Saffet Nezihi
Zavallı Necdet
1
Haydarpaşa İskelesi’ne on bir numaralı vapurdan iniyordum. Akşam, pek yaklaşmıştı. Hava kararıyordu. Güneş hemen hemen batmak üzere idi. Biraz sonra battı. Şimdi etraf, gözün görebildiği her yer, siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı.
Kalabalık içinden kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken sevdiğim bir çehre gözüme ilişti. Kendi kendime, “Feridun Necdet” dedim. Sevgili Necdet’in kim bilir, hikâye edecek ne latif hatıraları vardır! Aldanmamışım. Kendimizi büyük iskele üzerine selametle attığımız zaman eski dostumun, sınıf arkadaşımın koluna girdim.
“Nereye?” dedim.
“Fener İstasyonu’na.”
“İsabet, vagonda görüşürüz.”
***Biz kalabalık içinden, o sıkıntılı, dar yoldan kurtulmak için biraz hızlıca yürüyorduk. İskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimiz zaman Necdet Feridun’un yüzüne baktım. Beş dakikalık sessizliği bana garip görünüyordu. Pekâlâ bilirdim, buna emin idim ki Necdet bu fırsatları kaçırmak istemez.
O; kendi hissine, meyline, zevkine aşina olan eski bir arkadaşa tesadüf etsin, buluşsun da uzun hikâyelerini, âşıkane muzafferiyetlerini dinletmesin! Bu; kabil değildi.
Mektep sıralarında bulunduğumuz zamandan beri şu biçarenin büyük bir meraka, tedavisi kabil olamayan bir hastalığa düçar olduğunu bilirdik. Bu merak; aşk hastalığı idi ve bu hastalık şundan ibaretti: Meşgul olduğu veya takip ettiği her kadını kendine âşık zannetmek.
Necdet Feridun; çehresinin letafeti cihetiyle tabiatın lütfuna, büyük bir inayetine mazhar olmuş bahtiyarlardan idi. Sarı lepiska saçları, küçük, uçları kıvrık bıyıkları, mavi büyük gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrıca bir mevki tutmuştu. Hele giyinmekteki zevkiselimi; kendisine şıklık cihetinden büyük bir kıymet, bir meziyet veriyordu. Servet cihetiyle de talihin lütfuna mazhar bulunuyordu.
Mektepten çıktıktan sonra Necdet Feridun’u ara sıra görebiliyordum. Şişli’de oturdukları için kış mevsimleri bazen Lüksemburg Gazinosu’nun bilardo salonunda, Kongordiya Tiyatrosu’nun fuayesinde1 kendisine tesadüf ettiğim zaman beni şen ve neşeli selamlar, latifeler eder; hikâyelerini anlatmak için eline geçirebildiğine çok memnun görünürdü ve işte o zaman âşıkane muzafferiyetlerini sayar dururdu. Biz de uydurma hikâyeleri lezzetle, hazla dinlerdik. Oh! Âşıkane muvaffakiyetleri öyle bitmez tükenmez vakalar ortaya çıkarırdı ki… Necdet; bu sevda sahnelerinde büyük rolleri, fedakârlıkları kadınlara taksim ederdi. Bir muhabbet hikâyesini nakle başlar başlamaz biz evvelce tayin ederdik ki bu yeni aşk sahnesinde de ilk rolü alan Necdet değildir. Muhabbet, sevda alametleri ilk defa olarak kız cihetinden zuhur eder ve her fedakârlığı kız yapar. Velhasıl bütün o âşıkane vakalarda kahraman; hep kızlardır, kadınlardır. Kaç defa dinlemiştik: İsmini hatırlayamayacağım milyoner bir İngiliz Mis Üniyon Fransez balosunda Necdet Feridun’a tesadüf eder, prezante edilir. Mis kendisini sever; o derece şiddetli bir iptila ile sever ki o gece tekmil kadrilleri2 ona verir. Zarif bir ipekli mavi kurdele ile asılmış olan karnede3 Feridun Necdet namı beş altı yerde görünür. Bu hâl genç Misi, takip eden birtakım erkeklerin nazarıdikkatini celb eyler: “Bu derece teveccühe mazhar olan şu Türk kimdir?” sualleri her taraftan tekrar edilmeye başlar. Meraklılar başlarıyla, gözleriyle bu muzaffer aşığı birbirlerine gösterirler. Evet; şimdi pek iyi hatırlıyorum, Necdet Feridun bu Mis hikâyesinin orasına geldiği zaman muvaffakiyetten ve o muvaffakiyetin kendisinde, bütün ruhunda ve kalbinde hâsıl ettiği meserretten gülümserdi ve sonra çok memnun bir tavırla başını sallayarak:
“Balodaki kibar zevat; Mis’in zevkiselim sahibi olduğunu tasdik ediyorlardı ya? Bu da başka bahis!” derdi.
