banner banner banner
Altın Işık
Altın Işık
Оценить:
 Рейтинг: 0

Altın Işık


“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde!”

“Öyle ise içeri gelemem. Al bu parayı, ben yine kazanmaya gidiyorum.”

Ertesi gün, bir tüccar, Tembel Ahmet’e beş yüz kuruş verdi. “Bu parayı harçlık olarak ailene bırak! Seni kervanbaşı tayin ediyorum. Benimle beraber Bağdat’a gideceksin. Hayvan başına sana yüz kuruş vereceğim.” dedi. Tembel Ahmet teklifi kabul etti. Beş yüz kuruşu alarak eve geldi.

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeri gelsene oğlum!”

“Hanım evde mi?”

“Evde değil!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

“Al bu beş yüz kuruşu; ben ticaret için Bağdat’a gidiyorum.”

“Oğlum içeri gel de biraz yüzünü göreyim.”

“Hanım evdedir, gelemem. Allah’a ısmarladık!”

Tembel Ahmet kervan ile beraber yola çıktı.

Kervan, bir gün, ıssız, ağaçsız, susuz bir çöle vardı. Araya araya, tepeler arasında gizli bir kuyu buldular. Tüccar, Tembel Ahmet’e kova ile kuyuya inmesini ve orada kovayı su ile doldurmasını emretti. Bu işin ücreti olarak hayvan başına bir lira alınacaktı. Tembel Ahmet kuyuya indi, kovayı su ile doldurdu. Kervan halkı kovayı yukarı çektikçe hayvanlara su veriyorlardı. Hayvanlar suyu bitirince tekrar kovayı sallıyorlardı. Tembel Ahmet onu yeniden dolduruyordu fakat Tembel Ahmet yalnız bu işle meşgul değildi. Kuyunun içinde bir kapı gördü. Bu kapıdan içeriye girince kendisini bir köşk içinde buldu. Bu köşkte kara gözlü bir kız oturmuş, mahzun mahzun düşünüyordu. Kara gözlü kız, Tembel Ahmet’i görünce: “Aman Allah aşkına olsun! Beni bu kuyudan kurtar!” diye yalvarmaya başladı. Tembel Ahmet: “Şimdi seni çıkarırsam dışarıdaki arkadaşlarım belki sana bir fenalık ederler. Daha birkaç gün sabret. İlk uğradığımız şehirde kervandan ayrılarak iki at ve bir ip merdivenle buraya geleceğim, seni kurtaracağım.” dedi. Kız, kendisini unutmasın diye yüzüğünü parmağından çıkararak Tembel Ahmet’in parmağına taktı. Tembel Ahmet, köşkün bahçesine çıkınca orada, yemişleri narlardan farksız suni nar ağaçları gördü. Tembel Ahmet, tabii sandığı bu narlardan kopararak omzundaki heybesinin iki gözünü doldurdu ve kıza veda ederek kuyudan çıktı. Yolda kendi memleketine giden bir kervana rastladı. Bu kervanın içinde eski bir arkadaşını gördü. Heybeyi bu arkadaşına teslim ederek evine gönderdi.

Bir gün akşama doğru Tembel Ahmet’in evinde karısıyla annesi konuşuyorlardı. Kapı çalındı, “Tembel Ahmet size gönderdi.” diye içeriye narlarla dolu bir heybe verildi. Küçük sultan: “Ne güzel narlar!” diyerek heybeyi kilere götürdü. Bir gece gelin hanım, kaynanasına: “Bu güzel narlardan bir tanesini keselim de yiyelim.” dedi. Bir nar getirerek kesti. Narın yapma olduğunu, içinin inci, elmas, yakut ve zümrüt dolu olduğunu gördüler. “Bu narları saklayalım.” dedi. Ertesi gün kestikleri nardan çıkan mücevherleri sattılar. Bunun parasıyla padişahın sarayına karşı güzel bir saray yaptırdılar. İçinde tekke gibi bütün yolcuların ve turistlerin misafir edileceğini, âlâ yemekler verileceğini ilan ettiler. Padişah, vezirine: “Bu sarayın sahibini bilmek istiyorum. Kıyafetimizi değiştirerek oraya gidelim. Bir çorba içelim. Belki sahiplerini de görürüz.” dedi. Derviş kıyafetine girerek yeni saraya geldiler. Oradaki adamlardan hiçbirini tanıyamadılar.

