Fener Bahçesi’ne gidinceye kadar öteden beriden konuştuk. On dakika sonra Fener Bahçesi’nde bulunuyorduk, deniz kenarına yakın bir yerde asırlık ağaçlardan birinin altına koydurttuğumuz sandalyelere oturduk. Biz orada mevcut olan sair zevk sahiplerinden uzakta bulunuyorduk. Zaten çarşamba olduğu için Fener mesiresi biraz tenha idi. Güneş batıyordu. Manzara çok latif idi. Gözümüzün önünde açılan bu “gurup levhası” seyrine doyulamayacak derecede güzeldi. Pek güzeldi. Marmara’nın uzak, pek uzak bir ufku üzerinden gizlenen güneş, akşamın şu garipliği, şurada, önümüzde çakıl taşlarına çarparken âşıkane bir ahenk vücuda getiren hafif dalgalar, kanat çarparak yuvalarına çekilen kuşlar, her şey, her şey bizi anlaşılamaz, anlatılamaz bir hüzün, bir mahzunluk içinde bırakmıştı. Bu manzarayı öyle bir müddet seyrettik. Necdet Feridun diyordu ki:
“Şu gurup levhalarını seyrederken kaç defa ağladım bilir misin? Bunların bana nasıl tesir ettiğini tasavvur edemezsin. Sevda felaketi insana başka bir hâl, bir gariplik… Nasıl anlatayım; herkeste olmayan bir hâl veriyor. Kimsenin göremediği en küçük, en nazik şeyleri gösteriyor. Kalbi pek ince hislere alıştırıyor… Sergüzeştimin neresinde kalmıştım? Evet; hatırlıyorum. Odamda düştüm, bayıldım. Hekim hazımsızlık, sinir zaafı diyordu. Birtakım beyhude ilaçlarla beni tedaviye kalktılar. Ben bunların bir fayda veremeyeceğini anlıyordum. Bizmutlu, potaslı bromürler bana ne şifa verebilirlerdi?
Fakat validenin ısrarına karşı duramazdım. O ilaçları, o mide bozan ilaçları istemeyerek kullandım, midem de bozuldu.
Pazartesi nikâhın akdi kararlaştırılmıştı. Malum ya, her iki nikâh da bir arada icra edilecek. Valide cumartesi günü benden soruyordu:
“Rahatsızlığın uzadı oğlum.” diyordu. “Nikâhı yoksa birkaç gün sonraya mı bıraksak?”
“Buna hacet yok.” dedim. “Nikâhın birkaç gün sonraya atılması münasebetsiz olur. Ben de o gün cemiyette hazır bulunurum. Bizim tarafımızdan geri bırakılması bazı dedikodulara meydan verebilir.”
Nihayet o gün geldi. O gün ki emellerim büsbütün altüst oluyordu. Bütün ümitlerim kesiliyor, Meliha ile aramızda yüksek bir set, aşılması muhal bir duvar hasıl oluyordu. İşte o gün; vücudumda kalmış olan kuvveti topladım. En beğendiğim redingotumu giydim. Nikâh cemiyetinde resmî surette hazır bulunacaktım. İyice hatırlıyorum. O gün aklımı nasıl kaybetmediğime hâlâ hayretteyim. Bütün benliğim bir keder, bir endişe bulutuyla örtülmüştü. En şiddetli dalgınlıklarda herkesin başına geldiği gibi hiçbir şeyi açık, olduğu gibi göremiyordum. Bütün mevcudat bana müphem, dumanlı, sisli, bulutlu görünüyordu.
Nikâhlar perşembe günü köşkte kıyılacaktı. Öyle kararlaştırılmış.
Her iki köşkte fevkalade bir faaliyet var. Herkes çalışıyor, koşuyor.
Ben ruhtan ayrılmış bir ceset, bir ölü gibiyim. Elektrik kuvvetiyle hareket eden kuklalardan farkım yok. Bir şey anlamayarak bir şey duymayarak geziyorum, dolaşıyorum. Nihayet nikâh kıyılma zamanı yaklaştı. Ferid Saffet Bey, Meliha’nın biraderi yanıma geldi:
“Bizi diğer bir şerefle sevindirir misiniz?” diyordu. “İbrahim Şemsi Bey biraderiniz sizin şahit sıfatıyla nikâhta bulunmanızı arzu ediyor ve bilhassa bunu rica ediyor. Biz de o ricaya iştirak ederiz.”
