecburen askerlerini indirdi ve yaya olarak Hire topraklarında ilerledi. Hireliler Halid’in karşısında ülkelerini koruyamadılar ve böylece Hire toprakları Müslümanların istilasına uğradı.

İranlılar bu çöl bölgesinde hudutlarını muhafaza etmek ve baskınlardan korunmak için hudut muhafaza karakolları oluşturmaktaydı. İranlılar, bu hudutlara ‘merz’, karakollara da ‘merzubân’ derlerdi. Müsennâ öteden beri bu bölgedeki İranlı merzubânlarla muhtelif yerlerde savaşmakta ve bu karakolları alt ederek büyük hudut ihlalleri yapmaktaydı.

Müslümanlar İran sınır karakollarını mağlup edince, merzubânlar büyük kalabalıklar hâlinde mevzilerini kaybedip iç bölgelere kaçtılar. Sâsânî Devleti bunun üzerine büyük bir ordu toplayıp Müslümanların karşısına çıktı. Müsennâ ve yanındakiler bu mücadeleye devam ettiler. İran ordusu Köprü Savaşı denilen hadisede Müslümanları mağlup etti. Ancak mağlup olan Müslümanlar çöle çekilince, düzenli İran ordusunun çölde hareket kabiliyeti olmadığı için İranlılar yenilgiye uğramış Müslümanları takip edemedi; bir süre sonra Müslümanlar bu bölgeye başka bir yeni ordu sevk edeceklerdir.

9.

Ebu Hanife (699 – 767)

Ebu Hanife, Sabit isimli bir zatın oğludur, asıl ismi Numan’dır. Ailesi Basra civarında bir nahiyedendir. Basra yöresi Zühad sınıfının (zahitler) yoğun olduğu bir bölgedir; bu zahitler İslam’ın ilk nesil sahabe ve tâbiin kuşağının, Kur’an hafızı ve âlim neslidir. Basra civarında bu şekilde faaliyet gösteren ilk kuşak zahitleri arasında; Enes b. Malik, Hasan Basri, Rabia el-Adeviyye, Cafer Sadık gibi şahsiyetler ön plana çıkmaktaydı.

Hz. Ömer, İran’ı fethettikten sonra bu topraklarda toplam beş garnizon şehir kurdu, bu garnizonlar Kadisiye, Cizre (İyaz b. Ganem komutasında), Bahreyn ve Basra’da kurulmuştu. İran fetihleri bu şehirler üzerinden yürütülmüştü. Basra’nın ilmî ve fikrî konumunun yanında siyasi ve askerî açıdan da böyle merkezî bir rolü bulunmaktadır.

Ebu Hanife’nin Muhammed Bakır ve Cafer Sadık gibi Hz. Ali neslinden önderlerle yakın ilişkileri vardı. Keza Hasan Basri’yle de oldukça yakındı. Bunların yanı sıra bölgedeki yaşlı zahitlerin de sohbetinde bulunmuş, ders halkalarına dâhil olmuştu. Her ne kadar sahabe nesline yetişemese de onlardan hemen sonra yaşayan tâbiin ve etbâ-ut tâbiin dönemi âlim ve zahitlerine yetişebilmişti. Peygamber’in yaşayış tarzını kendi hayatlarında doğrudan devam ettiren en önemli topluluk ise Medine ehlidir, bu nedenle kişisel olarak İmam Malik’in fıkhına ve yaşayış tarzına ayrıca önem veririm.

Ebu Hanife ve onun gibi olan kişiler, bilhassa Emevîler döneminde toplumun çeperlerinde kalmış ve dışlanmış insanlardı. Emevîlerin devlet sistemini İslam’a uygun bulmaz, itaat etmekten kaçınırlardı; bilhassa Ebu Hanife ne Emevîlere ne de Abbasîlere kendisini yakın hissedebilmişti. Güç kullanarak iktidarı ele geçiren bu hanedanları gayrimeşru kabul etmekteydi. Bununla birlikte, yönetime karşı en büyük muhalefeti yürüten İran kökenli mevali gruplarına da sempati beslemiyordu, zira onlar da metot olarak gücü ön plana alıyor ve iktidara bu yönüyle talip oluyorlardı.