Tembel Ahmet’in kervanı Bağdat’a ulaşınca tüccar, ona altın bir tepsi verdi. “Bu tepsiyi Musul padişahına götürürsen sana çok bahşiş verecektir.” dedi. Tembel Ahmet Musul’a giderek tepsiyi padişaha takdim etti. Padişah, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzüğü görünce dört seneden beri kayıp olan kızının yüzüğü olduğunu anladı. Padişah, yüzüğün ne suretle eline geçtiğini sordu. Tembel Ahmet kuyu macerasını anlattı. Padişah: “O benim kızımdır. Sizin memleketin veliahdına nişanlıdır. Bir gün kızım ortadan kayboldu. Çok aradık bulamadık. Nişanlısı da uğradığı felaketten çıldırdı. Şimdi kızımı kuyudan kurtarırsan hem benden hem kendi padişahından çok hediyelere sahip olursun.” dedi. Tembel Ahmet’e beş on araba ile bir tabur asker verdi. Tembel Ahmet, kuyunun yanına gelince içine indi. Kara gözlü sultanın bütün eşyasını dışarı çıkardıktan sonra sultana dedi ki: “Şimdi sen de çıkmaya hazırlan! Fakat önce ben çıkacağım çünkü sen daha evvel çıkarsan beni burada bırakıp gitmeleri ihtimali var!” Tembel Ahmet kuyudan çıktıktan sonra sultanı da çıkardı. Musul’a babasının yanına götürdü. Kız, babasıyla annesiyle görüştükten sonra nişanlısının yanına gitmek istedi. Tembel Ahmet, nişanlısının eniştesi olduğunu, kendisi de memleketine gitmek üzere olduğundan beraber gidebileceklerini söyledi. Sultan memnuniyetle gitmeye razı oldu.

Kafile, şehre bir saat mesafedeki bir köye ulaşınca Tembel Ahmet: “Siz burada kuracağımız çadırda bekleyiniz. Ben gidip geldiğinizi haber vereyim.” dedi. Tembel Ahmet kulübesinin kapısına geldi. Sultan hanım, Tembel Ahmet gelince tanıyabilsin diye kulübeyi yıktırmamıştı. Tembel Ahmet kapıyı çaldı, “Tak tak!”.

“Tak, tak!”

“Kim o?”

“Benim, Tembel Ahmet!”

“İçeriye gelsene!”

“Hanım evde mi?”

“Evde!”

“Odun elinde mi?”

“Elinde değil!”

Tembel Ahmet içeri girdi. Bir de ne görsün, evlerinin içi muhteşem bir saray olmuş. Karısı, gönderdiği narların mücevheratla dolu olduğunu, yalnız bir tanesini satmakla bir saray yaptırdıklarını anlattı. Tembel Ahmet dedi ki: “Bu narların perisini de getirdim. Dört seneden beri deli olan kardeşin bu periyi görünce yeniden akıllanacak çünkü bu peri, onun o kadar derin bir aşkla sevdiği nişanlısıdır.” Sultan bu haberden çok memnun oldu. Tembel Ahmet’e: “Sen hamama git, elbiseni değiştir, ben onu getiririm.” dedi. Hemen altın arabaları hazırlatarak karşılamaya gitti. Kara gözlü sultanı büyük bir debdebe ile saraya getirdi.

Ertesi akşam padişahla oğluna bir ziyafet çekti. Padişah ister istemez deli şehzadeyi de beraber götürmeye razı oldu. Delinin hiç kimseye bir zararı yoktu. Yalnız derin bir kasvet içinde yaşıyor, etrafında söylenen sözlerden hiç haberdar olmuyordu. Padişah, Tembel Ahmet’i tanıyamadı. O sırada küçük kızı, yasemin çubuğunu getirerek kendisine takdim edince onu tanıdı.