Ne garip talih! Görüyor musun; takdir ediyor musun azizim? Kendi felaketime şahit olacağım. Emellerimin yıkılmasına, saadetimin tarumar olmasına kendi elimle hizmet edeceğim. O dakikada sinir buhranından hasıl olan bir heyecan, yüzüme yalancı bir tebessüm getirdi. Gülüyordum. Fakat ne acı gülüş değil mi?
“Pekâlâ.” dedim. “Emrinize itaat ederim. Benim için bu…”
Cümleyi bir türlü bitiremiyordum. Dilime bir tutkunluk, şiddetli bir tutkunluk gelmişti ve bu; söz söylememe mâni oluyordu.
Ferid Saffet:
“Evet, evet…” diyordu. “Şereftir. O malum…”
Harem dairesiyle selamlık arasında bir koridora gittik; ben kapının sağ tarafında durdum.
Vekil efendi; beyaz sakallı, muhterem bir ihtiyar… Bu gibi işlere alışkın olduğunu gösterir bir tavırla muameleyi ifa etti. Ben bunlara dikkat bile etmiyordum. Nihayet:
“Bu beyler şahit olsunlar mı?” sualini sordu.
O dakikada sandım ki gözlerim dışarı fırlayacak. İşte bu son kelime, son cevap hayatımı zehirleyecekti. Bütün ümitlerimi, bütün emellerimi kökünden yıkacak, bütün arzularımı ta esasından kıracak, bitirecek, harap edecekti. O dakikada bağırmak istedim:
“Meliha! Hâlimi anlamıyor musun? Seni çıldırasıya sevdiğimi, hayatın bana sensiz bir azap olacağını bilmiyor musun?” diyecektim. Boğazımın damarları yine çekildi. Gözlerim yine dumanlandı, yine sislendi. Vücudumdan sanki kuvvetli bir elektrik cereyanı geçti. Şiddetle, dehşetle sarsıldım. O sarsıntıya dayanabilmek, o sarsıntının tesiriyle yere düşmemek için açık bulunan kapının bir tarafına ellerimle tutundum, içeriden bir ses, bir cevap işitilmiyordu.
“Beyler şahit olsunlar mı?” suali tekrarlandı. Yine cevap yok… O bir saniye içinde ne hülyalar kuruyordum. Üçüncü defa olarak yine aynı sual tekrar edildiği zaman; vekil efendinin münasebetsizliğine artık canım sıkılmaya başladı. Bir zavallı kızı bu derece tazyik etmek muvafık mıydı? O bir saniyelik fasıla, o bir saniyelik duruş bende, bilmem ne tesir hasıl etti? İdama mahkûm olanların son dakikalarında hissettikleri gibi ben de bir şey, garip, tarifi kabil olmayan bir şey hissediyordum. Nihayet o cevap, “Olsunlar!” cevabı beni benliğimden çıkardı. Şimdi orada bulunan zevat artık çekiliyordu. Hâlbuki ben yürüyecek bir hâlde değildim. Kendimi biraz toplamak için dinlenmeye muhtaç idim. Kadınların seslerini güzelce işitiyordum. Meliha’yı tebrik ediyorlardı, bir aralık validemin sesini işittim:
“Darısı Necdet’imin başına.” diyordu.
O dakikada başıma sıcak sular dökülüyordu. Ateşler, yıldırımlar, cehennemler yağıyordu.