Bu çerçevede, Muhammed Bakır ve Cafer Sadık gibi Şii imamlara yakın olmasına rağmen; Ebu Hanife, kendi fıkıh sisteminde ve muamelatta, İranlıların çok önem verdikleri Şii imamet teorisi ve etrafındaki Şii inançlarına hiç iltifat etmemiş; kendisini Şii usul ve esaslarından uzak tutabilmeyi başarmıştı. Abbasîler devlete hâkim olunca, Ebu Hanife’ye müracaat ederek onun hukuk sistemini devlette hâkim kılmak istediyseler de bizzat varlığını meşru kabul etmediği bu yönetimin talebini kabul etmedi. Buna karşılık sürgüne gönderildi ve toplumdan uzaklaştırıldı. Ancak iki talebesi Muhammed Şeybânî ve Ebu Yusuf, hocalarının bu yolunu sürdüremedi ve Abbasî yönetiminde kadılık görevlerini kabul ettiler; Ebu Yusuf Bağdat Kadısı, Şeybânî Rey Kadısı oldu.

Ebu Hanife, “anlamak” meselesine ayrı önem verirdi, namaz kılarken insanların ne okuduğunu anlamadan namaz kılmasını uygun görmezdi. Diğer amel ve ibadetlerde de anlamını kavramadığı dinî görevi yerine getirmeyi hoş karşılamazdı. Arapça aslını öğrenene kadar başka dilde Kur’an okunup ibadet edilmesini uygun bulmasının altında yatan sebep, onun anlamaya önem veren bu anlayışıydı.

10.

İmam Rıza (Ali b. Musa Kâzım) (770 – 819)

Abbasîlerin iktidarı zamanında özellikle Harun Reşid’den sonra İran münevverleri Abbasî hanedanının başına Alioğullarından birini getirmek istiyorlardı. Abbasî Devleti içerisinde hizmet gören İran kökenli şahsiyetler buna çok hevesliydiler. Zaten bu çevreler öteden beri İmamet’in (Ve dolayısıyla halifeliğin) Hz. Ali ve onun evladına ait olması gerektiğine inanmaktaydı.

Harun Reşid’in en büyük oğlu Emin, babasından sonra iktidara geldi; bu zat Harun Reşid’in oğullarının sırayla iktidara gelmesi yönündeki vasiyetini çiğneyerek, kardeşi Memun’un veliahtlığını kabul etmedi ve kendi oğlunu veliaht ilan etti. Bu karar karşısında, Horasan ve Türk illerinde vali olarak bulunan Memun, ağabeyine karşı isyan başlattı, İranlı general “Kör” Tahir’in başında bulunduğu ordusuyla Emin’e karşı harekete geçti. Memun ve Tahir, Bağdat’a gelerek, Emin’i alaşağı etti ve öldürdü, böylece Memun iktidara gelmiş oldu.

Memun’u İranlı bürokratlar, en başta da generali Tahir iktidara getirmişti, bundan dolayı da bu çevreye karşı Memun’da bir minnettarlık hissiyatı oluşmuştu. Tahir’i Horasan civarındaki memleketine vali tayin etti ve bu bölgeyi ona ikta etti. Böylece, Abbasîler içerisinde Tevâif’ül-Mülûk olarak bahsedilen “devlet içinde devlet” bölgeleri ortaya çıktı ve Tahir de daha sonra Tahiroğulları adı altında teşkilatlanacak olan kendi beyliğini kurdu.