“Padişahım! Beni tembellikten kurtarıp hiç yorulmaz bir adam hâline koyan kızınızdır. O beni kendisine layık bir koca yaptı. Ben de ona ve size gayet kıymetli bir hediye getirdim: Dört seneden beri şehzadeyi bu hâlde bulunduran sevgilisini getirdim.” Bu anda, dört senelik aşk hasretiyle yanan Kara gözlü sultan içeri girerek şehzadeye doğru koştu. Şehzade bunu görünce elini eline götürdü. Gözleri canlanmaya başladı. Hâlinden, tavrından yavaş yavaş hatıralarının uyandığı, hafızasının yerine geldiği anlaşılıyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra tamamıyla aklı başına geldi: “Ah! Sevgilim!” diyerek nişanlısına sarıldı. Padişah, kızına ve damadına teşekkürler etti. Kırk gün kırk gece düğün yapılarak şehzade ile kara gözlü sultan muratlarına erdiler.

KUĞULAR

Bir padişahın on bir oğlu ile bir tek kızı vardı; bu çocukların sevgili anneleri ölünce padişah başka bir kadınla evlendi. Bu yeni hanım sultan, büyücü idi. Üvey evlatlarını da hiç sevmiyordu. Bir gün üvey annesi, Nilüfer’i hamama götürdü. Yüzüne, başına, vücuduna siyah bir boya sürdü, büyü ile bu boyayı çıkmaz bir hâle getirdi. Kız gayet çirkin oldu. Artık padişah babası yüzüne bakamıyordu. Kızcağızdan herkes iğreniyordu. Nihayet, onu mutfağa attılar, bulaşıkları yıkamaya mecbur ettiler.

Üvey anne bununla da kalmadı. Kızın on bir erkek kardeşini de büyü ile birer “kuğu” şekline soktu. Bu zavallılar, geceleyin, yine insan olurlardı fakat güneş doğar doğmaz kuğu şekline girerek havaya uçarlardı. Yeşil göllere giderek, orada sazların mor gölgelerinde yıkanırlardı. Nilüfer, kardeşlerini gördüğü müddetçe saraydaki hakaretlere tahammül etti. Lakin kardeşlerinin birer kuğu olarak uçup gittiklerini gördükten sonra artık sarayda kalmayı istemedi, bir gün gizlice saraydan çıktı. Az uz, dere tepe düz gittikten sonra bir yeşil gölün kenarına geldi ve söğüt ağacının gölgesinde oturarak gölün güzel renklerini temaşaya daldı. Bu anda, karşıdan bir beyaz bulutun gelmekte olduğunu gördü. Bu beyaz bulut göle yaklaşınca bulutun, beyaz kuğulardan bir sürü olduğunu anladı ve beyaz kuğular iptida göle inerek serin sular içinde yıkandılar. Sonra, içlerinden birisi Nilüfer’i görerek arkadaşlarına gösterdi. Hepsi birden suda yüzerek kız kardeşlerinin yanına geldiler. Elini, ayağını, saçlarını öpmeye başladılar. Kız, bunların kendi kardeşleri olduğunu anladı. Onlara, başından geçen bütün felaketleri anlattı. Kuğular bu sözleri işitip anlıyorlardı fakat cevap vermiyorlardı.

Gece olunca kuğular birer genç şehzade oldular. Nilüfer kardeşlerini birer birer tanıdı. Onlarla sabaha kadar konuştu fakat sabah olunca yeniden hepsi kuğu suretine girdiler. Uçarak gölün öte tarafına gittiler. Nilüfer, akşama kadar sabırsızlıkla bekledi. Akşama doğru, beyaz bulut yeniden göründü. Kuğular, yine zümrüt sularda yıkandıktan sonra, Nilüfer’in yanına geldiler. Kız kardeşlerini öpüp sevdiler. Geceleyin insan kılığına girdiler. Nilüfer’e dediler ki “Biz gölün bu kıyısında barınamayız. Buranın havası, toprağı, her şeyi kasvetlidir. Karşıki sahilde güzel bir kumsal vardır, kumları altından, sedefleri inciden, çakıl taşları elmastandır.