Nikâh haziran ihtidalarında akdedilmişti. Hekimler bana Bursa’ya kadar bir seyahat yapmamı tavsiye ettiler. Ben de bir müddet için buradan uzaklaşmak istedim. Bursa’ya gittim. Niyetim beş on gün kalmaktı. Validem düğünde bulunmamı istiyordu. Ben de o zamana kadar döneceğimi kendisine vadetmiştim. Hâlbuki Bursa’ya gittikten sonra düşündüm; “Niçin düğünde bulunayım da ikinci bir sarsıntıya, bir darbeye daha uğrayım?” dedim. Valideye yazdım, düğünde bulunamayacağımı bildirdim. Artık ben Bursa’da kaplıcalarda, kırlarda gezerek, dolaşarak ölmüş gönlümü tekrar canlandırmaya çalışıyordum. İstanbul’a döndüğüm zaman yeni gelin güveyleri balaylarının ilk haftalarında, izdivaç saadetinin kemale erdiği bir zamanda bulacaktım. Biraderi Ferid Saffet’in bizimle hasıl olan münasebetinden dolayı Meliha ile de karabet peyda etmiş oluyorduk. Öyle ya! Meliha, eniştemin hemşiresi bulunuyordu. O hâlde bana bir dereceye kadar “namahrem” değildi. Fakat gönlüm istiyordu ki İbrahim Şemsi, Meliha’yı benden gizlesin! Bilmem neden; bunu gönlüm o derece şiddetle arzu ediyordu ki… Bu arzumda şüphesiz çok haklıydım. Düşünüyordum ki Meliha’nın karşısında bulunmak, onunla daima serbestçe konuşmak beni sıkacaktı. Kalbimi ezecek, harap edecekti.
Hususuyla bu yeni, zevç ve zevce karşımda sevişecekler, gülecekler, eğleneceklerdi ve ben bu saadeti, kaçırdığım bu saadeti bir diğerinde kendi gözlerimle görecektim. Onlar benden saadetlerinin derecesini belki saklamak isteyeceklerdi. Fakat ben bunu; onların bakışlarından, en ehemmiyetsiz sözlerinden keşfedecektim. O zaman kalbime yeni yeni yaralar açılacaktı. Onlar bana mesela:
“Bilsen ne kadar mesuduz!” deseler benim kalbimde bir ses, nereden geldiğini anlayamayacağım gizli bir ses, bana acıyan, benim için ağlayan bir ses:
“Ne kadar bedbahtsın!” diye fısıldayacaktı. Kendi kendime: “Oh; bu hâle tahammül edilemez.” dedim. Bunun için İbrahim Şemsi’nin şiddetli bir kıskançlığı neticesi olarak Meliha’nın bana çıkmamış olmasını temenni ediyordum.
Mudanya’dan bindiğim vapur; İstanbul’a geldiği zaman bizim yeni enişte beyle İbrahim Şemsi, Galata Gümrük İskelesi’nde beni bekliyorlardı. Hemen Feneryolu’na, köşke gittik. Beni karşılayan kadınlar arasında Meliha’yı görüyordum. Hâlbuki ben İbrahim Şemsi’nin Meliha’yı benden kıskanmasını, benden gizlemesini temenni ediyordum. Meliha’yı görmemeyi, Meliha ile karşılaşmamayı candan, gönülden arzu ediyordum. Fakat bu temennilerim, bu arzularım hasıl olmamıştı. İşte Meliha ile karşılaşmak felaketine şu dakikada maruz kalmıştım. Meliha’yı şimdi bu suretle ilk defa karşımda gördüğüm zaman dikkatli olarak yüzüne bakmaya bile cesaret edememiştim.
Ben uğradığım felaketten sonra artık aşkımı gömmek, ebediyen ölüme mahkûm etmek istiyordum. Buna muvaffak olursam şifa bulacağımı ümit ediyordum. Fakat işte ona da muvaffak olamamıştım. Talih; çektiğim ıstırapların devamını istiyordu.
Onları her gün, her zaman görüyordum. Sevişiyorlardı. Saf bir aşkla, samimi bir muhabbetle sevişiyorlardı. Benim nail olmak istediğim saadet meyvelerini bir başkası avuç avuç topluyordu ve ben de bunu görerek eriyordum, çıldırıyordum, harap oluyordum. Of; daha şiddetli bir kelime bulmak lazım; bitiyordum. Mamafih onlara bu elemlerimden, bu ıstıraplarımdan hiçbir renk vermek de istemiyordum. Kendimi o derece güzel idareye çalışıyordum ki… Onlarla beraber gülüyordum, saadetlerini tebrik ediyordum. Ne garip talih! Ne hazin bir hâl! Değil mi? Aralarındaki küçük ihtilafları bile hâllediyordum.
