banner banner banner
Altın Işık
Altın Işık
Оценить:
 Рейтинг: 0

Altın Işık

Altın Işık
Ziya Gökalp

Millî Eğitim Bakanlığınca Türk ve Dünya edebiyatından seçilerek oluşturulan 100 Temel Eser, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının bu çalışmasını, ülkemizdeki okuma oranını arttırmaya ve dilimizin gelişimini sağlamaya yönelik önemli bir çaba olarak görüyoruz. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. İlköğretim seviyesindeki çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız

Ziya Gökalp

Altın Işık

ALTIN IŞIK

Kut ve Altın Işık: Etnografların ve sosyologların “Mana” dedikleri şeye eski Türkler “Kut” derlerdi. “Kut” münteşir bir kutsiyettir ki hangi şeyin üzerine konarsa onu mukaddes kılar. Kutlu dağ, Kutlu Meral gibi. “Kut”u “Altın Işık” suretinde tasavvur ederlerdi. Bu “Altın Işık” hangi insana, hangi hayvana, hangi şeye temas ederse onu gebe bırakır.

Tabii aşk hengâmı: Eski Türkler cemiyetin büyük buhranlar, galeyanlar, vecitlerle dolu olan zafer günlerinin yaratıcı anlar olduğunu ve bütün mefkûrenin, bu anlarda yaşanılan vecitli hayatlardan ibaret bulunduğunu şuursuz bir surette anlamışlar ve bugünlere “aşkı tabii günü”, “aşkı tabii gecesi” gibi adlar vermişlerdir. Güya, bugünlerde ve gecelerde tabiattaki külli aşk galeyana gelirdi. Onun feyzi, bir nur sütunu şeklinde zuhur ederdi. Bu nurun en ufak bir teması, dokunduğu canlı, cansız şeyleri gebe bırakırdı. Bu temastan doğan çocuktan yeni bir il doğardı. Bu il, zaferlerle şan ve şeref kazanan bir budundan ibaretti.

Mefkûrenin, girdiği ruhları gebe bıraktığı malum. Eski Türklerin nur sütunundan yahut “Altın Işık”tan şuursuz bir surette idrak ettikleri şe’niyet, mefkûreden ibaretti. “Kut”, ma’şerî bir vicdan olup bu vicdanın kıymet verdiği şey “kutlu” olurdu. Mefkûre, yaratıcı bir hamle olduğundan temas ettiği ruhları gerçekten gebe bırakır.

KELOĞLAN

Fakir bir babanın üç oğlu vardı. Büyük oğlunu dişinden, tırnağından arttırarak tahsile göndermişti. Onu bir ilim adamı yapacaktı. Küçük oğluna ileride kendi dükkânını bırakacaktı. Ortanca oğluna gelince ona verecek hiçbir şeyi kalmıyordu. Hatta ona bir ad bile koymamıştı. Ehemmiyetsizliğini göstermek üzere onu daima “Keloğlan” diye çağırırdı. Bu suretle, bütün mahalleli arasında onun adı, “Keloğlan” kalmıştı.

Keloğlan, henüz yedi yaşında iken ekmeğini elinin emeğiyle kazanmaya başladı. Hamallık, kahveci yamaklığı, aşçı çıraklığı, ayakkabı satıcılığı gibi birçok işe girdi. Eline pek az para geçiyordu. On iki yaşına kadar türlü sıkıntılar içinde yaşadı. Bu yaşa girince kendi nefsine güvenen tam bir erkek oldu. Artık, büyük işlere girmek, şan kazanmak, büyük bir adam olmak istiyordu. Keloğlan, ara sıra şiir söylemeye de yelteniyor, yanık koşmalar düzüyordu. Gönlünün duygularına bu koşmalarla kanat vermek istiyordu. Bir gün gönlünden şöyle bir koşma fırladı:

Burada sevinç yok, dert çok, keder çok,
İsterim bir altın yurda varayım.
Talihim arayıp bulmadı beni,
Bari ben gezeyim, onu arayım…

Bu koşma, Keloğlan’ı verilmiş bir karar karşısında bıraktı: Gurbete çıkmak… O nasılsa, şarkı söylerken kendi haberi olmadan bu kararı vermişti. Her akşam yalnız kalınca bu yoldaki koşmaları tekrar eder dururdu:

Diyorlar, herkesin nasibi varmış,
Ona rast gelmedim ben bu toprakta.
Burada değilse başka yerdedir,
Gideyim, arayım onu uzakta…

Keloğlan’ın kalbinde bu uzaklara gitmek, talihini aramak fikri ömrünün uzun ve karanlık gecesinde bir şimşek gibi parlamıştı. Bir gün, dağarcığına bir kat çamaşır ve biraz ekmekle peynir koydu. Dağarcığını sırtına bağladı. Sedeften ayrılan bir inci gibi, başka yerlerde kısmet bulmak ümidiyle, doğduğu şehre veda etti. Yaya olarak, başını aldı gurbete çıktı.

Meğer Keloğlan gibi talihini aramaya çıkmış başka çocuklar da varmış. Keloğlan, yolda giderken birinci gün Orhan’a rastladı. İkinci gün Turhan’a, üçüncü gün Tarhan’a rastladı. Bunlar da Keloğlan gibi dağarcığı omzunda birer küçük sergüzeşt idiler. Hepsi öyle on on iki yaşları arasında bulunan bu dört küçük serseri, arkadaş oldular. Nereye gideceklerini bilmiyorlardı. Gittikleri yerde ne yapacaklarına dair de hiçbir kararları yoktu fakat kalpleri kendilerine uzaktan gülümseyen ümitlerle dolu idi. Bir gün muratlarına erecekleri, ruhlarına gizlice vadedilmiş gibiydi. Küçücük ruhlarında sarsılmaz bir imanları vardı. Eski kahramanlar gibi talihlerine güveniyorlar, tehlikelere atılmaktan erkekçesine bir zevk duyuyorlardı.

Keloğlan’la arkadaşları yüce yüce dağları aştılar, coşkun coşkun ırmaklardan geçtiler; nihayet ıssız bir çölün büyük bir ırmağa yanaştığı noktada, yeşil bir vadiye girdiler. Burada tepesi bulutlara ulaşan somaki mermerden bir kule gördüler. Kulenin doğu tarafında, somaki mermerden bir saray, batı tarafında yine aynı cins mermerden hazine odaları vardı. Keloğlan, “Burada talihimizi deneyebiliriz.” dedi. Turist çocuklar, büyük sevinçle kuleye yaklaştılar. Kulenin yanına gelince yüce bir ağacın altında bir dev karısının dikiş dikmekte olduğunu gördüler. O, arkasını yola doğru çevirmiş olduğundan çocukları göremedi fakat çocuklar onun kazan kadar kafasını, tulumbalara benzeyen memelerini, burç gibi gövdesini iyice görebiliyorlardı. Dev karısı sağ memesini sol omzuna, sol memesini sağ omzuna atmıştı. Keloğlan, arkadaşlarına, “Hepimiz dev karısının memesini emelim. Memesini emersek oğulları olacağımızdan bizi kolay kolay yiyemez. Meğerki çok acıkmış ola!” dedi. Hepsi, parmaklarının ucuna basarak dev karısının yanına geldiler. İkisi sağ memesine, ikisi sol memesine sarılarak, pınarın oluğundan su içer gibi kana kana içtiler.

Devlerin kanununa göre, bir dev karısının memesini emenler onun süt evladı olurlardı, dev karısı artık onları yiyemezdi. Dev karısı başını çevirince, dört çocuğun memelerini emdiğini gördü.

Dev karısı: “Siz hepiniz evlatlarım oldunuz. Artık size bir şey yapamam. Bu gece misafirim olunuz. Yarın yolunuza devam edersiniz.”

Keloğlan: “Peki teyzeciğim, bu gece sana misafir oluruz. Zaten annem ölürken bana vasiyet etmişti. Biraz büyürsem buraya gelip ablasını görmemi benden rica etmişti. İşte ben de arkadaşlarımla beraber seni görmeye geldim.”