Bu kumsalın üzerindeki tepede, çam ormanlarının içinde, ağaçların birbirine geçmesinden tabii bir köşk vücuda gelmiş. Orası bizim sarayımızdır. Ormanda, her türlü yemiş ağaçları, av kuşları var. Seninle orada mesut bir hayat yaşayabiliriz. Yarın sabah biz birer kuğu olunca seni kanatlarımızın üzerine alacağız, gölün üzerinden geçireceğiz, sakın korkmayasın. Bizim kanatlarımız kuvvetlidir. Suya düşeceğini hiç hatırına getirme!”

Sabah olunca altı kuğu yan yana gelerek bir sal şeklini aldılar. Nilüfer bu salın üzerine oturdu. Beş kuğu da kanatlarını açarak salın üzerinde bir gölgelik vücuda getirdiler. Bu beyaz sal, gökte uçmaya başladı. O, yukarıda uçarken hayali, aşağıdaki gölün gümüş aynasına aksediyordu. Nilüfer, düşmekten korkmadığı için bu seyahatten çok zevk alıyordu. Akşam yaklaşınca bir adaya indiler. O geceyi adada geçirdiler. Sabahleyin, yine beyaz uçağı vücuda getirdiler. Nilüfer’i akşama doğru, karşı sahile; altın kumlu, inci sedefli, elmas taşlı kumsala indirdiler. Geceyi ormandaki tabii köşkte geçirdiler. Sabah olunca kardeşleri yine kuğu olup uçtular. Nilüfer köşkten çıktı. Ormanda gezindi. Ağaçların dalları güzel, yaprakları güzel, çiçekleri güzeldi… Yemişleri de çok lezzetliydi. Akşama kadar gölün kenarında, ormanın ağaçları altında gezindi. Akşam olunca kuğular geldiler. Kardan daha beyaz köpüklü sularda yıkandılar. Güneş batar batmaz yine insan oldular. Buradaki tatlı hayat, aylarca devam etti. Bir gece, Nilüfer’in rüyasına ak saçlı bir ihtiyar kadın girdi. “Ormanın doğu tarafında bir süt gölü var. Orada yıkanırsan eski güzelliğini bulursun.” dedi.

