banner banner banner
Altın Işık
Altın Işık
Оценить:
 Рейтинг: 0

Altın Işık


Pek tatlıydı dondurmanız,
Kaymaklıydı muhallebi.
Bizi köşke kondurmanız,
Sizi etti fakir gibi…

Dev karısı, dev karısı!
Gitti sütün tam yarısı!

Ne güzeldi su böreği!
Titriyordu elmasiye!
Harap ettik hep mideyi,
Baklavadan yiye yiye…

Dev karısı, dev karısı!
Gitti balın tam yarısı!

Dev karısı bu sözleri işitince kapıyı yıkmak için bir kazma aramaya gitti.

Dev karısı kazma ile gelince Keloğlan sordu:

“Teyze bu kazma ile ne yapacaksın?”

“Kuleyi yıkacağım.”

“Kuleyi niçin yıkmak istiyorsun?”

“Seni ele geçirmek için.”

“Ya ben kendi isteğimle yanına gelirsem?”

“O vakit seni evladım gibi severim.”

Keloğlan arkadaşlarına yavaşça şu sözleri söyledi:

“Ben kuleden aşağı ineceğim. Alay için kendimi ona teslim edeceğim. Dev karısı bana bir şey yapamaz. Siz hiç korkmayın!”

Keloğlan, kendisini kulenin penceresinden sarkıttı. Dev karısı sağ elini uzatarak Keloğlan’ı oradan aldı. Sol elinde tutmakta olduğu bir çuvalın içine koydu. Çuvalın ağzını sıkıca bağladı, dedi ki:

“Keloğlan, bu hâlinde de bana bir oyun yap da göreyim! Şimdi mutfağa gidiyorum, dişlerimi takıp geleceğim, seni kıtır kıtır yiyeceğim.”

Keloğlan: “Yiyebilirsin afiyetler olsun teyze!”

Dev karısı, mutfağa koştu. Keloğlan, hemen cebinden çıkardığı küçük bir bıçakla çuvalı yardı; içinden çıktı. Bahçede, dev karısının sevgili buzağısı otluyordu. Keloğlan onu tuttu, getirdi. Çuvalın içine koydu, ağzını sımsıkı bağladı. Kendisi, sazların arasına girerek saklandı.

Bu anda dev karısı geldi. Kazma gibi dişlerini ağzına takmıştı. Çehresi ifritlerden, zebanilerden daha korkunç bir şekle girmişti. Çuvalı yakalayarak ağzına götürdü. Çuvalla beraber içindeki mahluku yemeye başladı. Hepsini yedikten sonra, elinde püskül gibi bir şey kaldı. “Bu nedir, acaba?” diyerek gözlerine doğru kaldırdı, baktı, bir de ne görsün? Biricik sevgilisi ve dünya yüzünde bir tek nazlısı olan buzağısını yemiş, kuyruğu elinde kalmıştı. Bunu görünce dev karısı hiddetinden yere düştü, bayıldı.

Keloğlan, dev karısının bayıldığını görünce arkadaşlarına: “Kuleden ininiz, kaçalım.” dedi. Arkadaşları kuleden inerek ırmağa doğru koşmaya başladılar. Dev karısı ayıldı, onların ırmağa doğru koşmakta olduklarını görünce arkalarından seğirtti. Çocuklar ırmağın kenarına geldiler. Orada yüce söğüt ağaçları vardı. Keloğlan: “Çabuk her birimiz bir ağacın tepesine çıkalım!” dedi. Her biri hemen minare kadar yüksek ağaçların tepesine çıktılar. Dev karısı yetişince çocukların yüce söğütlerin tepesinde şakrak kahkahalarla gülüştüklerini gördü.

Dev karısı: “Oraya nasıl çıktın Keloğlan?”

Keloğlan: “Teyze, ağacın altına bir sabun, onun üstüne bir bıçak, bıçağın üstüne yine bir sabun koyarak bir merdiven yaptım. Bu merdivene basarak ağacın tepesine kadar çıktım.”

Dev karısı, hemen köşke gitti, birçok sabunla bıçak getirdi. Birbiri üzerine istif ederek bir merdiven yaptı. Bunun üzerine çıkınca ayakları kesildiğinden tabanlarından, parmaklarından kan akmaya başladı ve birdenbire merdiven yıkıldı yere yuvarlandı. Dev karısı biraz sonra, bin güçlükle yerinden kalkarak bir balta getirmeye gitti.

Keloğlan, arkadaşlarına: “Ağaçlardan inelim, ırmaktan yüzerek karşı sahile geçelim.” dedi. Çocuklar birer balık gibi yüzerek suyun öte yüzüne geçtiler. Dev karısı, köşkten dönünce çocukları karşıki sahilde gördü.

Dev karısı: “Oraya nasıl gittin Keloğlan?”

Keloğlan: “Teyze, ırmağın ortasına bir değirmen taşı yuvarladık. Ona basarak bu tarafa geçtik.”

Dev karısı: “O hâlde bekleyin; şimdi size yetişirim!”