Şu İbrahim Şemsi, ne saf kalpli bir çocuk… Ona da şimdi acıyordum. Köşkte geceleri ekseriya birleşirdik. Meliha bize piyano, keman çalardı, şarkı söylerdi, kitap okurdu. Bizi bütün bu bedialarla meşgul eder, zevkler, neşeler içinde bırakırdı. Gündüzleri İbrahim Şemsi dairesine gideceği zaman beni yalnız bırakmaması için zevcesine tembih ederdi. Zavallı çocuk, bunda ne kadar haklı idi, bilsen ben başka biriyle asla eğlenemiyordum, lezzet bulamıyordum. Bütün gün beraberce güler, söyler, vakit geçirirdik. Beni bu yolda yaşayışta avutmaya başlamıştı. Fakat geceleri, yalnız kaldığım zamanlar, hastalığım hükmünü icraya başlardı, beni ıstıraplar içinde bırakırdı. Artık bu öyle bir hayat ki…”
Necdet; bunları söylerken güneş de tamamıyla gurup etmişti. Şimdi ufukta yalnız koyu kırmızı bir perde, yangın alevine benzeyen bir kızıllık görünüyordu.
“Artık gidelim, değil mi?” dedi.
Kalktık; koluma girdi, yavaş yavaş yürüyordu:
“Şu suretle yaşayış iki ay devam etti. Nihayet bir gün ihtiyarım elden gidiyordu. Ağustos nihayetlerinde idi, dikkat ediyordum; Meliha’nın bana sokulması, meyli günden güne artıyordu. Meliha kendi zevkini okşayan meziyetleri, hevesleri, her şeyi İbrahim Şemsi’den daha ziyade bende buluyordu. Ben musikiye, şiire, güzelliğe, her güzel şeye tapıyordum. İbrahim Şemsi… O, bir asker… Ruhu, kalbi bir askere layık emellerle, hislerle dolu… Manevralarda muvaffak olmayı gönül avlamaktan pek kolay, lakin çok şerefli buluyordu. Onun bütün zevki, arzusu haritalar üzerinde çalışmak, manevralar tertip etmekten ibaret…
Hele sonraları Meliha ile pek az meşgul olmaya başlamıştı. Bazı geceler yemekten sonra hemen odasına çekilirdi. Askerliğe dair yazılacak uzun bir layihası var; bu, kendisi için her türlü aşktan muazzez, muhterem… O layiha benim ne kadar işime yaramıştı. On-on beş gece Meliha benden hiç ayrılmamıştı. Bazen hemşire ile enişte bey de bizim müsamerelere dahil olurlardı. Fakat onların her ikisi de kendi kendilerine, her şeyden ayrı, unutulmuş gibi yaşamayı daha ziyade seviyorlardı. Aşklarını kuşlar gibi yapraklar, dallar arasında, haset, rekabet nazarlarından uzak olarak saklamak istiyorlardı. Ne kadar haklı idiler.
Bir gece Meliha yine benimle beraber idi. Piyano çalmasını teklif ettim. Memnuniyetle çaldı. Sonra kemanını aldı:
“Size pek sevdiğim bir havayı çalayım.” diyordu.
Valide ile beraber yan yana koltukta oturuyorduk. Kemanın yanık nağmeleri havayı titretmeye başladı. Ben mest olmuştum. Yine ölüm havası… Chopin’in feryatları… Yavaş yavaş ağlamaya başlamışım. Validem merak ile soruyordu: “Necdet, niye ağlıyorsun yavrum?”
“Bu bir ölüm havasıdır.”
“Bundan sana ne iki gözüm? A kızım sen de tuhafsın, hasta çocuğun yanında çalacak başka bir şey bulamadın da bu havayı mı çalıyorsun?”
“Zararı yok valideciğim, darılma! Geçer, geçer.”