Bu siyasi ortam içinde İranlıların çok nüfuzlu bir konuma gelmeleri sonucu, Halife Memun üzerinde İran baskısı oluştu ve Halife, On İki İmam Şii silsilesi içindeki 7. İmam Musa Kazım’ın oğlu olan Ali er-Rıza’yı veliaht tayin etmek zorunda kaldı. Yani Memun öldüğünde, yerine İmam Rıza geçecek ve Abbasî Hanedanı el değiştirmiş olacak, Hz. Ali soyundan gelenlerin iktidarı başlayacaktı.

Bu durum karşısında Abbasî iktidarının Arap kökenli hanedan mensupları, iktidarın ellerinden kayıp gitmekte olduğunu hissettiler. Bu sırada Memun, Horasan’a bir seyahat düzenledi; Veliaht İmam Rıza’yı da yanında götürdü. Kaynakların bildirdiğine göre yemek sırasında İmam Rıza’ya zehirlenmiş üzüm yedirildi ve bu şekilde öldürüldü. Böylece Abbasî Hanedanı da büyük bir tedirginlikten kurtulmuş oldu. Memun da bilerek ve isteyerek bu işi ustalıkla ve suhuletle yerine getirdi. İmam Rıza Horasan’da bu şekilde öldürülünce, Abbasîler onun öldüğü yerde, biraz da suikasta kamuflaj olarak büyükçe bir türbe inşa ettiler; bu türbe sonradan genişletilerek bugünkü muhteşem yapı hâlinde ortaya çıktı.

İranlılar, özellikle Safevîler zamanında İmam Rıza Türbesi’ne büyük önem verdi ve ziyaretgâh şeklinde takdim ve tanzim ettiler. Bu açıdan Safevî dönemiyle birlikte, İran toplumunda Meşhed ziyareti çok önemli bir mana kazandı ve İmam Rıza Türbesi’ni ziyaret edenler “Meşhedî, Meşdî” namıyla saygı görmeye başladı.

11.

Ebu Mansur Mâturîdî (… – 944)

Mâturîd, Semerkand civarında yakın bir beldedir, Ebu Mansur da aslen Mâturîd beldesindendir. Semerkand yöresi Samanoğulları iktidarı döneminde yoğun bir ilmî faaliyet merkezi olarak temayüz etmişti. Kendi zamanında en fazla münakaşa konusu olan husus itikat meseleleridir; bilhassa Abbasîlerin kurulduğu dönemde bu itikat tartışmaları yoğundu. Maveraünnehir bölgesinde en kuvvetli düşünce akımı ise Mu’tezile idi.

Memun’dan sonra gelen Abbasî halifeleri, Memun’a ve onun görüşlerinden etkilendiği Mu’tezile’ye tepki gösterdiler, devlet bir dönem resmî görüşü olan Mu’tezile’yi bıraktı ve Mu’tezile mensupları takibata uğrayarak cezalandırıldılar. Eş’arilerin etkin olduğu bu dönemde, böylece Mu’tezile mensupları uzak bölgelere göç etmek durumunda kaldı, en fazla kaçtıkları yerler ise Kafkasya ve Harezm bölgeleri oldu. Hicri III. asırda Mu’tezile’nin merkezi Bağdat’tan Harezm ve Kafkasya’ya kaymış oldu.

İmam Mâturîdî ile Ebu’l-Hasan Eş’ârî’nin birbirinden ne kadar haberdar olduklarını bilmiyoruz; ancak Mâturîdî’nin eserlerini incelediğimizde kendisinin Mu’tezile ile Eş’ârîlik arasında bir orta yol tutturduğunu görmekteyiz. Eş’ârîlik İslam dünyasının geri kalmasının arka planında önemli rol oynamıştır. Şiilik ise içtihat kapısını açık tutarak, kendi dünya algılarında Mu’tezile görüşünü hâlen daha sürdürmektedir. Eş’ârîliğin aklîyeciliği reddetmesine rağmen Mâturîdî bu tuzağa düşmedi ve kendi görüşlerini daha geniş bir çerçeveye oturttu.