Kendisini sevmiş olan kadınlara hak verir, onları zevkiselim sahipleri arasına ithal ederdi ve nazarıdikkatlerini üzerine celbe muvaffak olamadığı kadınları bu kusurlarından dolayı hiçbir zaman affedemezdi. Fakat bundan dolayı meraka lüzum yok. Çünkü Necdet Feridun bu latif mahluklar içinde öyle hissiz, zevksiz birinin mevcut olacağına, mümkün değil, ihtimal veremezdi.
Bu Mis hikâyesi pek uzundur. Bunu işite işite artık ezberlemiş gibiydik. Bu genç, latif, milyonlar sahibi Mis o akşam şampanya buharlarının dimağında şiddetli tesirler hasıl ettiği, gözlerine aşkın, sevdanın tatlı, pek tatlı mahmurluğunu verdiği bir dakikada… Asabi buhranın hükmünü icra eylediği bir saniyede… Yanakları ateşli bir pembelikle sevda alevleri püskürdüğü bir sırada başını göğsü üzerine koyarak Necdet Feridun’a aşkını ilan ettiği zaman…
İşte hikâyenin tam bu can alacak noktasında Necdet Feridun’un ufak bir dudak bükmesi, manalı bir istiğna tavrı vardı ki bunu Monesolliler, Koklenler taklitten âcizdir.
Sonra yine hikâyesine devam eder, söyler, söyler; nihayetsiz fedakârlıklar… Bitmez tükenmez âşıkane teklifler… Önüne, ayakları altına demet demet serpilen aşk, sevda, muhabbet gülleri, çiçekleri…
O, bu çiçeklerin içinden bazen açılmaya yüz tutmuş beyaz bir zambak, bazen gonca hâlinden henüz çıkmamış pembe bir gül alır, birkaç defa koklar ve sonra bırakırdı. Çünkü bu pembe güller, bu beyaz zambaklar, renklerine, kokularına doyulamayan bu çok latif, sevimli çiçekler önüne, ayakları altına serpilmeye devam ederdi.
Necdet Feridun’un bu hâline, ahlakındaki bu tuhaflığa biz bir nevi hastalık nazarıyla bakardık. Filhakika o da bir hastalıktı ya… Bir kere anlatmaya başladı mı, artık o Mis hikâyesi bitmezdi; çok defa vaki olmuştu, o uzun musahabeler bizi tiyatroya yetişmekten, vaktiyle yemek yemekten bile mahrum ederdi.
Fakat o kadar garip hikâyeleri vardı ki… Kocasını terk ederek onunla beraber seyahat etmeyi teklif eden genç madamlar, nişanlısıyla bozuşup kendisine gönül bağlayan güzel matmazeller, onun için bozulmuş izdivaçlar, geri bırakılmış seyahatler, tertip olunmuş ziyafetler, suareler…
Bu hikâyelerin her birinde birer kahraman mevcut; onlar da tabii; güzellikleriyle meşhur matmazeller, madamlar olacak. Nihayet ufak bir sebep, ehemmiyetsiz bir vaka, velhasıl bir hiç için Necdet Feridun onu terk ediverecek… İşte o uydurma hikâyeler böyle nihayet bulurdu. Sözüne nihayet vereceği zaman Necdet Feridun aşkının felsefesini ekseriya şu sözlerle hülasa ederdi:
“Budala! Hayatımı kendisine hasredeceğimi zannediyordu. Kadınlar, hakikaten fikirsizdir.”