Meliha kemanı elinden bırakmıştı… Gönlünü almak için yanına gittim, kendisine dedim ki:
“Hemşire -ah kendisini hemşire diye çağırırım- ben ölürsem evet, belki ölürüm, rica ederim, tabutum kapıdan çıkarken sen bu havayı çal! Bunu vadedersin değil mi?”
Dargın bir tavır ile:
“Valide hanım bakınız, Necdet Bey ne diyor?”
“Ne diyor kızım?”
“Ben ölürsem…”
“Aa! Düşman başına, ben böyle ölüm sözleri istemem, siz yoksa çıldırdınız mı?”
Evet hakikaten çıldırmıştım.”
***Necdet koluma dayanıyordu. Biraz durdu, ben de durmaya mecbur oldum. Bir iki dakika sonra sözüne devam etti:
“Eylül ihtidalarında İstanbul’a naklettik. Biz Şehzadebaşı’nda oturuyorduk. Onlar da Şişli’de oturuyorlardı.
Tabii mülakatlar azaldı. Beyoğlu’nda kaldığımız bazı geceler orada yatıyorduk. Ben de biraz kendisinden uzaklaşmak arzusu uyanmıştı. Neticenin korkunç olabileceğini anlıyordum. Ramazan geldi. Bizde birkaç gece misafir kaldılar. Dikkat ediyordum, Meliha bana başka bir nazarla bakıyordu. Kendisine hemşire diye hitap ettiğim zaman çehresinde garip bir değişiklik hasıl oluyordu. Bir gün bana dedi ki:
“Beni kendi ismimle niçin çağırmıyorsunuz?”
“Dilim varmıyor, hemşireciğim.”
“Ah! Bu erkekler, bu erkekler.”
Zavallı erkeklerin bunda bilmem ne kabahati vardı? Bayramın birinci günü Şişli’ye gittim. İbrahim Şemsi, Ferid Saffet, cümlesi orada… Erkekler birbirleriyle bayramlaştılar. Biz İbrahim Şemsi ile birbirimize sarıldık. Hemşireyi saçlarından öptüm. O da benim ellerimi öptü. Meliha bu manzarayı seyrediyordu. İbrahim Şemsi zevcesine dedi ki:
“Meliha! Ne duruyorsun? Sen Necdet’le bayramlaşmayacak mısın? Yoksa birbirinize dargın mısınız?”
Bu teklif, onu ne yapacağını tayin edemeyecek bir derecede şaşırtmıştı. Yüzünde hafif bir kırmızılık hasıl olduğu hâlde titreyen adımlarla bana doğru geldi. Ben ne yapacağını bilmediğim için hayretle bakıyordum. Elini uzattı. Yavaşça, ihtiramlı bir tavır ile elimi aldı. Dudaklarına doğru kaldırdı. Kendisi de eğildi. O ateşli dudaklar elimin üstüne hararetli bir sevda busesi kondurdu, o dakikada kalbim şiddetle çarpmaya başladı. Çok müşkül bir mevkide kaldığımı anlıyordum.
Enişte beyle İbrahim Şemsi gülmeye başladılar. Şen kahkahaları arasında diyorlardı ki:
“Öyle değil mi ya? İhtiyarların elleri öpülmez mi?”
Muhaverenin bu şekle girmesi beni o müşkül mevkiden kurtarabilecekti. Çünkü o sırada ayaklarımın titrediğini, kendimi zapt edemeyerek hemen orada yığılabileceğimi hissediyordum. Kendimi topladım ve onlara dedim ki:
“Pek doğru! Ben de bir nevi ihtiyarım. Kalp ihtiyarlıyor. Vücut alil olursa buna başka ne nam verilir?”
Bu muhavere üzerine aramızda çocukça alaylar, şakalar başladı.
Elimin öpülmüş olmasından dolayı benimle eğlenmek istiyorlardı.
Gülmekten kendisini zapt edemediği bir sırada enişte bey diyordu ki:
“Ey Necdet, el öpmelik hemşireye ne alacaksın bakalım?”
Meliha’nın beni; nefsimi zapt etmeye muktedir olamayacak müşkül bir noktaya sevk ettiğinin intikamını almak, çocukçasına, çılgınca hareketini yüzüne vurmak için cevaben dedim ki:
“Bir güzel oyuncak.”