Nilüfer, sabah olmadan kardeşlerini uyandırarak süt gölünün yerini öğrendi. Sabah olup da kuğular uçunca o da süt gölüne doğru gitti. Göle girip yıkandıktan sonra aynaya baktı. Üvey annesinin yaptığı büyüden evvelki güzelliği, tamamıyla geri gelmişti. Akşam kardeşleri, Nilüfer’i bu hâlde görünce çok sevindiler. Nilüfer o gece de rüyasında o ihtiyar kadını gördü. Kadın dedi ki: “Kardeşlerini büyüden kurtarmayı istersen mezarlıklardaki ayrık otundan on bir gömlek örmelisin fakat bunlar bitinceye kadar sana ne tür işkenceler yapsalar da ağzından hiçbir söz çıkmayacaktır. Hiçbir suale cevap vermeyeceksin. Eğer bütün işkencelere tahammül ederek hiç konuşmaksızın, bir kelime bile kullanmaksızın on bir gömleği yapar ve kuğulara giydirirsen onlar derhâl eskisi gibi insan olurlar.” Nilüfer, uyanınca ayrık otu aramaya gitti. Topladığı otlarla gömleklerin birincisini örmeye başladı. Akşam kardeşleri geldiler. Ne yapmakta olduğunu sordular, hiç cevap vermedi. Aralıksız örmeye devam ediyordu. Kardeşleri: “Bu konuşmama durumu da büyüdü.” dediler. Artık geceleri kardeşleriyle konuşmuyordu. Onlar konuşuyor, kendisi gömlek örüyordu. Bir gün, o diyarın genç padişahı ava çıkmıştı. Yolu, tabii köşke uğradı. Köşkün güzelliğine hayran oldu. Hele orada dünya güzeli Nilüfer’i görünce ona bin candan bir cana âşık oldu. Genç padişah, kıza, kim olduğunu sordu. Nilüfer cevap vermedi. Adını sordu, yine cevap almadı. Kız hiç durmaksızın gömlek örüyordu. Genç padişah, kızın bu hâline şaştı. Kıza “Bana varır mısın?” diye sordu. Yine cevap yok. Vezirleri “Sükût ikrardandır.” dediler, kızı bir arabaya koyarak genç padişahın sarayına götürdüler. Kırk gün kırk gece düğün yaptılar fakat Nilüfer hiç oralı değildi. O, aralıksız gömlek örüyordu. Ayrık otu bitince geceleri saraydan çıkıyor, mezarlıklarda ayrık otu topluyordu. Bir tarafta, padişaha varmak isteyen vezir kızları vardı. Onlar, Nilüfer’in arkasına gözcü koydular. Nihayet, padişaha nişanlısının “büyücü” olduğunu, geceleri mezarlıklarda dolaştığını, halk aleyhine büyüler yaptığını haber verdiler. “İnanmazsan geceleyin arkasından git, kendi gözünle görürsün.” dediler. Bir taraftan da halk arasında kızın büyücülüğüne dair haberler yaydılar. Padişah, kızı çok seviyordu fakat konuşmamasından kendisi de biraz şüphelenmişti. Gece olunca kızın arkasına düştü. Kız mezarlığa geldi, ot toplamaya başladı. Padişah, kızın büyücü olduğuna inandı. Kızı mahkemeye verdi. Kadı birçok sual sordu. Kız hiçbirine cevap vermiyor, elindeki gömleği örmekle meşgul oluyordu. Kadı, nihayet Nilüfer’in asılmasına hüküm verdi. Nilüfer hiç teessür göstermedi. Gömleğini örmeye devam etti. Padişah, bir defa daha denemek için Nilüfer’in yanına geldi; bir tek kelime söylerse cezadan affedileceğini, yine eskisi gibi karısı olarak kalacağını söyledi. Nilüfer elindeki gömleği örmekten başka hiçbir hareket göstermedi. Padişah kızın bu muamelesinden hiddetlendi. “Hüküm icra olunsun!” dedi.

Cellatlar kızı aldılar. Darağacının yanına götürdüler. Kız son gömleğini bitirmek için acele ediyordu. Bir saniye durmuyor, örüyor, örüyor, daima örüyordu… Cellat ölüme hazırlanmasını haber verdi. Birçok seyirci bu büyücünün nasıl öleceğini temaşaya gelmişlerdi. Kız yine aldırmadı. Gömleği örmeye devam etti. Zaten gömlek bitmek üzereydi. Cellat ağzından bir kelime çıkarması için ona abdest almasını, namaz kılmasını, tövbe etmesini nasihat edip duruyordu. Kız da son örgüleri bitirmeye çabalıyordu. Nihayet, cellat usandı. Kızı asmak için elini uzattığı zaman son gömlek de bitmişti. Bu anda on bir kuğu beyaz bulut gibi uçarak geldi. Kızın etrafını aldılar; kız, yanındaki on bir gömleği birer birer onlara giydirdi. On bir kuğu birdenbire on bir şehzade oldular. Bu hâl karşısında cellat da seyirciler de şaşıp kaldılar. Bu anda kız, cellada dedi ki: “Şimdi, padişah ve kadı efendi gelsinler, her işi anlatacağım.” Padişahla kadı efendi geldiler. Nilüfer, üvey annesinin kendisine ve kardeşlerine nasıl büyü yaptığını, konuşmamasının ve geceleri ayrık otu toplayarak aralıksız gömlek örmesinin bu büyüleri bozmak için olduğunu ve bunu yapmak üzere rüyasında gaipten emir aldığını söyledi. Kardeşleri de umumiyetle bu sözlerin doğru olduğuna şehadet ettiler. Padişah, Nilüfer’in babasına haber göndererek hanım sultanla beraber düğüne davet etti. Düğün esnasında ihtiyar baba evlatlarını tanıdı. Hain karısını boşayarak babasının evine gönderdi. Evlatlarına sarılarak gözlerinden öptü. Damadına da evlatlarını kurtardığı için büyük teşekkürler etti. Bundan sonra hepsi bahtiyar yaşadılar.