***Haydarpaşa İskelesi’nden çıkıp da Necdet Feridun’un koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman hatırımdan hep bu eski hikâyeler geçiyordu. Tahammül edemedim. Kendisine sordum:
“Nasıl, yeni bir sevda macerası var mı?”
“Evet, var, var amma bu pek dehşetli…”
“Acayip, dehşet neresinde?”
“Hele vagona girelim de, hikâyem bu sefer acıklı olmakla beraber uzun. Netice korkunç. Ah! Tasavvur edemezsin! Pek rahatsızım. Fikrim, vücudum, bütün mevcudiyetim rahatsız…”
“Görüyorum, biraz bozulmuşsun! Nen var?”
“Sinir illetine tutuldum… Hekimler ruhumun ıstırabını duyamıyorlar. O ince noktalardaki yaraları tedavi edemiyorlar.”
“Adam sende… Merak edilecek bir şey değil…”
“İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum. Merak edilecek bir şey değil. Pekâlâ! Pekâlâ, amma niçin biçare insanlardan binlerce halk bu derde, bu eleme tutuluyor? Niçin buna sinir diyorlar? Demek ki bir şey var. Maddi, manevi bir şey var. Evet, var ki tedavisi müşkül, belki de kabil değil. Ah, anlatamıyorum, anlatamıyorum; kalbimin ince bir damarının koptuğunu, ruhumun bir elem, bir keder, bir hüzün perdesiyle örtüldüğünü nasıl bir lisanla anlatayım? Kime anlatayım?”
Ben Necdet Feridun’u vagondan içeri iterken o muttasıl:
“Anlatamıyorum ki, anlatamıyorum ki…” diyordu.
***Kadife sedirlerden birinin üzerine yan yana oturduk; birdenbire kalkarak pencereyi açtı:
“Bilmezsin…” diyordu. “İçimde öyle bir kasvet var; öyle bir sıkıntı mevcut ki tarif edilemez. Sana hikâyemi nakledeyim, evet, itiraf ederim, kalbimi anlayan bir arkadaşa hikâyemi söylemekle üzerimden büyücek bir ağırlığın kalktığını hissediyorum. Zannediyorum ki felaketimi herkese, hususuyla sevdiklerime anlatmakla talihimi utandırmış olacağım. Bunu uğursuz kaderimden bir intikam alma gibi addediyorum. Azizim! Pek büyük bir felakete düçar oldum. O kadar büyük ki şimdiye kadar kadınlar üzerindeki âşıkane muvaffakiyetlerimin cümlesine bedel bir felaket, meyus bıraktığım gönüllerin, meftun olarak terk ettiğim aşkların hepsinin intikamından dehşetli bir felaket darbesi… Nasıl tasvir edeyim bilmem. Öyle dehşetli bir darbeye uğradım ki kalbimin en ince damarlarını kuruttu. Şimdi orada kadın aşkı yerine kezzap akıyor. Oh! Akan bu acı madde ruhumu yakıyor, ciğerlerimi yakıyor, bütün benliğimi yakıyor. Ben buna müstahak idim azizim! Meyus bıraktığım bu kadar kadın kalbinin feryadı, bu kadar kadının gözyaşı sanki. Ah evet, sanki…”
Bundan ziyade söylemeye muvaffak olamadı. Elleri teessüründen titriyordu. Anladım. Bu defa pek ciddi bir hikâye dinlemekte olduğumu takdir ettim, kendisine dedim ki:
“Yoksa geçen âşıkane muvaffakiyetlerinden dolayı meyus musun?”
“Meyus, mahzun… Hâlimi anlatabilmek için bu kelimeler kifayet etmez. Bunlarla ruhumun elemleri, ıstırapları anlatılamaz. Evet mümkün değil anlatılamaz. Azizim! Bu başka bir hâl, garip bir sergüzeşt, pek az tesadüf edilir bir felaket…”
Necdet Feridun biraz durdu; bir şey düşünüyordu.