Dev karısı hemen yakındaki değirmene koştu. Oradan bir değirmen taşı getirerek ırmağın ortasına attı. Taş, ırmağın çok derin olan dibine daldı. Dev karısı, ırmağın ortasından gerçekten bir atlama taşı varmış gibi bir ayağını ırmağın ortasına attı. Ayağı boşluğa gelince “Gümm!” diye suyun içine düştü. Dev karısı yüzme bilmiyordu, vücudu dağ parçası kadar ağırdı. Kocaman gövde, köpüklü sulara birkaç kere dalıp çıktı. En nihayet boğuldu, gitti…

Keloğlan, dev karısının boğulduğunu görünce suda yüzerek yanına geldi. Tırmanarak başının üstüne çıktı. Bıçağıyla dev karısının gözlerini ve kulaklarını kesip çıkardı. Bunları dağarcığına koyduktan sonra ırmağın kıyısına döndü. Arkadaşlarıyla beraber, o memleketin payitahtına gittiler. Dev karısının gözleriyle kulaklarını padişahın sarayına götürdüler. Dev karısı senelerden beri memleketi harap etmişti. Padişah, kim bu dev karısını öldürürse ona büyük mükâfatlar vereceğini ilan etmişti. Padişah, Keloğlan’la arkadaşlarına: “Nasıl bir mükâfat istersiniz?” diye sordu. Keloğlan: “Dev karısının hazinelerini bize verirseniz başka bir şey istemeyiz.” dedi.

Padişah: “Bu hazineler zaten sizindir.” diyerek her birine kırk katır verdi. Onları, mallarını getirmek için dev karısının köşküne gönderdi. Oradaki hazineleri aralarında taksim ettiler. Her biri hissesini kendi katırıyla payitahta getirdi. Dört arkadaş birer konak satın aldılar. Birer dükkân açtılar. İş güç sahibi oldular.

TEMBEL AHMET

Bir padişahın aşk yüzünden delirmiş bir oğlu ile üç kızı vardı. Kızların düğün zamanı geçmeye başlamıştı. Bir gün bu üç sultan, Bostancıbaşını çağırdı. Her biri bir karpuz ısmarladı: Büyüğü çok geçmiş bir karpuz, ortancası az geçmiş bir karpuz, küçüğü tam kemalinde bir karpuz istedi. Bostancıbaşı istenen karpuzları getirdi. Sultanlardan her biri kendininkine adını yazarak, karpuzları padişaha gönderdi. Padişah, karpuzları birer birer kesti. Kızlarının bu bilmecelerindeki manaları anladı.

Padişah, ilkin büyük kızını çağırdı. “Seni bir gence mi vereyim, ergin ve olgun bir adama mı vereyim?” diye sordu. Büyük sultan: “Siz bilirsiniz, padişahım!” diye cevap verdi. Padişah, onu sağ vezirin oğluna verdi, düğünlerini yaptı. Sonra, ortanca kızını çağırarak aynı suali sordu ve aynı cevabı aldı. Bunu da sol vezirin oğluna verdi. Sıra, küçük kızına gelince onu da çağırdı, ona da aynı suali sordu fakat küçük sultan saraylara mahsus nazikâne sözlere lüzum görmedi: “Şevketli babacığım! Beni gence veriniz!” dedi. Padişah bu cevaptan öfkelendi. Hemen tellal çağırtarak nerede tembel, âciz, hımbıl bir genç varsa haber verilmesini ilan ettirdi. Meğer fakir bir kadıncağızın “Tembel Ahmet” adlı bir oğlu varmış. Yerinden kalkmaya bile üşenirmiş. Bunun kulübesini padişaha haber verdiler. Padişah küçük kızını, ceza olmak üzere bu gence verdi. Bunların da düğünü yapıldı.

Tembel Ahmet, bir gün evin bahçesinde hava almak istedi. Annesi onu arkasına alarak bahçeye götürdü. Sultan hanım, kaynanasına dedi ki: “Sen onu bahçeye götürdün oradan getirmek de bana düşer.” Kaynanası: “Ah sen onu nasıl getirebilirsin?” demesiyle, “Kocam değil mi? Elbette getiririm.” dedi ve hemen mutfağa koştu, ateşli bir odun alarak Tembel Ahmet’in yanına gitti: “Sen hiç utanmaz mısın? Annen seni bahçeye sırtında getirip götürüyor. Daha ne zamana kadar evde kalacaksın! Haydi, git, çalış. Para kazan! Sen de bir adam ol. Yoksa bu odunla sana âlâ bir ziyafet çekerim.” dedi. Tembel Ahmet, bu hâli görünce korkusundan sokağa fırladı, çarşıya gitti. Orada onun bunun eşyasını taşımaya başladı. Akşama kadar beş on kuruş kazandı. Akşam olunca eve geldi. Yavaşça kapıyı çaldı; “Tak tak!”

Annesi: “Kim o?”

Tembel Ahmet: “Benim, Tembel Ahmet!”

“Gir içeri!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Annesi her ne yaptıysa Tembel Ahmet içeri girmedi. Ertesi gün yine beş on kuruş kazanarak akşam kapıya geldi, “Tak tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”