Mâturîdî, kendi yetiştiği bölgedeki dinî ve felsefi görüşlerden ve mahallî inanç tartışmalarından da haberdardı. Felsefeci kanaldan gelen ve Aristo, Platon felsefesinin takipçisi, ahlak felsefecisi İbn Miskeveyh de yine aynı bölgenin adamıdır. Mâturîdî kendi sistemini kurarken Samani coğrafyasındaki bu farklı görüşlerden sıkça faydalandı ve nihayetinde oldukça mutedil bir akide sistemi ortaya çıkardı. Mâturîdî, öncelikle hadiselerin arka planındaki sebepleri tahlil etme meselesine öncelik verdi. Hâlbuki Eş’ârî herhangi bir sebep-sonuç ilişkisi olmadan da bu tür hadiselerin ortaya çıkabileceğini düşünüyordu.

Mâturîdî, Ebu Hanife ile mukayese edildiğinde birbirlerine oldukça yaklaşırlar. Nitekim dinin pratik hayatta yaşanmasında kendisine Ebu Hanife’yi örnek aldı; bu nedenle yaşadığı dönemde Mâturîdî yolu Hanefilikle özdeşleştirildi. Benzer bir paralellik Mu’tezililik ile Hanefilik arasında da vardır, en uç fikirdeki Mu’tezililer dahi Ebu Hanife’nin görüşlerini kabullenir ve uygulamada kendisini takip ederler. Allah müsebbib’ül-esbab’dır (Tüm sebeplerin yaratıcısı ve ilk sebebi) görüşü hem Mâturîdî’de hem de Mu’tezile ve Ebu Hanife’de kendisini gösterir.

Mâturîdî’nin yaşadığı dönemde Maveraünnehir ve Horasan bölgesi Samanoğulları’nın siyasi ve kültürel hakimiyet alanıdır. Bu bölgenin hemen doğusunda Karahanlılar hâkimdi. Bu dönemde Samanoğulları sufileri ve ilim adamlarını da kullanarak ve (Eski Soğd geleneğine uygun şekilde) tüccarları da organize ederek İslam’ı civar bölgelerde yaymaya çalışıyordu. Samanoğulları propagandistleri Karahanlı bölgesine de giderek İslam’ı yaymaya başladı; bu yıllarda Mâturîdî etkisiyle ve onun düşüncesi etrafında şekillenen Hanefi-Mâturîdî inanç bu bölgedeki yeni dinî anlayışın ana rengi oldu. Türklerin orijin itibarıyla Hanefi ve Mâturîdî olmalarının en önemli etkenlerinden birisi de bu etkileşimdir. Sonraki dönemde ortaya çıkan yine Mâturîdî kökenli Ahmed Yesevî de Türklerin yeni dinî anlayışının şekillenmesinde çok önemli ve belirleyici rol oynadı.

Sonraki dönemde teşkilatlanan Nizamiye Medreseleri, Selçuklu ülkesinde belli bir dinî yapılanmayı hedefledi; bu bağlamda itikatta Eş’ârîlik amelde ise Şafii mezhebi esas alındı. Mâturîdîliğin bir eğitim merkezi yoktu. Nizam’ül-mülk’ten sonra onun yerine geçen Vezir Tâc’ül-mülk, Isfahan’da Nizamiye Medresesi’nin karşısında bir medrese inşa etti. Bu medrese Hanefilik ve Mâturîdî mezhebinin de ilk merkezlerinden biri oldu.

12.

Ebu Müslim Horasanî (718 – 755)

Öteden beri Mezopotamya coğrafyasında Emevî iktidarı ile çoğunluğu İranlı olan yeni Müslümanların (mevâlî) mücadelesi vardı. İranlı mevâlî, bu siyasi rekabeti kadim Bizans ile Sâsânîler arasındaki coğrafyalar mücadelesinin yeni bir versiyonu olarak görmeye eğilimliydi. Mevâlîler bu coğrafyada pek çok defa Emevîlere karşı isyan etti, Emevîler de her seferinde çok şiddetli şekilde bu isyanları bastırdı. Örneğin Muhtar es-Sakafî hareketi Kûfe’de, Zeyd b. Ali Kerbela’da İranlı mevâlîye dayanarak Emevîlere karşı isyan ettiyse de başarılı olamadılar.