Zayıf parmaklarıyla saçlarını karıştırdı. Zannederim, hikâyesine neresinden başlamasının münasip olacağını düşünüyordu. Ben de taaccüp ediyordum. Hikâye uydurmakta mahir, ehemmiyetsiz âşıkane bir vakayı büyüten, velvelelere boğan bu tecrübe sahibi arkadaşın; hakiki bir sevda macerasını nakletmekte bu kadar güçlük çekmesi beni hayretler içinde bırakıyordu. Bu hâl bana şu hakikati anlatıyordu: Bu defa dil söylemiyor, kalp söylüyordu.
Beş-on saniyelik bir sessizlikten, derin bir sessizlikten sonra hikâyesinin neresinden başlaması gerekeceğini tayin etmiş olmalı ki gözlerinde bir parlaklık eseri görür gibi oldum. Karşımızda bir şişman zat oturuyordu. Büyük karnı vücudundan yarım metre ileriye fırlamıştı. Dizlerimize dokunmamak için kendimizi biraz köşeye çektik. Koşmuş, yorulmuş olmalı ki geniş geniş nefesler aldığı sırada yeleğinin cebinden çıkardığı büyücek bir altın kutudan bir iki tutam enfiye çekti. Birkaç kere zevkle, lezzetle hapşırdı. Bu gamsız, kasavetsiz, hissiz; evet, evet, hissiz zat; karşısında kimse bulunmuyormuş gibi lakayıt duruyordu, o büyük vücudunu, o koca karnını güzelce yerleştirecek –velev ki iki şahsın rahatsızlığını mucip olsun–, istirahat edecek yer arıyordu.
Necdet Feridun’un o muvakkat sükûtundan istifade ederek bu zatı dikkat nazarımdan geçirmekte olduğum sırada Necdet yüzüme baktı. Acı bir tebessüm arasında bana güya şunu anlatmak istiyordu:
“Beyinsiz, hissiz olmaya da talih mi diyeceğiz? Bunun şu lakayıt hâlini görüyor musun? Ben de şu hâli bulmak için dünyada her şeyi terk ederim…”
Necdet biraz bana eğildi. Yavaş konuşmaya mecbur idik. Çünkü o şişman efendi rahatça derin bir uykuya dalmıştı.
O, hikâyesine başladı:
“Geçen sene nisanın iptidasında idi. Hemşire fakrüddemden, sinirden rahatsız bulunuyordu. Hekimler Kızıltoprak, Fener semtlerini tavsiye ettiler; münasip bir köşk aradık, bulduk. Nisan haftasında idi. Fenere naklettik. Ben bu taraflardan pek hoşlanmazdım. Her gün kaleme gitmeye mecburiyet var. O hâlde bana yalnız bir cuma kalıyordu; bir gün nasıl olsa geçer. Hemşirenin rahatsızlığı için buna muvafakat eylemek gerekti. Köşke naklimizden sonra iki hafta geçtiği hâlde ehemmiyete değer hiçbir vaka zuhur etmedi. Ev halkı; köşkün tanzimiyle meşgul. Ben her nedense her ciheti, her şeyi kuru olan bu köyden bir zevk, bir lezzet duymam. Onun için vakit geçirmek emeliyle her gün erkence İstanbul’a iniyordum. Kaleme biraz uğradıktan sonra kâh bir iskarpin ısmarlamak için Birğüi’ye, bazen yazlık bir kostüm siparişi için Boter’e uğrar, vakit geçirirdim, Tam iki hafta sonra bir perşembe günü istasyona gitmek için köşkten çıktığım sırada yanımızdaki pembe köşkün önünde eşya yüklü iki üç öküz arabasının durmakta olduğunu gördüm, kendi kendime; ‘Yeni komşular. Kim bilir nasıl muacciz adamlardır.’ dedim.
Akşam köşke döndüğüm zaman bu yeni komşularımızın kim olduğunu tahkik etmek hatırıma bile gelmedi. Kendilerine ne kadar ehemmiyet vermiş olduğumu artık anlıyorsun ya?
İki gün sonra bizim köşkün kapısından içeri girerken valide ile hemşirenin yanımızdaki pembe köşkten çıkmakta oldukları gözüme ilişti. O sırada onları kapıya kadar teşyi eden bir iki kadın çehresi kıvrılmış saçlarıyla bir hayal gibi gözümün önünden geçti, birkaç dakika sonra valide ile hemşire geldi, gülerek:
“Yeni komşulardan mı?” diyordum.