NAR TANESİ YAHUT DÜZME KELOĞLAN

Vaktiyle büyük bir padişah vardı. Bunun Gülsün Sultan adlı bir kızı vardı. Bu kızı başka padişahın oğluna istediler. Babası kızını verdi. Şehzade, memleketine götürmek için Gülsün Sultan’ı altın arabasına bindirerek alayla yola çıkardı. Bir gün yolda giderken Şehzade yerde bir nar tanesi gördü. Derhâl atından aşağı inerek nar tanesini yerden aldı. Ağzına attı. Gülsün Sultan, şehzadenin bu hareketini dikkatle seyretmişti. Yerden bir nar tanesini alıp da ağzına atan bir insanın, bir şehzade olsa bile kibar ve nazik bir adam olamayacağına hükmetti. Kendisinin böyle kaba ruhlu bir gençle beraber yaşayamayacağını anladı. Hemen arabacısına arabayı geri çevirmesini emretti. Yaverleri vasıtasıyla da kendine ait bütün arabaları geri çevirtti.

Şehzade yalnız kendi adamlarıyla elleri bomboş olarak memleketine döndü fakat uğradığı bu hakaret ona çok acı geldi. Bundan başka, gerçekten gönül verdiği güzel nişanlısından mahrum olmak da kalbini ateşli bir testere gibi kemiriyordu. Şehzade hem kendisine hakaret eden o mağrur sultandan öç almak ihtirasıyla hem de gönlünü alıp götüren o güzel vücuda kavuşmak iştiyakıyla yanıp tutuşuyordu. Nihayet günlerden bir gün şehzade kararını verdi. Masallarda olduğu gibi başına bir işkembe geçirerek kendisini bir Keloğlan kılığına soktu. Bu şekilde, sevgilisinin memleketine gitti.

Şehzade, Gülsün Sultan’ın öteden beri eli yor-damlı bir bahçıvan aramakta olduğunu biliyordu. Keloğlan kılığında saraya gitti. Kapıcıbaşıya bahçıvanlıkta çok hünerli olduğunu, sarayda bir bahçıvana ihtiyaç varsa kendisinin bu işi pekâlâ yapabileceğini haber verdi. Sarayın kapıcısı, Gülsün Sultan tarafından iyi bir bahçıvan aramaya memur edilmişti. Derhâl Keloğlan’ı Gülsün Sultan’ın huzuruna götürdü. Gülsün Sultan güllerin her rengini, her çeşidini severdi. Keloğlan’a: “Gül yetiştirmesini bilir misin?” diye sordu. Keloğlan: “Bilmeseydim, hiç böyle bir sarayın bahçıvanlığını isteyebilir miydim?” dedi.

Ertesi sabah, Gülsün Sultan uykudan uyanıp da bahçenin baştanbaşa pembe güllerle bezendiğini gördü. Bir gün evvel, kızıl topraktan başka bir şey görülmeyen saray bahçesi bu sabah cennetin gül tarlalarına benziyordu. Bir gecede, böyle bir gül tarlasını vücuda getirmek nasıl mümkün olurdu? Gülsün Sultan büyük bir merak duydu. Hemen maşlahını omzuna atarak bahçeye indi. Bahçenin uzak bir köşesinden çok hüzünlü bir şarkı sesi geliyordu. Oraya yaklaşınca Keloğlan’ın kendi kulübesinde türkü söylemekte olduğunu gördü:

Aç, gülüm aç, desem güller açıyor;
Saç gülüm saç, desem renkler saçıyor;
Lakin değil hiçbirisi gözümde
Çünkü benim yârim benden kaçıyor.

Gülsün Sultan: “Keloğlan, senin sevdiğin çok zalim bir kız olmalı! Bir nefesiyle dünyayı gülistana çeviren senin gibi bir sihirbaza nasıl oluyor da gönül vermiyor?”

Keloğlan: “Ah, sultanım, Allah sizi bir şefkat meleği diye yaratmış, siz benim için Allah’a yalvarıveriniz; mutlaka o da gönlünü verir.”