En sonunda İran’ın ve Emevî hakimiyetinin en ucunda, Horasan’da Ebu Müslim önderliğinde bir hareket ortaya çıktı. Horasan o dönemde, İslam’ın yüzeyde kaldığı, derine inemediği ve kadim İran kültürünün hâlen etkin olduğu, kahramanlık ve savaşçılık geleneğinin de çok yaygın olduğu bir coğrafyaydı. Ebu Müslim, İranlı yiğitleri etrafına toplayarak bir isyan başlattı ve sonunda Emevîlerin Horasan Valisi Nâsır b. Seyyar’ı ortadan kaldırıp, Emevî iktidarının kökünü bölgeden kazıdı. Ebu Müslim ve etrafındakiler bu başarıyı elde edince, hedefleri Alioğullarından bir kişiyi Emevîler yerine iktidara getirmekti. Horasan’daki ilk kıyamda başarıya ulaşınca batıya doğru ilerlediler.

O dönemde Akabe Körfezi civarında Hemime denilen bir köyde ikamet eden Abbasoğulları, hacıların yolu üzerinde bulunan bu bölgede siyasi-dinî propaganda yürütürlerdi. Ebu Müslim ve ordusu batıya doğru gelirken yol üzerindeki Emevî garnizonlarını imha ederek yol aldılar; en sonunda son Emevî Halifesi Mervan bir orduyla karşılarına çıktı. Zap Suyu kenarında, iki ordu arasında nihai savaş meydana geldi, Emevîler ağır şekilde yenildiler. Böylece Emevî yanlıları hercümerç içinde kaçışmaya başladı. Mervan, Harran’da tutunabileceğini düşündü, ancak o denli sıkı bir takibe uğradı ki orada da tutunamadılar. Ebu Müslim bu bölgede mücadele verirken, Abbasoğulları Horasan ordusunun arasına katılarak kendi ailelerini onlara tanıttılar.

O döneme kadar Alioğulları halifelik mücadelesinde kendi haklarının yenildiğini ve zulme uğradıklarını dile getiriyorlardı. Abbasoğulları tam burada devreye girerek, kendilerinin Peygamber’in doğrudan amcasının vasileri oldukları, Nebi’nin amcaoğlu ve damadı olan Ali yerine kendilerinin hilafete daha layık oldukları propagandasını yaptılar. Bu tezler Horasan ordusu arasında hızla yayıldı. Bu faaliyetler sonucunda, Abdullah es-Saffah isimli Abbasoğlu ileri geleni hızla gücü eline geçirmeye ve komutanları tabiiyetine almaya başladı. Ardından Emevîleri takibe koyuldular; ciddi bir Emevî katliamı yaşandı. Abdullah ve emrindeki ordu, Şam’da Emevî mezarlarını dahi bozup, henüz çürümemiş cesetleri kaldırıp kırbaçladılar.

Ebu Müslim, bu süreçte gücü ve iktidarı bilerek ve isteyerek Abbasoğullarına devretti. Bu sonuçta, onların irsiyet yoluyla hilafette daha fazla hak sahibi olduklarına inanmasının ve bölgede uzun yıllar süren Emevî-Arap iktidarından sonra yönetimi yeniden Kureyş’e bırakmak istemesinin de büyük rolü vardı. Abdullah es-Saffah altı sene kadar iktidarda kaldıktan sonra yerine kardeşi Ebu Cafer Mansur, Abbasî halifesi oldu.