“Bilsen Necdet, bir kızları var ki, melek!”
“Bundan bana ne anneciğim?”
“Hele piyanosu olmaz şey, şimdiye kadar bu derece güzel piyano işitmemiştim. Ya annesi, hele kendisi o kadar nazik ki… Fakat bilmem bunları ne için söylüyorum; doğru, hakkın var. Sen yaşadığın müddetçe bekâr kalacaksın değil mi oğlum?”
“Canım şimdi bunlara ne lüzum var? Şu aralık evlenmeye niyetim yoksa ebediyen…”
Valide ile hemşire kahkahalarla gülmeye başladılar. O akşam pembe köşkün güzeli hatırımdan bile çıkmıştı, ertesi günü pazardı. İstanbul’a inmeye üşendim. Bugün de bir müddet gazetelerle, kitaplarla vakit geçiririm, akşamüzeri de Fener’e giderim dedim Maupassant’ın Bel-Ami namındaki kitabını okuyordum. Birdenbire kapı açılarak hemşire içeri girdi:
“Ağabey! İşitiyor musun?” diyordu. “Meliha Hanım’ın piyanosunu işitiyor musun?”
“Meliha Hanım kim oluyor?”
“Canım şu pembe köşkte oturanların kızı.”
“Şimdi meşgulüm. Gevezelik etmeye vaktim yok.” diye cevap verdim.
Hemşire meyus olarak odadan çekildi. Yalnız kaldığım zaman – bilmem nasıl oldu, anlayamadığım bir hissin sevkiyle– pencerenin panjurlarını açtım; piyano dinlemeye başladım. Aman Yarabbi! Ne işitiyordum; Mozart’ın bir valsı o derece sanatla, o kadar bir maharetle çalınıyordu ki kendi kulaklarıma âdeta inanamayacağım geliyordu.
İnce musiki sanatının bizim kadınlarda bu derece ilerleyişini ben, mümkün değil, tasavvur edemezdim. Tatlı bir hayal içinde dinledim. Kendimden geçerek dinledim. Bütün hüviyetimi o nağmelere vererek dinledim.
Piyano çalınması ne kadar devam etti bilmem. Ben pencerenin önünde kollarımı panjurun kenarına dayamış düşünürken evet, bu ahengi, ruhu, kalbi, bütün bir insan benliğini okşayan, gıcıklayan musiki nağmelerini vücuda getiren ince, zarif parmakları, o parmakların birleşmesiyle teşekkül eden beyaz tombul elleri gözlerimin önüne getirerek hayaller arasında yuvarlanıp dururken bir ses:
“Buyurunuz beyefendi yemeğe!” dedi.
Bu kadar zaman nasıl geçmişti bilemem. Yemekte pek şen bulundum. Dünkü ziyaret bahsi tekrar açılır ümidiyle sözü o cihete götürüyordum. Kadınlara gevezelik ettirmek için o kadar yollar bulduğum hâlde sözü kabil değil arzu ettiğim yola götüremedim.
Yemekten sonra odamdaki koltuğa tekrar uzandığım zaman şu suretle muhakeme ediyordum: Önümüzde bütün bir yaz var. Meşgul olacak ciddi bir işim yok. Bir sevda hikâyesi vücuda getirecek minimini bir melek şurada, yüz adım ötede bulunuyor. Letafet ve zarafetini dün annem methediyordu. Oh! Eminim. O, olur olmaz güzellere melek namını vermez. Ne diyordu, melek gibi bir kız… Hele nezaketine ve terbiyesine, musikideki maharetini de ilave ederseniz… Fransızcası mutlak mükemmeldir. Düşününüz! Mozart’ın bir valsını o kadar mükemmel çalan bir kız… Ona şüphe yok. Mutlak fevkalade bir talim ve terbiye görmüştür. Musikiye bu derece merakı, bu kadar iptilası olan kadınların kalpleri ekseriya biraz ince olur, onların kalplerini anlamak daha kolaydır.