Meliha’nın çehresinin birdenbire kızardığını gördüm. Fakat çehresine hücum eden kan bir saniye sonra tekrar kalbine çekildi. Hiddetinden sarı bir renk o latif çehreyi kapladı. Dudakları titriyordu ve titreyen parmakları bayramlık şık elbisesinin ipek dantellerini karıştırıyordu. Aramızda bir fırtına başlayacağını anlıyordum. Bereket versin; onlar alaylarında devam ediyorlardı.
O gürültü buna mâni oluyordu. İbrahim Şemsi diyordu ki:
“Pek doğru, pek doğru! Güzel bir oyuncak lazım! Bunu Necdet mutlaka almalıdır, öyle değil mi Saffet?”
Bizim enişte bey biraz düşünür gibi bir vaziyet aldıktan ve parmağını şakağına bir saniye kadar dayadıktan sonra dedi ki:
“Evet, evet; benim, hatırıma güzel bir oyuncak da geldi. Hani ya şu yattığı zaman gözlerini kapayan, kalktığı vakit açan bebekler yok mu? Canım, şu bonbarşada tesadüf ettiğimiz sarı saçlı mavi gözlü bebekler. İşte Necdet onlardan bir tanesini hemşireye…”
Ferid Saffet Bey bundan ziyade söyleyemedi. Bizim kahkahalarımız arasında Meliha kan hücumundan kıpkırmızı kesilmişti. Titreyen elleriyle biraderinin ağzını kapamak istiyordu. Ne derecede sinirlendiğini gösterecek titrek, müteessir bir sesle:
“Asıl bebek, hem de bıyıklı bebek sizsiniz.” diyordu. Sonra titreyen elini bize doğru tehdit eder gibi sallayarak ilave etti:
“Böyle çılgın çocuklar gibi benimle alay etmekten ne zevk alıyorsunuz, bilmem?”
Meliha; bu sözleri söyledikten sonra ateşli, hiddetli nazarlarını birdenbire gözlerime çevirdi. Güya bu bakışla bana demek istiyordu ki:
“Hele sen, beni böyle rahatsız etmekten ne zevk alıyorsun?”
Hemşire; nezaket icabı olarak Meliha tarafını iltizam etti:
“Bunlar bugün hakikaten çılgın!” diyordu.
Zevci kendisine cevap verdi:
“Ah, o samimi çılgınlıktaki hakiki saadeti hissetseniz, anlasanız?”
Eniştem, biraz gücenmiş gibi bir tavır alan Meliha’ya doğru dönerek ellerinden tuttu. Onu, piyanoya doğru sevk ederek dedi ki:
“Kuzum hemşire! Rica ederim, bize ‘Çılgın Çocuklar’ valsini çalar mısın?”
Meliha; mecbur olarak piyanonun önüne oturdu. Çılgın çocukların hareketlerini andıran, etrafa kahkahalar, feryatlar saçan nağmelerle dolu bu meşhur valsi çalmaya başladı.
Bunda ne garip nağmeler vardı: Birdenbire gök gürlemesini andıran dehşetli iniltiler… Sonra bir saniye tevakkuf… Tekrar nağme tufanı…
Meliha o gün hırsını, hiddetini piyanonun fildişi taşlarından alıyordu. Sinirlerindeki helecanı o taşlar üzerine vurmakla teskin etmek istiyordu. Valsi birçok defa tekrar ettirdik. Piyano çalınırken gülüyorduk, söylüyorduk. Bin türlü şaka icat ediyorduk. Meliha nihayet tahammül edemeyerek dedi ki:
“Eğer bu alaylarınıza biraz daha devam ederseniz ben de sizin gibi çılgın olacağım.”
Bu, benim çektiğim bir senelik azabın mükâfatı oldu. Bundan sonra ziyaretlerimi daha ziyade seyrekleştirdim. Çünkü görüyordum, hissediyordum ki Meliha’nın nazarlarında bir hararet, şiddetli bir sevda eseri var. Kati surette anlıyordum, İbrahim Şemsi’yi sevmiyordu, sevemezdi. Çünkü, çünkü o, şiddetle sevilmek istiyordu, onun bütün emeli, arzusu bu idi. Zevci onu en derin, en şiddetli bir muhabbetle sevsin; candan gönülden sevsin; çıldırarak harap olarak sevsin; hayatın bütün zevklerini, dünyanın bütün güzelliklerini kendisinde bulsun! Meliha işte bunu istiyordu.