Alioğulları daha önce defalarca silahlı şekilde isyan etmelerine rağmen büyük ölçüde yenilgiye uğramış, uzak coğrafyalara kaçmış, ailenin etkili isimleri güç oyunundan tasfiye edilmişlerdi. Dolayısıyla Alioğulları büyük ölçüde pasifize olup kenara çekilince, Abbasoğullarının yükselişi için fırsat ortaya çıktı. İranlı seçkinlerin tahta oturttuğu Abbasoğulları, devletlerini yeniden inşa etmeye çalıştılar. Bunu yaparken de İran bürokrasisi ve seçkinlerini seferber ettiler.

Yeni bir başkent inşa etme hevesi ortaya çıkınca, Abbasoğulları Kûfe civarını düşünürken, İranlılar Isfahan’ı önerdiler. Ebu Cafer Mansur, Isfahan’ın Mezopotamya bölgesinden uzak olduğunu düşünüp burayı tercih etmedi. O dönemde Dicle kenarında Perslerin kadim başkenti Medain’in hemen yanındaki Bağdat köyü uygun bulundu. Yüzlerce İranlı mühendis bu yeni başkentin inşa edilmesi için çalıştı, bu çalışmada Medain harabelerinin malzemeleri kullanıldı. Dolayısıyla Bağdat, madden ve manen Medain’in bir devamıdır. İran edebiyatının en dehşetli ve yürek burkan kasidesi, Hakânî-i Şirvânî’nin hac yolunda giderken yazdığı Medain Harabeleri’dir. Medain mirası, İranlı seçkinlerin muhayyilesinde önemini hep korumuştur.

Emevî sonrası dönemde, Ebu Müslim ve etrafındaki İranlı generaller yeni devlet üzerinde tasallut kurmaya çalışıyorlardı. Ebu Cafer kurnaz bir adamdı, bunları birbirinden ayrı ayrı ele aldı ve devlete karşı faaliyetleri nedeniyle birer birer tasfiye etti. En sonunda da Ebu Müslim’i darbe yapabileceği endişesiyle öldürttü. Böylece Abbasoğulları ailesi, devletin tek hâkimi hâline geldi.

13.

Bâyezid-i Bistâmî (777 – 848)

Bistâm, İran’ın güneyinde Kerman-Horasan arasında bir bölgededir. Bâyezid, Abbasîlerin ilk döneminde yaşadı ve etkili oldu. Tasavvufun ilk neşvünema bulduğu ve kendini hissettirmeye başladığı dönem de bu dönemdir. Eski İran mistisizminin mensuplarındandır, ailesi Mecusî’dir, babası Mecusî din görevlisidir. Bu tür bir aile içinde İslam’ın ne derece etkili olabildiğini ölçebilmek zordur; ancak Bâyezid birtakım fikir ve söylemlerin temsilcisi olarak ön plana çıkar. “Mâ fî cübbetisiv’allah.” sözü (Cübbemin içinde Allah’tan gayri nesne yoktur.) gibi söylemleri, kendisinin Mecusî mistisizminin bir müntesibi olduğuna delil gösterilir. Zira Mecusîler, insanın nefis terbiyesi sürecinde yoğun bir faaliyetle tekâmül edeceğini, riyazet (Yeme-içme, uyku, halk ile muaşeretten uzak kalmak vb.) yoluyla insanın beşerî benliğinden sıyrılıp ilahileşeceğini ve neticede Hakk’ın o insanın benliğine gireceğini öngörür. İşte o vakit insan konuştukça sözü Allah’ın sözü, gördükleri Allah’ın gördüğü, duyması Allah’ın duyması olur Bu anlayışı da İslamileştirmek için bu anlamı ihtiva eden hadisler üretildi. “Benle kulum arasında öyle bir an gelir ki o an kulumun duyduğu ses ben olurum, gördüğü ben olurum, tüm hislerinde ben olurum.” mealine gelen sözler bu cümledendir. Benzer anlayışlar Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflarda da çokça vardır. Şems’in bir mecliste ayağa kalkıp “Daha ne zamana kadar onun bunun sözlerini aktarıp duracaksınız; içinizde yok mu bir yiğit, Allah bana bunu dedi, bunu gösterdi diyebilecek?” sözü de bu istikamette ve anlayışı temsil eder mahiyettedir.