Ben bu muhakememi hayal kuvvetiyle pek ileriye götürüyordum. O kadar ileriye ki annemin melek gibi kız tabir ettiği şu komşu küçük hanımı kendime âdeta aşık olmuş zannetmeye başlamıştım.
Necdet Feridun burada durdu. Keskin, kulak tırmalayıcı bir düdük sesi trenin hareketini bildiriyordu.
O, kadife yastıklar üzerine yaslanır gibi bir vaziyet alarak iyice rahat ettikten sonra hikâyesine devam etmek istedi. Çehresinde yorgunluk eseri görüyordum:
“Pek yorgun bulunuyorsanız devam etmeyiniz!” dedim. “Başka bir gün…”
Cevap verdi:
“Yoksa taciz mi ediyorum?”
“Emin ol…” dedim. “Bilakis, bu sevda macerası cidden meraklı bir şey…”
Necdet Feridun’un gözlerinde o aralık birkaç damla yaş gördüm. Hayret edilecek bir hâl… Necdet, şu bizim layıkıyla tanıdığımız, çocukluğundan beri her hâlini ayrı ayrı, inceden inceye bildiğimiz geniş kalpli, taş yürekli Necdet; bu kadar zaaf göstersin! Hatta ağlasın! Vallahi hayrete şayan…
“Anlıyorum…” diyordu. “Gözlerimin yaşarmakta olduğunu gördün, buna taaccüp ediyorsun değil mi? Ah azizim! O, senin bildiğin eski Necdet artık değişti. Şimdi ufacık bir sebep, ehemmiyetsiz bir vesile, bir hiç beni ağlatıyor. Buna da sinir zaafı diyorlar. Evet; ne diyordum, o gün kalbimi tatmin edecek izahat alamadım. Fakat sonraları valide ile hemşireden münasebet düştükçe bazı malumat ediniyordum. Babası servet sahibi bir zat imiş. Bunların bir erkek, bir de kız evladı olmuş. Erkek Viyana Sefarethanesi’nde memur bulunuyormuş. Baba ile ana bütün muhabbetlerini, şefkatlerini kızlarına hasretmişler. Sarı lepiska saçlı, mavi gözlü, kamelya rengini andırır pembe beyaz, zarif bir renge malik bir melek imiş. Fakat o, yalnız hayalimde şekil verebildiğim bir melek idi. Gülme! Evet, yalnız hayalimde… Hakikatte çehresini bir kere olsun görmemiştim.”
Biraz durdu… Geniş bir nefes almak istiyordu, güya bir şey, bir hafakan boğazını, hançeresini tazyik ediyordu. Yavaş yavaş sözüne devam etti:
“Evet; sonraları birçok izahat aldım. Fakat bunlar bana istediğim şeyleri öğretemiyordu. Ben onun hâllerini, ruhunun hislerini anlamak istiyordum. O, kabil olmadı.
Gezmeye ara sıra, pek az çıkardı. O da pek kapalı bir surette… Sık, siyah bir peçe o latif çehreyi gözlerimden daima gizlerdi. Fenerde tesadüf etsem hiç tanımadığı bir yabancı hakkında reva görülecek bir kayıtsızlığa maruz kalırdım. O zaman âdeta sıkılırdım. Mamafih beni tanımaması kabil değildi. Köşke girip çıkarken görmemek, gözüne ilişmemek nasıl mümkün olabilirdi? Hususuyla birkaç gün köşklerinin karşısında, bahçedeki kiraz ağacının altında kanepeye uzanmış, güya kitap okuyormuşum gibi bir vaziyet almıştım. O, bu sıralarda yine piyanosunun başına geçerdi ve sinirlerindeki buhranın şiddetini; fildişi taşların üzerine kondurduğu darbelerin çıkardığı latif ahenk ile defetmeye çalışırdı.
Hemşire hikâye ediyordu. Bir gün pembe köşkte bulunuyormuş. O esnada ben de bizim köşke girmek üzere ince yoldan yürüyormuşum. ‘İşte bizim birader.’ demiş. O, gözlerini benim bulunduğum tarafa çevirmeye bile lüzum görmeyerek: ‘Evet. Ağabeyime benziyor.’ demiş.