Hâlbuki İbrahim Şemsi… O ciddi bir askerdi. Vazifesinin esiri idi. Haritalarını tetkik etmekte bulduğu zevki belki hiçbir şeyde bulamıyordu ve bulamadığı için de Meliha’yı tatmin edemiyordu. Şiir isteyen, aşk isteyen, üzerine titrenilmek isteyen, velhasıl bütün bu incelikleri isteyen ve arayan genç kadını hiç, hiç tatmin edemiyor, onun belki çocukluğundan beri beslediği ümitlerin harap olmasına, hayallerin dağılmasına sebep oluyordu.
Bahar geldi. Köşklerde zaten eşyanın bir kısmını bırakmıştık. Martın sonlarına doğru Fener’e naklettik. Meliha ile mülakatlar o zamandan beri daha ziyade sıklaşmaya başladı. Bunları azaltmak ihtiyarım dahilinde değildi. Kendi hissimi, iptilamın şiddetini yenmek için çalışıyordum. Sinir zaafı yine arttı. Sinir buhranları daha ziyade hükmünü icraya başladı.
İbrahim Şemsi, şu zavallı saf kalpli çocuk sinir buhranlarının hafiflemesi için bir çare bulmuş. Fakat ne garip çare. Bilmem hangi kitapta okumuş ki, keman nağmeleri sinir buhranını, ruha ait olan ıstırapları teskin edermiş. Buna da “musiki ile tedavi” diyeceğiz.
Meliha pek güzel, bizim İslam kadınlarında görülmemiş bir derecede güzel keman çalar. Biçare çocuk beni ıstıraptan kurtarmak için zevcesine âdeta emredercesine ısrar etmiş; sabahleyin ben henüz yatakta iken o, kemanı alıp gelecek; latif, tatlı nağmeler arasında uykudan uyanacağım.
Bu tecrübeye tam bir aydan beri devam ediyordu. Bunu tarif edemem. Senin vus’ati hayaline bırakıyorum. Ben bu masumane hayattan memnun idim. Her sabah gönül aldatan o nağmeleri ruhuma bir gıda yapmıştım.
Nihayet dün sabah, fikrimi altüst eden bir vaka beni şaşırttı. Uyuyordum. Latif keman sesi beni uykudan uyandırdığı hâlde gözlerimi açmadım, o nağmelerin, o tatlı sesin devamını arzu ediyordum.
Meliha’nın bana doğru yavaş yavaş gelmekte olduğunu hissettim; biraz sonra da hararetli dudakların alnıma bir buse; ateşli, sevda saçan bir buse kondurmuş olduğunu duydum. Vücudum buz kesilmiş, tüylerim ürpermişti. Benim namusuma, vicdanıma o kadar emniyet göstermiş olan bir arkadaşın, bir kardeşin her şeyden kıymettar ismetine leke getirmek; aman ya Rabbi! Gözlerim kararmıştı.
Dün Midilli’ye bir seyahat icrasına karar verdim. Hane halkına bunu tebliğ ettiğim zaman hiç kimse hayret etmedi. Hekimler zaten seyahat tavsiye ediyorlardı. Yalnız Meliha, o pek kederli. Kendisinden uzaklaşmak istediğimi zannederim ki anlıyor; sebebini de biliyor. Çünkü bu sabah kemanını çalmaya geldiği zaman oda kapısını kilitli bulmuştu. Bir kere düşün! Namusunu, zevcesini bana emniyet eden İbrahim Şemsi’ye hıyanet etmek; evladına bir namus lekesi bırakmak… Hayır, hayır bu kabil değildi. Zavallı İbrahim Şemsi iki üç ay sonra baba olacak… Ah kadınlar, bu kadınlar…”
Köşke gelmiştik, bizi İbrahim Şemsi, Ferid Saffet istikbal etti. Güldük, söyledik, mektep âlemlerinden açtık, o masumane hayattan zevkle, lezzetle konuştuk. Necdet de bu umumi şetarete karışıyordu.”