Bâyezid eski Mecusî mistisizminden pek çok şeyi İslami kisveye sokarak dinin içine zerk etmekteydi. Bu anlayış kendisinden sonra gelen mutasavvıflar üzerinde derinden etki yaptı. Hatta Mevlânâ da Bistâmî’den naklen eskilerin kitaplarından alıp manzumlaştırdığı çok önemli bir hikâye anlatır: “Bir sene Bâyezid Hacc’a gidecek oldu, çölün yolunu tuttu. Çölün derinliklerinde nurani çehreli bir adam gördü ve merak edip yanına gitti. Onunla sohbete daldı, adam Bâyezid’e bir şeyler anlatırken, Bâyezid o yaşlı adamın ‘zamanın kutbu’ olduğunun farkına vardı. Onun sohbetindeyken bu adam Bâyezid’e nereden geldiğini sordu, o da Allah’ın Evi’ni ziyarete gideceğini söyledi. Adam kendisine, bu kadar zahmet ve para harcayıp da gideceği o eve, yapıldığı andan beri Allah’ın bir kere girmediğini; ancak var olduğu andan beri Allah’ın kendi kalbinde bulunduğunu, kendi etrafında tavaf ederse haccetmiş gibi olacağını söyledi. Bâyezid de cebindeki parasını adama verdi ve oradan geri dönüp ayrıca Hacc’a gitmedi.”

Mevlânâ bu hikâyede demek ister ki; “Her dönemin bir kutbu vardır ve onlar kendi zamanlarında dünyayı idare ederler.” Bu öykü aslında, Mevlânâ’nın kendi kutupluğuna ve yeni bir din yaratma iddiasına yatırım yaptığı bir başka şiiridir.

Örneğin Kuşeyrî’nin risalesinde de Bâyezid’in söylemlerini büyük oranda bulabilmek mümkündür. Bu etki, daha sonraki pek çok mutasavvıf için de geçerlidir. Tasavvufun uluları (tabakat-ı sufiye) zikredilirken de hem Bâyezid hem de onun takipçisi sayılan Hallâc-ı Mansur en başlarda zikredilir. Benzer şekilde, Hallâc’ın babası da Mecusî’dir.

Bâyezid’in döneminde devletin bürokratları hep İranlıydı; bu yüzden de İran kökenli olan Bâyezid ve Hallâc gibi kişiler, bu devlet adamlarınca özellikle ön plana çıkarılmaktaydı.

14.

Hallâc-ı Mansur (858 – 922)

Geçmişte yaşamış öyle kişiler var ki ölümlerinin üzerinden asırlar geçse de sonraki nesiller o şahsiyetlerle ilgili birbirine tamamen zıt görüşte olabilmektedir. Bu şahsiyetlerden biri de ünlü mutasavvıf ve şair Hüseyin b. Mansur el-Hallâc’dır. M. 858 yılında Beyza’da doğdu, cetleri Zerdüştî’ydi. Aralarında Cüneyd-i Bağdadî’nin de bulunduğu döneminin ünlü mutasavvıflarından ders aldı, sonra da onlardan ayrılarak Fars, Horasan, Maveraünnehir gibi bölgeleri dolaştı. Bir dönem Hindistan’a da gitti; oradan Basra ve Bağdat’a dönüş yaparak etrafına talebeler topladı. Şöhreti kısa zamanda Bağdat’ta yayıldıysa da muhalifleri onu sihirbazlık ve itikadı bozmakla suçlayıp tutuklattı. Daha ziyade siyasi faaliyetleri ve rejim karşıtı Karmatîlerle ilişkilerinin de etkisiyle, M. 922’de idam edilirken önce çarmıha gerildi, sonra cesedi yakılarak külleri Dicle Nehri’ne atıldı.