Oh! Bu sözden o kadar çok mana çıkarmıştım ki… İyice hatırlıyorum, hemşirenin bunu hikâye ettiği akşam; gece yarısını geçmişti, ben uyuyamamıştım. Muttasıl düşündüm, sabaha kadar düşünmüştüm: Bundan ne anlaşılır? Hemşirem ona: ‘İşte bizim birader.’ dediği zaman o, başını bile çevirmeye lüzum görmeden: ‘Evet! Ağabeyime benziyor.’ diyor. Demek oluyor ki beni birçok defa görmüş, tetkik etmiş ve kim bilir; belki benimle meşgul olmuş da… Olmuş amma ne hüküm vermiş, ne neticeye varmış? Bunu keşfetmek kabil değildi, kendi kendime düşünüyordum:
“Bu derece zarif, bu kadar nazik, terbiyeli bir kızın benim gibi bir genci beğenmemesi kabil değildir. O hâlde beni gördükçe, sokakta, Fener’de tesadüf ettiği zamanlarda hiç tanımıyormuş gibi soğuk, kayıtsız durması, peçesini bile kaldırmayarak o güzel yüzünü şöyle uzaktan görmeme olsun müsaade etmemesi neden?”
Böyle de düşünürken yine kendi kendime; ‘Kadınlık gururunu kırmamak, erkeklere karşı zaaf eseri göstererek mağlup olduğunu anlatmamak için…’ kararını veriyordum. Bu hâl tam bir ay devam etti. Bu müddet içinde artık İstanbul’a pek az iniyordum. Her günkü işimi güya kararlaştırmış gibiydim. Sabahları yataktan kalkar kalkmaz pencerenin önüne oturuyor, ihtiyarım elimde olmayarak gözlerimi pembe köşkün sarmaşıklı odasına dikerek orada bir şey, bir gölge, bir hayal arıyordum ve bu hâl akşama kadar devam ediyordu. Akşam olup da hava karardı mı piyano başlıyordu. Ne nağmeler, ne feryatlar, ne şikâyetler, ne kahkahalardı ya Rabbi! Bazen bir talihsizin inlemelerine benzeyen sedalar, bazen çılgın, oynak, kahkahaya benzeyen bir hava ortalığa yayılıyordu.
Bazen piyanonun sedası alçalıyor, o kadar alçalıyordu ki ben o ince nağmeleri artık işitemez oluyordum. Bazen parmakların darbeleri şiddetleniyor, muhitte fırtınalar, gök gürlemelerine benzeyen gürültüler vücuda geliyordu.
Bir gece… Ah, o geceyi hatırlamak bile kalbimi helecana getiriyor; Şöope’nin, o meşhur musiki üstadının Marş füneberini4 çalmaya başlamıştı. Azizim! Yemin ederim sana, o gece bu hava, bu hazin hava beni harap etti, bitirdi. Of, daha şiddetli bir kelime bulmak lazım. Beni öldürdü. İnan bana! O hazin hava, o ölüm nağmeleri; aşkımın felaketini daha önce bana ilham etti. Son nefesini veren talihsiz bir gencin lisanından dökülüyormuş gibi zannettiğim o feryattan bugünkü akıbetimi hissettim. Genç kız bu havayı, bu ölüm havasını her gece çalıyordu ve ben aşkımın felaketini, bugünkü akıbetini haber veren o feryadın, o iniltinin düşmanı olmuştum. Bulsaydım, o havanın olduğu notayı elime geçirebilseydim öyle bir intikam zevkiyle yırtacaktım, aşkımın felaketiyle istihza eden, âdeta yüzüme karşı sırıtan o ölüm havasını öyle bir parçalayacaktım ki…”
Necdet o sırada ihtiyarını kaybetmişti. Sesi yavaş yavaş yükseliyor, yumruklarını sıkarak meçhul bir semte doğru dehşetle sallıyordu.
Karşımızda oturan, rahat, tatlı bir uykuya dalan o şişman zat; muhaverenin gittikçe gürültülü bir hâl almasından uyanarak rahatsız olduğunu gösterir bir vaziyetle ayağa kalktı. Vagonun diğer bir kısmına gitti.