***Necdet Feridun ertesi gün Fransız postasıyla hareket etti.
Biz de teşyide hazır bulunuyorduk. Ayrılacağımız sırada kendisine sabır, metanet tavsiye ettim. Esasen o tavsiyeye lüzum da yoktu. Sergüzeştinde gösterdiği metanet vicdanındaki saffete delalet etmez mi?
Necdet Feridun’u ara sıra hatırladığım zaman zavallının felaketinden müteessir olurdum. Midilli’ye hareketinin üzerinden bir ay kadar geçmişti. Bir gün mektubunu aldım, bana şöyle yazıyordu:
“Kardeşim; felaketimi devam ettiren elemleri, hatıraları hayalimden silmek için ihtiyar eylediğim bu seyahat boş, pek beyhude oldu.
Benim için o azaptan, o ıstıraptan uzak yaşamak kabil değil, bunu artık pek iyi anladım. Ondan uzak bulunmak; yaşamak değil, yavaş yavaş ölmek… Bu hafta geliyorum…
Zavallı Necdet!..2
İki ay geçmişti. Temmuzun ateş püskürdüğü bir gün, zannederim zevalden biraz sonra idi. Kalpakçılarbaşı’ndan geçiyordum. Öyle sıcak, ateşli havalarda oradan geçmek ne kadar latiftir. Serin bir hava insana çarpar. Oh benim öteden beri garip bir itiyadım vardır. Çarşıdan geçtiğim zaman, mutlak bedestene uğrardım. Her uğrayışımda orada öyle tuhaf, öyle garip sahnelere tesadüf etmişimdir ki… Bu merak bir saatlik zamanın orada heba olmasına sebebiyet verir. Fakat ben bundan yine memnunum. Çünkü bunda bir zevk var. Bin türlü entrikanın dönmekte olduğunu görmek, bunu hissetmek zevki mevcut. Mesela bir defasında görürsünüz ki İngiliz tavırlı ciddi bir seyyah… Boynunda maroken kaplı bir kılıf içinde enstantane fotoğraf makinesi asılı, uzun boylu, paçaları lüzumundan ziyade kıvrık, ihtiyarca bir mösyö antika bir seccade, bir yatağan, bir karabina, bir tüfek, üç etekli bir entari, işlemeli bir kapı perdesi almak için dükkânların birinin önünde bulunuyor. Yanında bazen güzel, ekseriya pek çirkin bir veya birkaç madam da mevcut… Pazarlığa girişilmiş… İşte bu öyle bir hakikat sahnesidir ki bunu taklitte koklenler, vurslar âcizdir. Mesela ortada Acemkâri bir seccade bulunuyor. O seyyaha tercümanlık eden adam; yarım yamalak İngilizcesiyle bunu methetmek için neler söylüyor neler… Efendim bu seccade İran’ın, Turan’ın en eski mamulatındandır. Şimdi bunlara pek az tesadüf olunuyor. Âdeta bir kelepir… Doğrusu bulunur şey değil. Fiyatı da ucuz… On iki İngiliz lirası… Pazarlık nihayet on İngiliz lirasında kararlaştırılırsa seyyah için bu, bir büyük muvaffakiyettir. Rumca şivesiyle İngilizce konuşan, Yahudi telaffuzuyla Almanca söyleyen tercümanların çeneleri yardımıyla on liraya sürülmüş olan bu seccadenin iki üç gün evvel bir ihtiyaç sahibinin elinden yüz altmış beş kuruşa alındığını söylemek hayreti mucip olmamalıdır. Buna ihtikârını diyeceksiniz. Hayır… Ne münasebet! Buna nazik bir tabir ile işgüzarlık derler. Akşamüzeri tercümanın o dükkâna uğradığı ve oradan memnun olarak, bazı kere de ufak bir ağız kavgasından sonra yüzü gülerek çıkmakta bulunduğunu görürseniz buna da taaccüp etmeyiniz! Bu gibi menfaatlerde ortaklık tabiidir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.