Dev karısı, Keloğlan’ın hilesine karşı hile yapmak istiyordu. Maksadı gece, bunları uyuttuktan sonra, eski zamanın dev âdetlerine kulak asmayarak, âdeti tanımayarak hepsini yemekti fakat süt evlatlarını uyanık iken yemeye utanıyordu. Dev karısının neler düşündüğünü Keloğlan sezmişti. O da ihtiyatlı bulunmaya karar verdi. Akşam olunca bıçağı ile parmağını kesti. İçine tuz doldurdu. Kendi kendine “Artık gece gözlerime uyku girmez!” dedi. Dev karısı, çocuklara sevdikleri yemeklerden bir ziyafet çekti. Yemekten sonra yatak odasını göstererek çekildi. Çocuklar yatağa girdiler, yalnız Keloğlan uyumadı, arkadaşları derhâl uyudular.

Dev karısı yarım saat sonra çocukların uyuyup uyumadığını anlamak için odanın kapısına geldi, yavaşça bağırdı.

Dev karısı: “Uyur uyanık kim var?”

Keloğlan: “Ben varım!”

Dev karısı: “Niçin uyumazsın, Keloğlan?”

Keloğlan: “Annem bana her gece bir tulumba kaymaklı dondurma yapardı. Onu yer, uyurdum. Şimdi onu yemediğim için uykum kaçtı. Bir türlü uyuyamıyorum.”

Dev karısı: “Süt mandırada. Mandıra da buraya bir saat. Dağ başında kar varsa da o da yarım saat uzakta. Dondurma iki saate kadar hazır olmaz.”

Keloğlan: “Üç saat olsa bile zararı yok çünkü dondurma olmazsa sabaha kadar uyuyamayacağım.”

Dev karısı: “Peki öyle ise bekle! İki saate kadar dondurma ile beraber geleceğime söz veriyorum.”

Dev karısı gitti. Mandıradan süt, karlı dağdan kar getirdi. Dondurmayı yapıp Keloğlan’ın önüne koydu. Keloğlan arkadaşlarını uyandırdı. Dondurmadan güzelce yediler. Arkadaşları yeniden uyudular. Keloğlan da uyur gibi yatakta uzandı. Yarım saat geçer geçmez dev karısı yeniden kapıya geldi. Yavaş sesle bağırdı.

Dev karısı: “Uyur uyanık, kim var?”

Keloğlan: “Ben varım teyze!”

Dev karısı: “Neden uyumazsın, Keloğlan?”

Keloğlan: “Annem dondurmadan sonra bana âlâ kıymalı bir su böreği pişirirdi. Onu yedikten sonra rahatça uyurdum.”

Dev karısı: “Koyunlar ağılda. Ağılsa buraya bir buçuk saat uzak. Demek ki yine iki saat bekleyeceksin.”

Keloğlan: “Beklerim teyze!”

İki saat sonra çocuklar, su böreğini de yediler. Tekrar yatağa girip uyudular. Yarım saat sonra dev karısı yine geldi.”

Dev karısı: “Uyur uyanık kim var?”

Keloğlan: “Ben varım teyze!”

Dev karısı: “Niçin uyumazsın, Keloğlan?”

Keloğlan bu sefer de bir tepsi baklava istedi. Bundan sonra da sırasıyla elmasiye, muhallebi, kuzu dolması istedi. Dev karısı, tek, Keloğlan uyusun diye her istediği yemeği pişirip getiriyordu. Son yemeği yapmak için yine ağıla gitmeye mecbur oldu. Ağılın bir buçuk saat uzak olduğunu Keloğlan biliyordu. Bu sırada, güneş ilk ışıklarıyla ufku yaldızlamaya başladı. Keloğlan, arkadaşlarını uyandırdı. Köşkün kulesine girerek demir kapısını arkadan sürmelediler. Kulenin tepesindeki gezinti yerine çıkarak dev karısının geri gelmesini beklediler.

Biraz sonra da dev karısı geldi. Çocukları köşkte bulamayınca kaçmış olduklarını zannetti. Bu anda kulenin tepesinden gülüşler, kahkahalar işitti. Bir de ne görsün, çocuklar kulenin tepesinde! Hemen, kuleye hücum etti. Kulenin demir kapısı sımsıkı kapanmıştı. Dev karısı, hiddetinden ne yapacağını şaşırdı. “Çocuklar, kapıyı açın!” diye bağırdı.

Çocuklar, yukarıda türkü söyleyerek oynuyorlardı:

Ey yalancı süt annemiz!
Sen istedin bizi yemek,
Senden daha kurnazız biz,
Çektik senden türlü yemek.

Dev karısı, dev karısı!
Gitti yağın tam yarısı!