“Azizim Necdet…” diyordum. “Bu kadar müteessir olmaya lüzum yok. Hikâyenin buraya kadar olan kısmında ben fevkalade bir hâl göremiyorum.”
“Netice, ah netice çok korkunç… Hayır, neticede değil… Çünkü ıstırap bitmiyor, devam ediyor. Sergüzeştimin sonraları çok acıdır, çok yürek yakıcıdır. O derece ki beni canımdan usandırıyor. Nasıl tarif edeyim bilmem? Bir emel noktası var. Oraya gidebilmek muhal, imkânsız… Oradan uzaklaşmak kabil. Fakat uzaklaşamıyorum, uzaklaşamıyorum. Bir kuvvet, mukavemet edemediğim bir kuvvet beni o tarafa çekiyor, sürüklüyor.
İşte yine o kuvvet; ciğerlerimden kopan kan pıhtılarını ona göstermemek, onun nazarlarından ebediyen saklamak için güle güle yutuyorum.”
“İfrata kapılıyorsun.” diyordum. “Daima hayaline tabi oluyorsun! Geçen vakaları kendilerine mahsus muhit dairesinde muhakeme edemeyecek misin?”
Bunun üzerine elini sıkarak zorla gülmek istedim. Fakat bu mevsimsiz, hiç yerinde olmayan yalancı gülüşün yüzüme, dudaklarıma hiç yaraşmadığını, yaraşmayacağını biliyordum. Artık anlamıştım ki bu sergüzeştte, bu sevda macerasında çok ciddi, çok elemli, çok acı cihetler vardır.
Tren birdenbire durdu. Kondüktör:
“Feneryolu!” diye bağırdı.
Necdet:
“Gelmişiz.” dedi ve başını pencereden çıkararak sözüne devam etti: “Görüyor musun? Şu Fener’e ayrılan yolda, ağaçlar arasındaki beyaz köşkü görüyor musun? İşte orada oturuyoruz. Pembe köşkün bir tarafı da azıcık görünüyor. Beş altı gün İstanbul’a inmeye niyetim yok. Vaktin müsaade ederse gel, sergüzeştimi sana orada, geçtiği yerde anlatmaya çalışırım.”
***Necdet Feridun tam zamanında inmişti. Vagondan çıkar çıkmaz boru sedası, düdük feryadı işitildi. Tren yavaş yavaş hareket ederken ben, istasyon yolunu dönmüş, düşüne düşüne Feneryolu’na giden Necdet Feridun’u başımla, ellerimle selamlıyordum. Fakat o dalgın, hiçbir şey göremiyor, kendisinin bütün elemlerine iştirak eden bir arkadaşın selamlarından habersiz; kendi düşüncesiyle meşgul, yürüyordu.
Ertesi sabah İstanbul’a iniyordum. Vagonun bir köşesine oturmuş, müvezzinin elime tutuşturduğu gazeteyi okuyordum. “Feneryolu” sedası etrafa yayıldı. O dakikada, dünkü hâl hatırıma geldi. Şurada Necdet Feridun ile ayrılırken o bana:
“Sergüzeştimi sana şurada, geçtiği yerde anlatayım!” dememiş miydi? Böyle meraklı bir sergüzeşti öğrenme fırsatını neden kaybedeyim?
Vagondan hemen atladım, şimdi Fener şubesine giden demir yolunu takip ederken gözlerimle karşımda, beş yüz metre uzakta görülen beyaz boyalı köşkle onun kanatları altına sığınmış gibi duran pembe köşkü seyrediyordum. Birbirinden yüzer adım uzaklıkta olan bu köşklerden pembe boyalısı pek zarif, hele bir tarafı bütün sarmaşıklarla kaplanmış; o yeşil yapraklar arasındaki panjurlar gözlere sevimli bir manzara gösteriyordu. Kendi kendime söyleniyordum. “Evet; işte şu uçtaki oda Meliha Hanım’ın olacak. Necdet öyle tarif etmemiş miydi? Fakat bu sergüzeştin bana bu kadar merak vermesi neden?” Bunu bir türlü tayin edemiyorum.